Bugün gündemin dışına taşarak 28 Şubat süreci
tartışılmaya devam ederken bu süreç ve bu nev’i postmodern(!) ve sair darbelere
zemin teşkil eden anlayışın aklına ve oluşumunu mercek altına alalım…
Bakalım başarabilecek miyiz???!!!
Herkesin ve her kesimin tartışmaya ucundan,
kıyısından köşesinden başladıkları meselede halen asla taalluk eden meselelerde
söz söylemeye çekinilen ve dokunursam yanar diye uluhiyet atfettikleri korumalı
alanların varlığını bizim sağır sultan bile biliyor…
Biz de korumalı alanlara girmeyeceğiz… Zaten buna
gerek de yok…
Zamanı geldikçe eski defterleri karıştıranlar
yakın tarihin bir yerlerinde farklı görüntülere büründürülen, farklı gösterilen
ve gizlenmeye çalışılanları bir bir ifşa ediyor…
Gelelim sadede…
Ülkemizde sistemin diğer bir deyişle rejimin mantığı
-bilenler bilir- pozitivist akıl üzerine bina edilmiştir...
Pozitivizmin metafizik algıları reddeden ve
manevi ve soyut yapıya karşı duruşu göz önünde bulundurulduğunda içinde
serpildiği ve geliştiği zaman dilimi ve şartlar çerçevesinde diğer ideolojiler
ve ideolojilere öncülük eden akımlar arasında bizim ülkemizde sisteme temel
teşkil etmesinin nasıl akıllıca olduğu dikkatli gözlemciler tarafından hemen
fark edilir...
Dönemin şartları içerisinde, dini duyguların
güçlü olduğu bir iklimde, komünizm gibi ideolojilerin dine savaş açan
yaklaşımının kabul görmeyeceği kabul edilirse, dini yaşamayı vicdanlara ve
bireysel daireye hapsetmenin yolu elbette ki doğrudan bir ideoloji olmayan bir
akıma tutunmaktır...
Osmanlı bakiyesi topraklar üzerine bina edilen
genç cumhuriyeti kuran Osmanlı Paşaları da temeli pozitivizm olan ama din dışı
her türlü ideolojiden biraz biraz alarak oluşturdukları anlayışla bugün rejime
temel teşkil eden resmi ideolojiyi oluşturmuşlardır...
Mevcut ideoloji sistem yapıcıları tarafından
ustalıkla şekillendirilmiş dini olmayan her rengi bünyesinde
barındırabilmiştir...
Bunu yapan kurucu babalar dini ritüelleri ve
kavramları ve dini olan her şeyi aynı ustalıkla ve rahatlıkla kullanmıştır...
Dini hayat ve bu hayata müteallik her husus
müessese olarak bir başkanlık bünyesinde kontrol altına alınırken sufi
hareketler tarikatların kapatılması suretiyle yeraltına girmeye zorlanmış ve
legal yapılar illegalite haline getirilmiştir...
Bir yandan din ve dine dair her şey kişilerin
vicdanına vatandaş nezdinde hapsedilirken bir yandan devlet bürokrasisinde
görev alanların vicdanına müdahale edilmiş ve dini hassasiyetlere sahip olma
asgariye indirilmiş hatta bu yapıda görev alanların dini hassasiyetlere sahip
olmaları engellenmiştir...
Bundan başka başkanlık vasıtasıyla camilere tayin
edilen imamlar devletin memuru haline getirilmiş ve cuma hutbelerinde ne
okuyacakları kendilerine dikte edilmiştir...
Bugün de bu böyledir...
İşin garip tarafı din manen kontrol edilmeye
çalışılır ve maaşları devlet tarafından karşılanırken geriye kalan maddi her
şey halk tarafından karşılanmaya cebredilmiştir...
Bugün de hal böyledir...
Diyanet İşleri Başkanlığı ile eş zamanlı
sayılabilecek zaman diliminde Harbiye Nazırlığı yerine ikame edilen diğer
başkanlık vasıtasıyla da ikinci bir kontrol sistemi koruma ve kollama
mekanizması harekete geçirilmiştir…
Diğer kurumlar bu ikisinin yanında sade suya
tirit mesabesindedir…
Yıllara sari yaşananlar bunun böyle olduğunun
göstergesidir…
Hani şu adına demokrasi dedikleri şeyin askıya(!)
alınma süreçlerinin her tekrar edilişinde yardımcı unsurlar olarak devreye
sokulmalarında kendini göstermesi gibi…
Bundan sonrası ise ideoloji yapıcıların zaman ve
zemine göre hayatiyetlerini sürdürebilmek için meseleleri yorumlama
kabiliyetlerine kalıyor…
Tabiî ki bir de bunu kalıcı ve toplumun bir
kesimine öyle algılatabilme becerisine…
Toplumda ki çok kültürlülük, azınlıklar meselesi
daha önce Müslim, gayri müslim kavramları ile karşılanırken etnik
isimlendirmeler ön plana çıkmaya başlamış ve tek bir ulus bilinci yaklaşımı
farklı etnik yapılara sahip ülkemiz insanı üzerinde bir baskı unsuru gibi
rüzgar estirmeye başlamıştır...
Bir yandan müslim teba vatandaş olmaya
zorlanırken bir kısmına tek bir etnik yapı dayatılmış ve dağa taşa yazılan
yazılarla hem etnik kimlikleri hatırlatılmış hem de bundan vazgeçmeleri
dayatılmıştır...
Bu dayatma birlik yerine ayrıştırmanın sembolü
olmuştur...
Millet kavramına hayat veren dini algı yerini
ulus algısına bırakmış, görünürde herkes tek millet kavramını dillendirirken
içten içe etnik dayanışma ve azınlık psikolojisi baskın çıkmış ve kan bağı ve
ırki dayanışma zaman içinde toplumun her kesiminde ve devlet idaresinde dahi
kendini göstermeye başlamıştır...
Bugün en basit şekliyle hemşericilik şemsiyesi
altında tezahür eden yapılanmalar özellikle devletin bürokrasi kesiminde dahi çok
rahat gözlemlenebilir...
En basiti hemşericilik olan bu yaklaşım duruma ve
konunun, mevkiin hassasiyetine göre daha dar ve geniş kapsamlı yaklaşımlara
kendini bırakır...
Dolayısıyla bugün toplumun her kesiminde dokunsan
patlayacak olan ve yer yer artık patlayan ve patlamaya namzet bir yapının
temelleri böyle oluşmuştur...
Bu hususta liste uzayıp gider...
Bugün sorun olarak karşımıza çıkan ve çıkarılan
her mesele bu anlayış neticesinde büyüyüp serpilmiş ve geliştirilmiştir...
Toplumu bir arada tutan sacayakları bir bir
kırılırken sadra şifa bir yapının oluşturulması için gerekli adımlar atılması
yönünde bir gayret bu yapıyı oluşturanlar cenahında pek görülmez...
Sınıfsız bir toplum yaratmak için yola çıkanlar
oluşturdukları elitist bürokratik bir yapıya sahip oligarklarla yollarına bugün
de devam etmektedirler...
Bu oligarklar ekonomiye müdahale eden bir
burjuvaziye benzer bir yapı oluşturmayı da başarmışlar ve medya camiasından
kurdukları bir yapıyı sistemlerine entegre ederek kendi yapılarının sacayaklarını
meydana getirmişlerdir...
Siyaset dünyasındaki temsilciler ile yargı ve
akademik camia ise bu yapının lojistik ve müdahaleci kanadını
oluşturmaktadır...
Oluşan bu yapı sürekli olarak dönüşüme müsait
halk kanadından gelen katılımcılarla sağlamlaştırılmaya çalışılmakta ve buna
devam edilmektedir...
Bugün tartışılan bir çok meselenin özünde bu yapı
vardır...
İlk zamanlarda pek sorun yaşanmayan mevcut
yapının sürekliliğinde son zamanlarda katılımcıların geldikleri mahallelerden
dolayı zaman zaman sıkıntı yaşansa da, bu alan medya dünyası ile göze çarpan
kesim olarak tebarüz etse de vaziyet idare edilmeye çalışılmaktadır...
Halkı asimile etmeye çalışanlar kendi içlerine
kabul ettiklerini de asimile etmeye devam etmektedirler...
Dönüşüm ve değişimin zor hale geldiği bir ortamı
yaşasalar da iktidar makamında olanların muktedir olmak için ellerinde her
türlü argüman mevcuttur...
Zira sırtlarını dayadıkları ve güçlerini
aldıkları yegane kesim yine halk ve onların alın teridir...
12 Eylül darbesinden sonra 28 Şubat sürecinin de
mahkeme kapılarına davet edilmeye hazırlanıldığı şu günlerde mevcut siyaset
ortamına ve siyasilere çok iş düşüyor ve işleri çok zor...
Zira eski dizayn ediciler ve onların şurekası
henüz hiç de zayıflamış değiller…
Dolayısıyla “Hani Bin yıl sürerdi on yıl bile
sürmedi” sözünü sarf edenler bir yanılsama ve kendilerini kandırmaca ile karşı
karşıyadırlar…
Sürekli istim üstünde olan ve gündemi en ufak bir
sarsıntıyla dahi allak bullak olan bir ortamda yaşadığımızdan belli olmuyor mu
bu???
Bilim ve teknoloji dünyasının duvarlarını aşarak
güvenliği sarsan hackerlar gibi sürekli bir ya da iki adım önde gitmeye devam
ediyorlar...
Bunu da tartışılan konuları sürekli kendileri
belirleyerek yapıyorlar...
Mahalle Baskısı gibi nice meseleyi ortaya atarak
tartışma konusu yapmaları ve son olarak servise sundukları mecburi eğitimin
kademeli olarak 12 yıla çıkarılması meselesinde olduğu gibi üstelik TÜSİAD
destekli gündem oluşturmalarından belli olmuyor mu???
Moda tabirle; söz konusu olan sistemin sahibi
bizleriz anlayışına sahip olanlar olunca gerisi onlara göre teferruattır...
Tekrar etmekte fayda var hükümet edenlerin işi çok zor...
Gergef gibi işlemeleri lazım...
Yapı halen çok kırılgan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder