26.11.2009

Toplumun Sac Ayakları


26 KASIM 2009 PERŞEMBE


Toplumun Sac Ayakları

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Blog'umuza alıntıladığımız Ahmet Altan'ın yazısı bana yıllar önce bir gazeteci arkadaşım ile yaptığımız bir sohbeti hatırlattı.

28 Şubatın arefesinde diyebileceğimiz günlerdi.
Hatırlayın o günleri...

Süreç kesintisiz devam etmiş ve Güneydoğuda faili meçhullerin ayyuka çıktığı zor zamanlarda sınırlar zorlanmıştı.

Her ne kadar literatüre faili meçhul diye girse de aslında faili malum diye nitelemek daha doğru olur zira tetiği çeken eller ferdi olarak bilinmese de zihniyet olarak hepsi biliniyordu. Sadece korku imparatorluğunun sesini yükselteceklere zarar vereceği endişesi insanları suskunluğun zindanlarına hapsediyordu...

Adına Hizbullah dedikleri vahşetin kitabını yazan bir örgütün Daha çok PKK'ya yönelik operasyonlar için kendine faaliyet alanı oluşturmuş yöre halkının dini hassasiyetlerini kullanarak terör örgütünün halkın değerlerini de hiçe sayması yönündeki pervasızlığına karşı bir savunma mekanizması olarak sahnede yer alması sağlanmıştı...

İlk günlerde adı ve mücadele ettiği kesime karşı duyulan tepki ile ülkenin her yanında dini hassasiyete sahip çevrelerin avam kesiminde sempati uyandırmıştı...
Sempati avam kesimiyle sınırlı kalmamış güya kanaat önderi tabir edilen bazı çevrelerin idarecilerini de etkisi altına almıştı...

Onlar kendilerini iyi bilirler...

Aklı selim sahibi kişiler ise bu örgütün yapılanmasında ve icraatlarındaki anormallikleri görüp ufukta beliren tehlikeyi fark ederek uzak durmayı ve etrafı uyarmayı da ihmal etmemişlerdi.
Lakin bu tavır bir müddet sonra onların da hedef tahtasına koyulmasına bir engel teşkil etmemişti.

Onlara göre uzak duranlar Bush mantığı olarak tebarüz eden ya bendensin ya da karşı taraftan mantığının öncülüğünü yapıyorlardı.
Ne zaman ki aynı inanca sahip olduklarını ifade ettikleri kesimi de hunharca katletmeye başladılar işte film orada koptu...

Örgüt o saatten sonra asıl senaryoyu sahnelemeye başladı.
Önce ilk çıkış yeri olan yörede sonra ülke çapında derin bir nefretin hedefi oldular.
Katliamlar ve uyguladıkları yöntemler insanlık dışı idi..

Sonrası bütün ülkenin gözü önünde cereyan etti.
Top yekün tasfiye...

Hem medyanın acımasız bir aşağılama kampanyasıyla çorap söküğü gibi bütün pislikleri ortaya saçıldı...
Hem de bu tip örgütlenmelerde umulmayan bir acemilik ve sığlığın örneğini sergilediler(!)...
Öyle ki dönemin güvenlik güçleri her türlü dökümana rahatlıkla ulaştılar.
Sanki birileri servis ediyor gibiydi.

Görsel ve yazılı basın ise Hizbullah isminden her bahsettiğinde hizbulvahşet ifadesi ile eşdeğer bir anlam yüklüyordu bu ifadeye...
Maksat hasıl edicilerin amaçlarına hizmet çerçevesinde bunun benzeri zihin kirliliği operasyonları arşivine bir dosya daha ilave ettiler...

Kaçınılmaz bir şekilde Hizbullah kavramı zihinlerde vahşeti çağrıştırır hale gelmişti.

Üstelik oynanan oyunda en ağır bedeli ödeyenler de korkunç cinayetlere kurban gidenler, onları bu anlamsız cinayetlerle kaybetmenin acısını yüreklerinin taa derinliklerinde hisseden ve acılarına hiç ortak bulamayan kayıp yakınları ile toplumun geniş bir kesimi olmuştu...
Dertlerini kimseye anlatamamanın acısını da maalesef ömürlerinin sonuna kadar sinelerinde taşıyacaklar.

Ne korkunç bir travma değil mi?

Acı olan bir şey daha var bu travmaya sebep olanlar hiç bir şey olmamış gibi davranıyorlar...
Halbuki erbabı ve kavramı gerçek anlamından saptıranlar iyi bilir ki vahşetle nitelemenin kendisi bir vahşettir.

Ama maksat hasıl olmuş ve insanlar bu ismi anmaktan korkar hale gelmişler, duyan geniş bir kesimin zihninde ise nefret hisleri uyandırmayı başarmışlardı...
Hatta adı Hizbullah olan yöre halkından vatandaşlar korktukları için mahkeme kararıyla isimlerini değiştirmek cihetine gittiler.

Halen halkın bilinçaltında etkisini sürdürmektedir.
İslam denince terörün algılanması gibi düşünün siz bunu...

İşte böyle bir vasatı yaşadığımız o günlerde henüz olaylar küllenmeye yüz tutmuşken travmayı yaşatan toplum mühendisleri kesiminin ana aktörleri yaptıkları icraatın halka yansımasının etkilerini sonradan gözlemleyerek yanlış giden birşeyler olduğunu fark etmişler ve onlardan birisi gazeteci arkadaşa şöyle bir itirafta bulunmuş...

"Bu toplumu ayakta tutan üç sac ayağı vardı...
Din, tarikatlar ve cemaatlar...
Biz her üçünü de kırmayı başardık...
Lakin yerine ikame etmek istediğimiz şeyler de etkili olmuyor.
İşin doğrusu bu saatten sonra nasıl bir tavır alacağımızı da kestirebilmiş değiliz..."

Evet nasıl bir tavır alacaklarını kestirebilmiş olmadıkları yaşadıklarımıza bakınca belli oluyor...
Birileri hala direnmeye ve topluma deli gömleği giydirmeye çalışıyor...

Ahmet Altan'ın yazısına konu ettiği üçleme bunun tezahürüdür...
Bahsedilen üçleme şimdiye kadar hiç bu kadar güven erozyonuna uğramamıştı...
Maalesef acı olan ne biliyor musunuz?

Bahsi geçen üçlemenin de kavram kaymasına uğramasıyla zihinlerde gerçek algılarından uzaklaşmasıdır...
Bu daha ağır bir travmanın ayak sesleridir.
Ve telafisi uzun zaman alır.

Ülkenin yasama ve yürütme mekanizmaları zaten çok önceden zedelenmiş ve içeriği hem içeriden hem de dışarıdan darbelerle güven kaybına uğratılmıştı.
Bir toplum düşünün ki yaralanmamış tek bir değeri ve kurumu kalmamış...

Halimiz nice olur???

Ama herşeye rağmen yürekler umut taşımaya devam ediyor ve edecek de...
Ayağı çarıklı erkanı harp bunu da atlatacaktır.

Su akar mecrasını bulur...

25.11.2009

Dersim Meselesinde Şecaat Arzetmek


25 KASIM 2009 ÇARŞAMBA



MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


CHP Genel Başkanının çizdiği tabloya ve oluşturduğu görüntüye bakar mısınız?


Yine o meşhur hamaset ve şecaat duygusuyla yüklü ses tonunu kullanarak dün haftalık grup toplantısı konuşmalarından birisini daha yaptı.


Çizdiği performans müthiş...


Yaşından umulmayacak bir cevvallik ve ataklık söz konusu...


Allah nazardan saklasın.


Allah onu CHP'nin başından eksik etmesin...


İyi ki var...


Allah uzun uzun ömürler versin...


Yaptıkları konuşmada malum üzere parti başkanları bir çok konuya değinirler... Kimisi gündeme dairdir. Kimisi de gündem oluşsun diye ifade edilen meselelerdir...


Biz konuşmanın satır başlarından bir tanesine değineceğiz...


Zira bu konu kanayan yaraları sarmak üzere oluşturulan bir projenin üzerine hışımla giderken kötü bir örneklemeyle başka bir yarayı derinlemesine kanatarak çetrefilli bir pozisyonla yaptıkları hatayı düzeltmek için hata üzerine hata yapan CHP temsilcisi, eski dışişleri bürokratı, eskiden de dokunulmaz, şimdi de dokunulmaz Bay Onur Öymen'ın TBMM Genel Kurulu kürsüsünde anaların ağlamasını eleştirirken Dersim Meselesini diline dolamasıyla başladı...


Zaten adrenalinin her zaman yüksek olduğu ülkemizde gündem içinde gündem oluştu...


Tam bir sarmal çık işin içinden çıkabilirsen.


Siz kalkın anaları ağlatın, Kanayan yaraların sarılmasına karşı çıkarken kabuk bağlamış yaraları kanatın. İsyan olduğu bile şüpheli olan bir meselede düştüğünüz zor durumdan çıkmak için meseleyi gündemden düşüreyim derken farklı ithamlarla gündemi sıcak tutmaya devam edin...


Şuna bakar mısınız?

Baskın çıkmak için Bay Baykal:


"Türkiye Dersim'i konuşuyor. Sadece Dersim değil ki. Yozgat'ta, Bolu'da isyanlar var, bir sürü isyanlar var. Bu durum kimliğe saldırı, etnik saldırı olarak düşünülmemeli.

Herkes kendi konumunu korumaya çalışıyor, otoritesini korumaya çalışıyor. Kolay bir dönüşüm değil. Yüzyıllık alışkanlıklar var. Bunları kimse bir mezhep tartışmasının, kimlik tartışmasının içine sürüklemeye kalkmasın. Olay bu değil. Başbakan ve başkalarının kullanmaya çalıştığı bu olay öyle değildir.

El Beşir'in 300 bin kişiyi öldürme katliamına "katliam" değildir diyen sen nasıl olur da, 62 yıl önce yaşanmış yüreğimizi kanatan o acı olaylar için böyle demeyi, bu sözleri nasıl içine, beynine, yüreğine sindirebilirsin. Ayıp olan bu. Yanlış olan bu.

Aleviler'den sana hayır yok, başka kapıya Başbakan.

Üzüntü verici olan bir Başbakan'ın bu manzara içinde olmasıdır. Kendisini buna layık görebilmiş olmasıdır. Biz acılarımızı yüreklerimize gömüyoruz. Aleviler bir günden bir güne böyle bir istismarın içine girdiler mi? Onlar incinsen de incitme diyor.

Bunu milletimiz gördü. Bu kampanyaya aklı başında kimse alet olmayacaktır. Biz bu konuda yıllardır samimiyetimizi ortaya koymuşuz. Hiçbir sarsılmayı kırılmayı gerçekleştiremeyecektir. Hz. Muhammed'i Hz. Ali'den ayırmak mümkün değildir. Hz. Ali'yi Mustafa Kemal'dan ayırmak mümkün değildir.
Bu beraberlik Türkiye'nin temelidir. Bu zinciri kimsenin kırması mümkün değildir.

Bunları yaşadık, bu üzüntüleri hep birlikte yaşadık. Milletimiz bunları en doğru şekikde değerlendirecek, değerlendiriyor. Böyle oyunların daima CHP'ye yönelik olarak sıkıştıkları zaman tezgahladıklarını biliyoruz. Kimse merak etmesin, bize zarar veremeyecektir.

Başbakan'a sorumluluğunu idrak etmeyi tavsiye ediyorum. Çok yanlış söylemlerin içine düştü. Bu olayların içinde yer alan insanları kahramanmış gibi göstermeye çalıştı. Sıkışınca CHP'ye saldırdı. Demek ki Başbakan'ın sıkıştığı zaman gözden çıkaramayacağı hiçbir değer yoktur."
diyor.
Hadi çık işin içinden!!!?


Birbirinden kötü benzetmeler ve yakıştırmalarla dolu bir hamaset kervanı...



Neresine el atacaksınız ki???


Aklı sıra baskın basanındır mantığı ile hareket etmeye çalışıyor.


Ama aması var... Kontrolü kaybediyor...


Bütünleşme projesini hayata geçirmeye çalışanlar sanki Dersim'de de anaların ağladığı söylediler.


Bir sözcüsünün sarfettiği bir cümlenin bir partiyi ne hale getirdiğini görüyorsunuz değil mi?


Oynamam diyen de, oyunbozan da, sui emsal ile ortalığı karıştıran da, şecaat arzederken kendi kendini topuğundan vuran da, sonrası gelişmelerde suçlayıcı pozisyona giren de her türlü meseleyi kendi çıkarları adına kullanan da aynı zihniyet...


Bu zihniyetin devam etmesinin şöyle bir faydasını bu ve gelecek kuşaklar görmeye başlayacak galiba....


Tartışılamayan konuların tartışılmasını sağlıyor bu zihniyetin yeni dönem temsilcileri...


Öyle ya hiç bir yanlışın milletin gözünden kaçmaması lazım.


Ders verenler ders vermeye devam ediyorlar...

24.11.2009

Yeni Kabine


Yeni Kabine

GöZLEMεCİ'den
sstirit@msn.com

Başbakanın seçimden sonra kabinede değişiklik yapabileceği konuşulmaktadır. ETÖ'nün listesini aynen uygularsa sorun kalmaz!. Devlet ve millet kalır mı orası meçhul.. Bakar mısınız darbe yapsalarmış ülke kimler tarafından yönetilecekmiş.. Güler misin ağlar mısın?

1) Millî Birlik Komitesi Başkanı ve Devlet Başkanı: Şener Eruygur

2) Millî Birlik Komitesi Üyesi: Hurşit Tolon

3) Millî Birlik Komitesi Üyesi: İlhan Selçuk

4) Başbakan: Sinan Aygün

5) İçişleri Bakanı: Veli Küçük

6) Adalet Bakanı: Kemal Kerinçsiz

7) Sağlık Bakanı: Turhan Çömez

8) Millî Eğitim Bakanı: Kemal Gürüz

9) Gençlik ve Spor Bakanı: Fikri Karadağ

10) Avrasya Birliği’nden Sorumlu Devlet Bakanı: Doğu Perinçek

11) Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı: Tuncer Kılınç

12) Sanayi Bakanı: Mustafa Özbek

13) Emniyet Genel Müdürü: İbrahim Şahin

14) MİT Müsteşarı: Levent Ersöz

15) Diyanet İşleri Bakanı: Hüseyin Görüm

16) YÖK Başkanı: Kemal Alemdaroğlu

17) Anayasa Mahkemesi Başkanı: Sabih Kanadoğlu

18) Birinci Ordu Komutanı: Muzaffer Tekin

19) CHP Genel Başkanı (Tek Parti): Tuncay Özkan

20) Daha sonra kurulacak muhalefet partisi lideri: Mustafa Balbay

21) Adli Tıp Kurumu Başkanı: Ümit Sayın

22) Sakarya Üniversitesi Rektörü: Emin Gürses

23) Sultanbeyli Belediye Başkanı: Doğu Silahçıoğlu

24) Devlet Tiyatroları Gn. Müdürü: Nurseli İdiz

25) Başbakanlık Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu: Seyhan Soylu (Sisi)

23.11.2009

Şu Bizim Medya ve Mustafam Balbayım


Şu Bizim Medya ve Mustafam Balbayım


MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Hani derler ya nev-i şahsına münhasır….

Bizde ki her şeyi tanımladığımız gibi medyayı tanımlamak için de bu ifadeyi kullanabiliriz…

Dünyada bu işler nasıl oluyor yakından görme şansına sahip olmadığımız için bir şey söyleyemeyiz ama uzaktan gözlemlediğimiz kadarıyla bir kanaat hasıl olmuş durumda…

O da gazetecilikte oluşan ahlaki kurallara genel hatlarıyla uyulduğudur…

Embetted türü gazeteciliği saymaz isek, genel geçer kural bu…

Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değil…

Ama biz başkayız…

Ne ararsan var…

Ama en ilginci gazetecilik kisvesi altında gazeteciliği alet ederek gazeteciliği katleden türden ne ararsan o var…

Hoş zaten bu topraklarda son 150 yıl içinde ne doğduysa çoğu prematüre doğdu…

Gazetecilik de bunlardan birisi…

Sonumuz hayrola…

Mesela bunlardan bir örnek…

Gazeteciliği infazcılıkla karıştırıp da gerçek infazlar yapanlar infaz kumpası ortaklığı yaptığı
ortaya çıkınca infaza kurban gittim diye bas bas bağırıyorlar… Olayı müşahhaslaştıralım…

Ve bir örnek ile süsleyelim…

Huzurlarınızda Mustafam Balbayım…

Cezaevinden gazetesine açıklama döşenmiş…Bunlar Şantaj & Montaj diye…

Balbayım bu ifade ile ben bunları silmiştim dediği ve kendi dilinin kurbanı olarak açık verdiği günlüklerini kast ediyor…

Gazetesinde çarşaf çarşaf yayınlanan şantaj montaj ve dahi masa başı kurgu haberlerden canı yananların sesini duyuramadığı ya da kulaklarını tıkayarak duymazdan geldikleri yargısız
infazları hatırlayıp Çalma el kapısını tık tık ile çalarlar kapını tak tak ile diye düşünüyor mudur…

Bırakın onu bunu Genç Subaylar Rahatsız manşetini attırdığı zaman bugünlerin zeminini hazırladığının farkına varmış mıdır…

Kader işte böyle bir şey…

İnsanı nerelerden nerelere getiriyor…

Tecrite koymuşlar kendisini…

Avukatı itiraz etmiş…

Yalnızlık korkusu mu var ne?

Ruh hali bozulmasa bari…

Hayal dünyasında tek kişilik hücrede çile doldurma planı olduğunu sanmam…

Sen kalk en namlı mekanlardan en gamlı mekanlara düş…

Olacak iş mi bu?

Evet olacak iş bu…

Dünya böyle bir şey işte…

Allah düşürmesin…

Öteden beri aklımı kurcalayan bir şey var sizinle onu paylaşayım…

Kendisinin yıldızı Uğur Abisinin katledilmesiyle parlamıştır… Bilenler bilir…

Hep merak ederim…

Uğur Mumcu’nun suikasta kurban gitmeden çok önce İlhan Selçuk Abileriyle arası bozulmuştu…

Neredeyse Cumhuriyet Gazetesinden kopanlar kervanına katılmasına ramak kalmıştı…

O meş’um suikasta kurban gidince birden bire herkes cenazenin etrafında halelendi…

Hatırlayan var mı bilmem vardır mutlaka….

İlhan Abileri Cumhuriyet Ankara bürosunun önünde cenazenin yanı başında ateşli kalabalıklara hitap ederek Uğur Mumcuya ağlamıştı…

Genç cevval Mustafam Balbayım da oradaydı…

Kendisinin arası nasıldı acep???

Ya da şöyle soralım?

Uğur Mumcu’nun darbe türü şeylere sıcak bakmadığı bilinir.

Yaşasaydı Mustafam Balbayım’a ne derdi?

Ya da o hayatta olsaydı böyle bir oyunu fark etseydi ne derdi?

Veya Kelebek Etkisi dedikleri şey…

Bu kumpas nasıl gelişirdi?

21.11.2009

Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe


21 KASIM 2009 CUMARTESI



MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Atalarımız bu sözü söylerken boş yere konuşmamışlar.



Engin tecrübe ve birikim ile yaşanan olaylar ve hadiselerin sonuçları üzerine bu sözler hayat bulmuş ve geleceğe miras bırakılmış.


El'an bütün diriliğini ve canlığını muhafaza ederek gelecek kuşaklara yön veriyor.


İçinden geçtiğimiz süreç bu sözün arkasında durması gereken güçlü iradelere ikaz ve uyarılarda bulunuyor.


İçinde bulunduğumuz vasata bir göz atalım.


Yıllardır atın önüne et itin önüne ot konulmuş.


At izi it izine karıştırılmış.


Filler tepişmiş çimenler ezilmiş.


Hadsizlik had safhaya varmış.


Cesaret anlamından kayarak başka mecralara doğru akmış.


Cesur olunması gereken dik durulması gereken alanlar birbirine karıştırılmış.


Ricali devlet ve kurumları yıllar yılı otorite adına kendi semerine karşı sert tutumlar sergilemiş.


Aslan ve kedi rolünü birbirine karıştırmış.


Dışa kapanırken içeriyi de kapatmış...


Normal zamanlarda halk ne ise idarecisi de odur.


Çelebi biz de işler böyle yürür darbı meselesi de bize aittir.


Ama işin bir de aması var.


Biz normali yaşamayalı uzun zaman olmuş...


Onun için halkımız normale geçiş sürecinde kendisini yöneteni seçmek yerine kendisini yönetmesini istemediklerini bertaraf etme tercihinden yana kullanmış hakkını...


Sancısı halen sürmekte...


Zor bir doğum süreci...


Halimiz pür melal...


Devleti devlet yapan idarecileridir.


Bir basamak altına inin, o devletin kurumlarını kurum yapan da ona nezaret edenlerdir.


İdareci ile itibar kazanan devlet geniş bir ufka, vizyona yine o idareci ile sahip olur.


Geçmişten taşıdığı bir mehabeti varsa onun ağırlığı zaten yeterli katkıyı sağlıyordur.


İdareciye kalan ise var olan rüzgara göre yelkenlerin şişmesini sağlamaktır.


Var olan mehabete yaraşır bir tavır mehabetin vasıflarının kendilerini sarmasıyla bütünlük kazanır kısa zamanda...


Siz sadece nerede duracağını iyi bilin yeter...


Devletin alt kurumları zedeleniyorsa onu zedeleyen dış etkenler iç etkenlerden daha fazla katkı sağlayamazlar.


Ağacı yıkan şiddetli rüzgar değil içeride bünyeyi sarıp sarmalayan çürüten iç bünyedeki hastalıklardır.


Dolayısıyla kurumlar yıpratılıyor söylemini kimin söylediği önemlidir ve ses kurum bünyesinden çıkıyorsa içi boş bir söylemdir.


Fol varsa yumurtanın olması kaçınılmazdır.


Elmalarla armutlar birbirine karıştırılmasın.


Kurumlar yıpratılmıyor...


Kurumları yıpratanlar ifşa ediliyor.


Kurumları kendilerine kalkan yaparak dokunulmazlık zırhına bürünenlere O anlı şanlı kurumları yıpratıyorsunuz, sizler oralara ait değilsiniz deniliyor.


Kurumların itibarını zedelemeyin deniliyor...


O kurumlara yakışır bir tavır sergileyemediğiniz için o kurumların can damarları olan halkın nezdinde kurumları küçük düşürüyorsunuz buna hakkınız yok deniliyor...


Halkın menfaatlarını korumak ve kollamakla mükellef olan kurum mensupları kendi içine düştükleri yanlış işlerden kendilerini kurtarmak için kurumların itibarları, izzetleri ve şerefleriyle oynamasınlar...


Kendi şahsi menfaatlarını devletin ve kurumların menfaatlarının önüne çıkaranlardır kurumları yıpratanlar...


Yargıyı siyasallaştıranlar bir siyasetçi olmadığı halde siyasetçi tavrı sergileyenlerdir.


Seçilenlerle görevlerini karıştıranlardır yetki karmaşasını oluşturanlar.


Durumdan vazife çıkaranlar ille de koruma ve kollama işiyle uğraşacaklarsa öncelikle kendi kurumlarının haysiyetini ve şerefini korumadan başlasınlar.


Evin içi yangın yeri olmuş....


Tahrip ve tahrik edenler dışarıda değil içeride...


Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe...


Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla demiş eskiler...


Ya görmüyorsunuz ya da göz yumuyorsunuz...


Her ikisi de mayınlı tarla...

20.11.2009

Karartmacılar


20 KASIM 2009 CUMA


Yazar Mehmet Natık

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Adına dezenformasyon diyorlar, frenkçesi bu...


Sık kullanılan bir tabirdi eskilerde ve hala revaçtadır... Huyu kurusun...


Gün oldu devran döndü, başka tabirlerle beslendi, palazlandı... Kullanan kurumun yapısına göre kılıf ve yapı değiştirdi. Başkalarını suçlayan tabire dönüştü. Asimetrik savaş oldu. Psikolojik savaş oldu. Yapana göre adı ve şekli değişti. Kimi zaman pervasız kimi zaman pertavsız oldu.


İçinde yaşadıkları halkı dizayn ederek, fildişi kulelerindeki yerlerini sağlamlaştırmak için başvurdukları bir aracı oldu. Nefes almasınlar, sorgulamasınlar, çizdiğimiz sınırlar içerisinde kalsınlar, biz onların yerine düşünür, ne istiyorlarsa biz temin ederiz diyorlardı.


Ne zaman ki özgürlüklerini verdik dedikleri tebaları kağıt üzerinde var olan haklarını kullanmak istediler; işte o zaman olanlar oldu...


Tebaanın ilk yaptığı iş kendilerini yönetmesini istemediklerini bertaraf etmek oldu.
Kendilerini yönetecekleri seçmediler. Yönetmesini istemediklerini yönetimden uzaklaştırarak tercihlerini beyan ettiler...


İşte fitile ilk kıvılcımı o zaman attılar.


Her defasında engellendiler. Her defasında da sabırla bildiklerini yaptılar. Tercihleri hoşlarına gitmese de istemediklerini getirmediler...


Bildikleri yolda yürümeye devam ettiler en zor şartlarda bile...


O günlerden bugünlere gelen bir süreç ve zamana ve zemine göre kontrolü gittikçe zorlaşan bir kitle oldular...


Hal böyle olunca dizayn ediciler ne yapacaklar? Karartacaklar, yönlendirecekler, terbiye edecekler kendi çaplarında...


Nitekim öyle de yaptılar.


Lakin mızrağın çuvala sığmadığı süreçlerden geçer olduk.


Artık hiç bir şeyin gizli kalmadığı kalamadığı bir dönemi yaşıyoruz.


Şimdi her TARAF'tan pervasız ve pertavsız yapılan plan ve projeler ortalığa saçılmaya başladı ya...


Karşı saldırıya geçtiler, asimetrik savaş dediler. Halbuki dezenfermasyondu. Klişelerin ardına saklandılar ve saklanıyorlar. Korku imparatorluğunun tabularını, dokunulmaz saydıkları her başları sıkıştığında kınından çıkardıkları kılıç gibi sarıldıkları resmi ideolojik sembolleri kalkanları oldu.


Kılıf da bulamıyorlar.


Sadece suçluyorlar.


Çünkü ortada savunulacak bir şey yok.


Ha bir şey daha yapıyorlar...


Topyekün karartma yapıyorlar ya da öyle yapmaya çalışıyorlar.


Her yol mübah...


Daha önce kullandıkları her türlü mekanizma şimdilerde bunun için seferber edilmiş durumda...


Kullanılan mekanizmalar şimdilerde gönüllü olarak ve canhıraş bir biçimde kendini karartmaya hasretmiş durumda.


Neden çünkü açılan pandoranın kutusundan isimler ve mekanizmalar saçıldıkça deşifre edilmenin endişesini taşıyan gönüllü değirmene su taşıyanlar kendilerinin isimlerinin de ortalığa saçılmasını önlemeye çalışıyorlar.


Servis edilen ağ o kadar geniş ki her servis edilen kendi telaşına düştü.


Servis edilen medya ayağının karartma eylemleri kendilerini en az hasarla kurtarmanın çabasını sarf ederken, aynı kaptan beslenen toplumun her kesimini da kapsayan diğer destekçileri unutturmaya çalışıyorlar.


Malumunuz daha önce tek tek isimler bazında geniş bir sektörün cunta ve darbe çalışmalarına katkı sağladığının izleri emareleri gözler önüne serilmişti....


Şimdilerde ise anlaşılan o ki o izlerden yola çıkılarak çapı genişleyen bir yapılanmanın üzerine doğru bir gidiş var...


Dokunulacaklar listesinin medyadaki servisçilerin deşifre edilmesiyle iş aleminin derinliklerine, bürokrasiye ve legal legal başka sektörlere uzandığını görürsek şaşmayacağız...


Sizi gidi karartmacılar sizi...


Unuttuğunuz bir şey var...


Toplum ve ortak akıl haksızlığı uğratılıyoruz diye yeri göğü inleten çığlık ve vaveylalara karnından gülüyor...


Ayağı çarıklı erkanı harp pervasız ve pertavsız tavır sergileyenlere içine düştükleri gülünç durum karşısında sergiledikleri tavırlarından dolayı utanarak bakıyor...


Onlara şunu söylüyorlar Anadolu tabiriyle...


Karnınıza bıçak sokun da ölün...


Buna cesaretleri var mıdır acaba?

19.11.2009

Yargıyı Bağımsızlaştırın


19 KASIM 2009 PERŞEMBE



MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Son günlerde Ergenekon bağlantılı dinleme ve tarassut hadiseleri çerçevesinde ortalığa yayılan vaveylaya bakar mısınız?

Sanki ülke 9 şiddetinde depreme maruz kalmış gibi gürültü çıkarıyorlar.


İşin aslına bakarsanız yapılanlar bir kaşık suda kopartılan bir fırtınadan öte bir şey değil...


Efendim yargının bağımsızlığı zedeleniyormuş.


Yargıçlar nasıl dinlenirmiş...


Yasal da olsa dinlenemezmiş...


Adalet Bakanlığı kendi hakim ve savcılarını nasıl dinletirmiş?


Bakın hele sanki Adalet Bakanlığı'ndan başka yerlerin de hakim ve savcıları var sanki...


Yoksa var mı?


Dedik ya bir kaşık suda fırtına...


İşin aslı sanki şöyle gibi...


Yargının bağımsızlığından dem vururken sorgulanamaz ve dokunulamaz bir tavırla hareket etmenin getirdiği rahatlıkla yaptıklarını her şeyi, aldıkları her kararı, uygulamaya koydukları her icraatı hatadan beri ve kesin kabul edilmesi gereken ve asla sorgulanmaması gereken bir hal olarak görüyorlar bu fırtınayı kopartanlar...


Bir de her şeyin üstünde görülmenin getirdiği dayanılmaz ruh hali...


Bu vaveylanın sahipleri ve onların seslerini yükseltmelerine çanak tutanlar kalkıpda şunu da sormuyorlar...


Neden dinlemeye -mahkeme kararıyla olduğu çok açık- maruz kalanlar bizleriz ya da bunlar?


Neden sıradan bir vatandaş değil?


Üstelik dinleme kararlarının altına imza atanlar da hakim ve savcı...


Neden bir kısım meslektaşlarını zor durumda bıraksınlar ki?


Ortada bir ateş varsa duman çıkar.


Duman çıkarsa koku da çıkar.


Birileri de ateşin yayılmasını engellemek için tedbir alır.


Yoksa kamunun huzuru nasıl sağlanır?


Bir de Adalet Bakanlığı yakamızı bıraksın demeye getiriyorlar...


Adalet Bakanlığı öyle yapmasın...


Hakim ve savcıları kendi hallerine bıraksın...


Devlet de onları kendi hallerine bıraksın.


Kendileri yeniden yapılansınlar.


Adalet Bakanlığı onların yargıladığı ve mahkum ettiklerini cezaevlerine atmakla yetinsin.


Hatta güvenlik güçlerini de onların emrine verin.


Tamamen onlara bağlı olsun...


Bütçelerini de istedikleri gibi yapsınlar.


Kendi kaynaklarını kendileri oluştursunlar...


Devletin idaresini de onlara verin.


Bağımsızlıklarını iyice ilan etsinler...


Asıl dokunulmaz olanlar kendileriydi.


İyice dokunulmaz olsunlar.


Diyeceğim ama unuttukları bir şey var dokunuluyorlar...


Dokunulurluğun yanlış yapanların tamamına yaygınlaşması toplumun kendine
güvenine ve huzuruna en büyük katkıyı sağlayacaktır...


Dokunun dokunun kendini dokunulmaz zannedenlere...

18.11.2009

Bürokrasi Üzerine Biraz Mahir Kaynak


18 KASIM 2009 ÇARŞAMBA



MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Malumunuz Mahir Kaynak ile ilgili bir girizgah yapmış ve bir portre denemesi demiştik.

Kendisi gerçekten ilginç bir kişiliktir ve fazla söze hacet yok. Ama serdettiği fikirlere gelince onlarla ilgili söylenecek hem çok söz vardır hem de söyleyecek sözü olan vardır.


Her ne kadar daha önceden onun düşüncelerinin etki alanının genişliğinden söz ettikse de insanları nasıl etkilediğini bilme şansına sahip değiliz.


Ama hükümetin takip ettiği ve de uygulamaya koyduğu son günlerin gündemine oturan açılım ve dış politikada komşularla sıfır sorun stratejisinde Sayın Kaynak'ın derin reflekslerinin yazılarına konu edilmek suretiyle kendisinin verdiği tepkiyi gözlemleme şansına sahibiz.



http://www.stargazete.com/gazete/yazar/mahir-kaynak/burokrasinin-yeri-222877.htm söz konusu makale derin bir analiz yapıyor ve ince ayar vererek bürokrasinin son günlerde takip edilen siyasetle ilgili rahatsızlıklarına dem vuruyor. Bu yazıda hem nala hem de mıha vurarak sözü ilginç yerlere getiriyor.
Bunun için yazının son üç paragrafına bakmak yeterli...

Şimdi burada merak edilen ve sorgulanması gereken tavır ne olmalı?

Neden böyle bir görüş serdetme ihtiyacı hissedildi?

Durup dururken kimse kimsenin hislerine tercüman olmaz.


İletişim düzeyinde bir kopukluk varsa bu dolaylı yoldan mı anlatılmalıdır.


Dolaylı yol pek doğru bir seçenek olmasa gerek.


Özgüven eksikliğini ifade edebilir.


Böyle bir yola başvurulmuşsa eğer bu yolu takip edenler neden böyle bir şey yapmış olsunlar?


Eğer değilse Mahir Kaynak böyle bir gözlemi neye ve hangi saiklere dayanarak anlatma ve siyaset yapıcıları uyarma ihtiyacı hisseder?


Yoksa yılların getirdiği kapalı demirperde anlayışına dayalı siyaset anlayışı ve Sayın Kaynak'ın uzun bir geçmişi olan bürokrasi hayatı kendisini hala etkilemeye devam mı ediyor?


İnsanlar neyi yaşarlarsa bir müddet sonra yaşadıkları onları sarar eğer kendilerini saran hayatı iyi gözlemleyemezlerse değişen bir takım şartları daha geniş bir perspektiften yorumlayamazlarsa içinde yaşadıkları küçük dünyaları onların dış dünyayı yeterince iyi değerlendirmelerine engel olur.


Bizde yaşanan aslında biraz tam da budur.


Yılların hantallığını atlatmak kolay değildir.


Bizim bürokrasinin siyasetçi ile uyum sorunu yaşamasının en önemli sebeplerinden birisi bu olsa gerek küçük dünya ve dışa açılma korkusu...


Onların hislerine tercüman olanlar da aynı yanılsamanın etkisi ile hareket ediyorlar...


Korkuları yenmek lazım?

11.11.2009

Mahir Kaynak Üzerine Bir Portre Denemesi


11 KASIM 2009 ÇARŞAMBA



MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Yazıya dökerek portre çalışması yapmak hayli zordur.



Ama sürekliliği olan bir şeydir ve kamuya mal olmuş kişiler çeşitli vesilelerle bu çalışmaların ana teması vazifesini üstlenirler.


Gerisi portre çalışmasını yapacak olana kalmış.


Ortaya çıkacak olan çalışma sonuçta yazarın penceresinden yapılan bir değerlendirme olduğu için yapılan tespitler ve gözlemlerin ilginçliği bu portreyi ilginç ve değerli kılabilir.




Aşağıda kısa özgeçmişhttp://www.kimkimdir.gen.tr/ adresinden alıntılandı...


"1934 yılında Gaziantep’te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra 1948’de Kuleli Askeri Lisesi’ne gitti. 1953’te Harp Okulu’nu bitirdi. 1967’de askerlikten ayrıldı. 1961’de mezun olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistanlık yaptı. 1965’te doktor, 1971’de doçent oldu.Mahir Kaynak, o dönemlerde gizlice Milli İstihbarat Teşkilatı'na (MİT) girdi. Kaynak, 1980 yılında da MİT'ten emekli oldu. 1989’da iktisat profesörü oldu. 1971 yılında MİT’e tayin edilen Mahir Kaynak, 1993 yılında Gazi Üniversitesi’nden emekliye ayrıldı. Yayımlanmış dört kitabı ve makaleleri bulunmaktadır.
Evli ve üç çocuk babasıdır."






Görüldüğü gibi çok sade ve sıradan bir biyografi denemesi...


Ama Mahir Kaynak'ı bu ifadelerle tanımlamak yeterli mi? Kesinlikle hayır.


Bu ifadeler buzdağının görünen yüzüdür sözüne bile eksik olduğu izlenimini hemen verir.


Mahir Kaynak herkesin malumu olduğu üzere bu ülkenin kaderi üzerinde etkili olmuş nadir şahsiyetlerden birisidir.


Uzun söze gerek yok.


9 Mart ve 12 Mart iki tarih.


Darbe ve muhtıra...


Oyunbozan...


Sonrası ise deşifre ya da başka bir şey...


Müntesibi olduğu teşkilatta sessizliğe bürünülmüşlük 12 Eylül sonrası durulan suların ardından akademisyenlik, profesörlük, ucundan kıyısından köşesinden siyasete bulaşırmış gibilik, medya kanalıyla yeni bir popülerlik...


Mahir Bey 84'lü ve onu takip eden yıllarda; 12 Eylül Darbesinin kesif ve de yoğun baskısının ve ağırlığının Türkiye'nin en hassas kılcal damarlarında bile etkisini sürdürdüğü dönemlerde bir kaç (!) mütekaid generalin yanında basın ve medya dünyasının görüşlerine başvurduğu emekli MİT mensubu olarak sahnede arz-ı endam ediyordu...


Kimi zaman gazeteler ondan MİT'ten emekli daire başkanı diye, kimi zamanda eski MİT müsteşarı diye söz ederlerdi...


Bilgisizlik mi başka bir şey mi o da ayrı konu...


Ama ülke meseleleri üzerinde henüz bu kadar uzmanın olmadığı zamanlarda o uzman olarak sahnede yerini çoktan almıştı...


Gerek iç siyaset gerekse dış siyaset her fırsatta görüşüne başvurulan akil adamlar sınıfındaydı.


Onu cazip hale getiren eski(!) istihbaratçı olmasının yanı sıra akademisyenlik titri idi...


Öyle ya herkesten bir şey olmuyor.


Backroundun iyi olunca da pazarda sana bir yer açıyorlar...


Kaht-ı ricalin olduğu yerde raculun bulunması kendisine katkı sağlayacak basın camiası içinde iyi bir şeydi...


Gazete ve tv mutfağına sürekli malzeme sağlamak sağlayıcıya hem prim kazandırır hem de mevki ve de vazgeçilmezlik...


Üstelik malzeme türünün az bulunanı ve değişik lezzetler sunan biriyse...


Kendisine şahsen ve de bizzat Kızılay'da Türk İş Pasajında kitapçıların mekanlarında rast gelmek sıradan bir vakıaydı.


Görsel medyanın 90'lı yıllarda hızla yaygınlaşmasıyla bu sefer tvlerin reyting programları olan siyasi yorumların yapıldığı açık oturum programlarının vazgeçilmez katılımcılarından olmuştu...


Allah var söyleyecek sözü çoktu ve analizleri öyle yabana atılacak cinsten değildi...


Üstelik ağırlığı ve vakarı onu daha da dinlenir ve cazip hale getiriyordu.


Kim ne derse desin kendisinin yetiştiren ekol ve şahsına ait özellikler medyanın çeşitlenmesiyle geniş kitleleri etkileme hususunda etkin rol oynamıştır...


Mahir Kaynak'ın görüş ve düşüncelerinden etkilenmeyen, onun söylediklerini dikkate almayan siyasetçi ve entellektüel sayısı çok azdır...


Geniş bir perspektiften bakabilenler için sözleri çok alternatifli denklemler gibidir.


Herkes öyle yada böyle mutlaka sözlerinden kendine bir pay çıkarır...


Uzun süren sessizlik dönemleri olsa bile bizimkisi gibi çok hareketli bir gündeme ve oynak bir zemine sahip ülke için Mahir Bey vazgeçilmezler arasındadır.


Malumunuz her ne kadar çeşitli programlarda gerek telefon aracılığıyla gerekse mücessem olarak şahsıyla arz-ı endam etse de köşe yazarlığı sözlerini artık daha da kalıcı hale getirmeye başladı.


Hatta yazdıklarını kitap haline bile getirdi...


Söz yazılmaz ise suya yazılmış gibidir çok azının dışında uçar gider.


Ama yazı öyle değildir.... Taşa kayaya kazınmış gibidir ve kalıcıdır...


Bu kadar şeyi Mahir Kaynak ile ilgili kendi tespitimiz olarak aktardık...


Aslında pek bir şey söyledik denemez.


Ama baştan demiştik herkesten herşey olmuyor diye...


Mahir Bey gibiler uzun soluklu maraton koşucusudur.


Öyle bir kenara çekilip emekli oldum, vakit geçirmek için bir şeyler söyleyeyim cinsinden işlerle uğraşmazlar...


Satranç oyuncuları her daim satranç oynamaya devam ederler...


Bu girizgah her ne kadar bir portre denemesi olarak adlandırılsa da son günlerde yazdığı bir iki makaledeki dikkatimizi çeken bir son günlerin gündemiyle ilgili bir kaç hususa zemin teşkil etsin diye kaleme alındı...


Kalkıp da bodoslama "Sen ne demek istiyorsun amca?" denmez herkese...


İnsan haddini bilmeli değil mi?
Natık'ız diye rastgele iş yapılmaz...
Yazdıkları hakkında söyleyeceklerimiz varsa o kişi ile ilgili bir kaç sözümüz de varsın olsun...