28.02.2012

Bugünden 28 Şubat’a Bakmak ve TBMM


Bu ülkede yıllarca hukuk katledildi…

Dolayısıyla adalet ortalıkta pek görülmedi…

Yıllarca adalet gözü bağlı eli kılıçlı kızın adı oldu…

Adına post modern darbe yakıştırması yaptıkları modern zamanların(!) hukukun ve adaletin rafa kaldırıldığı sürecin üzerinden 15 yıl geçmiş…

Bakmayın siz hak hukuk diye ortalık yerde gezinen bazı çevrelere…

Bu ülkenin tarihine atılan çiziklerin en pervasızları ve pertavsızları sıralamasının ilk sıralarına yerleşen brifingli 28 Şubat sürecini sevimli göstermeye çalışanlardır onlar…

Hak hukuk dedikleri kendileri içindir…

O günler linç kültürünün devlet bürokrasisi eliyle bir kere daha tescil edildiği günlerdir…

Devletin ve ülkenin sahibi biziz diyen o elit yapı kendilerine her daim mideden ve göbekten bağımlı medyası ve iş alemi ile elele vererek meşruluğunu her zaman tartışılır halde getiregeldikleri sistemi iyice sorgulanır hale getirmişlerdir..

O günlerin fırtınalı havasında yapılanların gayri meşruluğu bilinmesine rağmen devletin tepesinden tırnağına bir çok kesim yangına körükle gitmişti…

Dönemin cumhurbaşkanı Demirel’in kollarını makas gibi açarak o meşhur “İşte çağdaş Türkiye bu” vecizesi(!) yapılanların üzerine mum dikmişti…

İşin en acı yanı ise bu post modern dedikleri garabetin öncesinde yaptıkları gibi bu dönemde de TBMM bu yanlışa meşruiyet kazandırmanın yegane istinadgahı olmuştu…

Darbeye ve darbelere maruz kalan TBMM, sonrasında maruz kaldığı darbeye meşruiyet kazandırmak için sahneye davet edilmişti…

Bu işi ise darbeyi önlemek gibi garip bir misyonu TBMM’ne yükleyerek yapmışlardı…

TBMM’nin o günlerde ki hali evlere şenlikti…

Acınası bir durum…

DTP isimli parti de o günlerde kurulmuştu.

İşin garip tarafı adına yakıştırmayı halkın Derleme Toplama Partisi şeklinde yaptığı DTP isimli partiyi kurduran zihniyeti kimse sorgulamadı.

Herkes alet olmak için çalıştı. 12 Eylül partileri ve sonradan kurulanlar dahil.
Direnenlerin çabası boşaydı.

Bir ayrıntıya dikkat çekelim…

Yön verenlere bu sefer yön verilmişti.

Ciheti askeriyeden o günlerin kudretli generallerinin sonraki düştüğü haller bunun bariz örneğidir.

Dizayn ediciler değişmiş ve kudretli bürokratlar taşeron durumuna getirilmişti.

TBMM koridorlarının ve bu sürecin kotarıldığı kurumların ve otel lobilerinin dili olsa da konuşsa…

Bugün çarşaf çarşaf görsel ve yazılı medyada yayınlanan itiraf gibi ifşaatlara bakıldığında bu işe çanak tutanların ve destekleyenlerin omurgasızlıklarına şaşmamak lazım!!!

Geçmişte söylemiştik bir daha söylememizde sanırım bir beis yok…

Dizayn ediciler Tansu Hanım’a fırsat vermediler. Tansu Hanım’ın yanılgısı o günlerde dönüşümlü Başbakanlık programına hükümetin dışındakilerin razı olmayacağını öngörememesiydi.

Sıradışı, TSE standartlarına aykırı bir politikacı olarak Tansu Hanım Rahmetli Erbakan Hoca’yı istifaya razı ederken muhtemelen kendi başbakanlığı döneminde kiminle nasıl hesaplaşacağının hesabını yapıyordu.

Ama o fırsatı ona tanımadılar.

Kimbilir belki bir gün o da konuşur da 28 Şubat süreci daha rahat sorgulanır hale gelir…

O günler her zaman halkın seyirci, bazı gazetecilerin aktör ve maşa , kulakları ve gözleri gazetecilerde ve ciheti askeriye cenahında olan bazı siyasiler ve kendilerini çok şey bilen sınıfından sayarak ve de söylemlerine gizem katarak oradan buradan laf taşıyanların.

İstihbaratçılar ve kendilerine istihbaratçı süsü verenlerin ellerinde ilginç ve eksantirik bilgileri ihtiva eden dosyaları gazete büroları öncelikli bir çok adrese taşıyanların.

Netice olarak sun’i bir hava ile kıvama getirilmiş bir hamur gibi oluşturulmuş gergin bir ortam olarak hatırlanacak..

Kargaşa ortamı oluşması ile akıl ve sağduyunun gittiği ve linç harekatının başladığı ve bir kasırga gibi önüne gelen her şeyi silip süpüren ve geriye halen temizlemekle bitiremediğimiz bürokratik, iktisadi ve siyasi ve dahi bilumum saymakla bitmez kusurlar ve borçlar olarak hatırlanacak.

23.02.2012

Darbecide Oyun bitmez!!!


Garip bir ülke olduk vesselam…

Devlet olarak onu yönetenler olarak iktidarı teslim ettiklerimiz olarak ve yönetilenler olarak hep bir mücadele hep bir mücadele…

İnsanı bir türlü rahat(!) bırakmıyorlar…

Bıraksalarda şöyle rahat rahat eskiden olduğu gibi ekmek elden su gölden misali saltanatımızı sürdürsek…

Ne güzeldi o eski günler…

Devletimizin memurlarını uzaktan görünce “Kaçın devlet geliyor” diye köşe bucak saklanan halk nerde şimdi ki halk nerde???

İmtiyazsız bir toplum sütresinin gerisinde ne güzel sınıflı bir toplum kurmuştuk…

Vaziyeti idare edip gidiyorduk…

Elbirliğiyle 2000’li yıllara kadar da Son 60 yıl içerisinde uyguladığımız her türlü argümanla
durumu iyi kötü idare ettik…

Ama olmadı kardeşim…

Bayrakvari ve benzeri eskiden icra edegeldiğimiz darbelerin ve Bizans oyunlarının her türlüsünü denedik…

Osmanlıda oyun bitmez sözüne dahi rahmet okuttuk ama yine de bu ayağı çarıklıların üstesinden gelemedik…

Kenar mahallenin çocukları gözüyle baktık…

Tapulu(!) arazimize gecekondu yaptırmayız dedik…

Bunları her defasında çıktıkları sandıktan çıktıklarına pişman ettik ama yine de sandıktan çıkmalarına engel olamadık…

Şimdikilerin hali hiçbir şeye benzemiyor…

Demirel’in şapkasını alıp gitmesine ve sonra geri gelmesine hiç benzemiyor…

O kadar dizayn etmemize rağmen, o kadar senaryo üretmemize rağmen, bütün yandaşlarımızla topyekün mücadele vermemize rağmen dönüştürme işini sağlıklı hale getiremedik…

Biz neredeyse dönüşmeye başladık…

Deliler nehrinden su içmeye zorlarken biz içer hale geldik…

Biz bize benzeriz derken biz bize benzemez olduk…

İçerden dışardan her türlü desteğe sahibiz ama bir eksiklik var gibi!!!

Dört bir el ile oluşturduğumuz gündemlere biz bile yetişemez olduk….

Şu hale bakın!!!

Eskiden merkez(!) medya ile CeHaPe’yle, İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisi eliyle, brifinglerle, Laikperest Mitingçilerle, Tiyatrocularımız ve entel barlardan bilumum sanatçılarımızla, silahsız kuvvetlerimizle, örgütlerimizin her türlüsüyle, STKlarımızla(!), akademik kadrolarımızla, sarı renge boyanmış sendikalarımızla, derneklerimizle yeri göğü inletirdik…

Her şey ve her bir yapı öylesine iç içe geçmiş ki gri alanlar çoğalmaya başladı…
Kim nerede belli değil!!!

İpin ucunu kaçırdık mı ne diye endişe duymuyor değiliz???!!!…

Duyuyoruz duymasına da buna rağmen hem elimizde koz çok hem de elimize koz veren çok…

Esip yağıp gürleyen… Otur oturduğun yerde diyen… Sonra duygusallaşıveren ve vicdanım rahatsız vecizeleri dudaklarından dökülüveren, her konuda söz söyleyebilen, bazen söyledikleri ile uyum(!)suzluk örneği sergileyebilen…

Yeter ki malzeme veren, malzemeciliği seven çok olsun…

Her ne kadar yeri yerinden oynatırız, attıracağımız bir manşetle ekonomik kriz çıkartırız dediğimiz zamanlardaki kadar artık sözümüz etkili olmasa da enkazı enkaz olarak göremeyen göz çok diyorlar…

Halen gündemi her ne kadar arkasından yetişemezsek de oluşturmaya devam ediyoruz diyorlar…

Halen yeri göğü eskisi kadar olmasa da oynatmaya devam ederiz diyorlar…

Kanunların arasına gizlediğimiz kurumlara dair o kadar o kadar ilginç ayrıntılar var ki ancak de facto bir durumda görülebilir diyorlar…

Ne dersiniz??? Doğru mu söylüyorlar???

Size bir soru; Enkazı enkaz olarak görebilen kaç göz vardır sizce???

22.02.2012

Tarihi ve Siyaseti Doğru Okumak


Tarihi bütün karmaşık yapısına rağmen doğru okursanız siyaseti de doğru okursunuz…

Tarihi ve nereden geldiklerini iyi bilen siyaset yapıcılar o nedenle siyasi arenada daha iyi bir çizgi takip edebilirler…

Tarihi doğru okuduğunuz zaman bu size bir şey daha kazandırır…

Halkı doğru okumayı…

Artık bundan sonrası halkın nabzını doğru tutmakla  alakalı bir alanda siyaset etmektir…

Halkımız çok partili siyasi hayata geçiş sürecinden sonra sabırla zamana ve zemine göre kendisine en uygun siyasileri her zaman bulmuş ve kendisini yönetmesini istemediği yapılardan her zaman uzak durmayı bilmiştir…

Dolayısıyla kendisini yönetmesini istediği iradeleri öyle ya da böyle iktidara taşımıştır…

Kıstası ise aldatıcı bir tarz güderek baskıcı ve ceberut bir yönetim anlayışı ile iradesine gem vuran zihniyete karşı durmanın işaretini ve izlerini takip etmek olmuştur…

Bunun ülkemiz ölçeğinde günümüze yansımasını en bariz şekilde kimin şahsında gerçekleştiğini ifade etmeye ve dillendirmeye gerek yok sanırım…

Ama her şeye rağmen bu doğru okumanın eksik ve yetersiz kaldığı alanlar vardır…

Bu halin getirdiği sorunlar ise bizlere el’an hak ve özgürlükler alanında yansımaktadır…

Zihinleri dumura uğratan sistemin genlerinde gizli bir takım düzenlemeler ustaca bir bağlayıcılıkla en ufak bir sarsıntıda ülkeye siyasi kriz olarak yansımaktadır…

Dolayısıyla ekonomik kriz olarak yansımaktadır…

Gerek siyasi gerek medyatik çevreler gerek statükocu iş alemi ve gerekse derinden derine seslerini yükseltmeye çalışan statükocu ve vesayetçi bürokrasinin her alanından birilerinin olsun da nasıl olursa olsun mantığı ile muhalefet olarak yansımaktadır…

Ülke olarak nizam veren bir siyasetin yerine rol alıcı bir siyaset alanına itilmemiz hayli zaman olmuştur.. Bu durumun iç siyaseti etkilemesi ise kaçınılmaz olmuştur…

Bunun nasıl bir elbirliği ve işbirliği ile gerçekleştirildiğini anlamak için geçmişe ve tarihimize iyi bir süzgeçten geçirerek bakmak yeterlidir…

Tarih yapıcılara tarihe bakıcıların geniş perspektifi ile bakmayı denediğiniz zaman bizlere öğretilen ile gözlerden kaçırılmaya çalışılanları görme imkanına kavuşuruz…

Bu da nizam veren siyaset yapıcılara ülkemiz özelinde daha sağlıklı bir siyaset yapmanın kapısını daha geniş aralar…

Burada siyaset yapıcıların en büyük handikapı eskilerin deyimiyle kaht-ı rical meselesi olacaktır…

Bu önemli bir meseledir…

Bu mesele sağlıklı bir şekilde çözülmezse gayretlerin boşa gitme ihtimali her daim vardır…

Bu meselinin önemini anlamak için Ak Parti İktidarının ülkeyi her alanda olumlu olarak getirdiği yerlere bakarken sistemin ürettiği başta yolsuzluklar ve idari mekanizmalarda görev alan insan unsurunun karıştığı her türlü olumsuzluğa da bakmakta fayda var…

Yeni bir anayasa yapılması çalışmalarının ölü doğmaya kapı aralıyor olması da bu minvalde sayılabilir…

Siyaset yapıcılar bu ve benzeri bir çok meselede kaht-ı rical ve yerine ikame olunanlar meselesi yüzünden sıkıntıya düşüldüğünü tarihe bakarak görebilirler…

Tarihi doğru okuyabilirseniz siyaseti daha doğru ve iyi yapma beceriniz artar…

21.02.2012

Devlet krizi mi ‘Özel Yetkili’ darbesi mi?


Misafir Yazar'dan
Devlet krizi mi ‘Özel Yetkili’ darbesi mi?
Gerçekten demokratik bir hukuk devleti olacaksa, ‘Yeni Türkiye’de özel yetkilerle donatılmış yargı kurumlarına artık yer verilmemelidir. Çünkü siyasi tarihimiz, söz konusu ‘özel’ mahkemelerin yol açtığı hukuk skandallarıyla doludur. Kaldı ki, son iki hafta boyunca yaşanan gelişmeler, özel yetkilerin nasıl pervasızca kullanılabildiğini bir kez daha göstermiştir. 

YILMAZ ENSAROĞLU / SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü

Şubat’ta MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile eski Müsteşar Emre Taner ve Yardımcısı Afet Güneş’in İstanbul Özel Yetkili Savcılığı tarafından şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldığı haberlerinin medyaya düşmesinden bu yana yeni bir ‘kriz’ yaşıyoruz.
İlgililerin kısa sürede kendi sınırlarına çekilmemesi halinde, 7 Şubat’ın, yeni bir sürecin/dönemin başlangıcı olarak anılmaya aday olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.Olan biteni, polis/yargı ile hükümet/MİT çekişmesi olarak ele almak doğru olmadığı gibi, bir parti ile bir cemaatin iktidar mücadelesine indirgemek de yanlış. Siyasete müdahalenin yeni bir versiyonu olarak tezahür eden olayların arka planı ya da kökleri aslında hayli karmaşık ve birçok açıdan analizi gerektiriyor. Ancak bu yazıda, daha çok hukuk devleti/hukukun üstünlüğü ilkesi açısından bir değerlendirme yapmaya çalışalım.
7 Şubat’ta ne oldu? Akşam saatlerinde, İstanbul Özel Yetkili Savcılığı’nın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la MİT’in eski yöneticilerini şüpheli olarak ifadeye çağırdığını öğrendik; 8 Şubat tarihli gazetelerde de, bu kişilerin nelerle suçlandığını en ince ayrıntılarına kadar okuduk. Böylece MİT yetkililerinin “bölücü örgütle aynı planın parçası oldukları”, “KCK’nın kuruluşunun MİT’in gözetiminde tamamlandığı”, “MİT’in Öcalan için kuryelik yaptığı”, “MİT istediği için, 14 Temmuz’da özerkliğin ilan edildiği” gibi bir dizi ‘gerçek’ten haberdar olduk ve pek çok köşe yazarımız marifetiyle de ‘Oslo Mutabakatı’nın tam metnine ulaştık.
Öte yandan, aynı günün gazetelerinde İstanbul Başsavcısı Turan Çolakkadı’nın “Bir bilgimiz yok. Olsa verilirdi diye düşünüyoruz. Eğer bu haber doğruysa, o zaman bizlere bilgi verilmeden yapılmış demektir”; “Böyle bir şey yok. Böyle bir şey olsa, İstanbul Başsavcısı olarak benim kesin olarak haberdar olmam gerekir.” şeklindeki açıklamalarını, Başsavcı Vekili Fikret Seçen’in ise “Öyle bir şey yok” diyerek kesin bir ifadeyle iddiaları reddettiğini okuduk. Başsavcının haberdar olmadığı bir soruşturmadan, vekilinin kesin ifadelerle söz etmesi, üzerinde ayrıca durulması gereken bir husus ama asıl önemlisi, bir gün sonra Seçen, haberlerin ve soruşturmanın doğru olduğunu söyledi ve soruşturmayı savunma misyonunu üstlendi.
“Sivil darbe” olarak adlandırılan bu gelişmeler karşısında, MİT yöneticileri ifadeye gitmediler; Hükümet, MİT Kanunu’nda zaten var olan bir düzenlemeyi “özel yetkili”lere karşı bir kez daha tahkim etti. Buna karşılık, “özel yetkili”ler ve belli bir grup medya organı, sıkı bir kampanyaya başladılar. Ancak süreci sağlıklı değerlendirebilmek için tam da bu noktada durup biraz geriye gitmekte yarar var.
Cumhuriyet tarihi boyunca yargı
Bizde yargının temel işlevi, bireyin hak ve özgürlüklerini değil, devleti korumak olmuştur. İlginçtir; siyasi iktidarlar değişmekte, farklı hükümetler döneminde pek çok hâkim-savcı göreve başlatılmakta ama yargıda hangi siyasi/ideolojik eğilimden kadrolar yer alırsa alsın, bu tutum değişmemektedir. Yani Cumhuriyet dönemi siyasi tarihimizin şekillenmesinde, yargı, özellikle de İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri gibi, spesifik olarak devleti koruma amaçlı kurulmuş istisnai yargı organları, belirleyici bir yere sahiptir. Ancak hukuk devleti, adil yargılanma hakkı ve tabii hâkim ilkeleri açısından özel yargı kurumları çok sorunludurlar ve bu yüzden de, kararlarının meşruluğu her zaman tartışılmıştır. Buna rağmen, kendisini devletin sahibi olarak görenler, devleti korumakla görevli ve yetkili olduklarını düşünenler, her zaman istisnai mahkemelere ihtiyaç duymuşlardır.

Bu çerçevede, cumhuriyetin ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri, daha sonra Sıkıyönetim Mahkemeleri devreye sokulmuştur. 1970’li yıllarda DGM’ler gündeme gelmiş ancak süreklilik kazanmaları 12 Eylül darbesiyle mümkün olmuştur. Sıkıyönetim Mahkemelerinin uğradığı eleştirilere benzer biçimde, DGM’ler de bünyelerindeki askeri hâkimler yüzünden bağımsız ve tarafsız olmamakla suçlanmış ve hatta Türkiye AİHM’de mahkûm edilmiştir. Abdullah Öcalan’ın yargılanması da gündeme gelince, DGM’ler 1999’da kaldırılmış ve yerlerini özel yetkili mahkemeler almıştır. Yargılama usulleri, görev alanları gibi eleştirilen açılardan yana bu mahkemelerin DGM’lerden pek farkı yoktur; kadroları dahi korunarak sadece isimleri değiştirilmiştir.
Eğer gerçekten demokratik bir hukuk devleti olacaksa, Yeni Türkiye’de bu tür özel yetkilerle donatılmış yargı kurumlarına artık yer verilmemelidir. Çünkü siyasi tarihimiz, söz konusu “özel” mahkemelerin yol açtığı hukuk skandallarıyla doludur. Kaldı ki, son iki hafta boyunca yaşanan gelişmeler, özel yetkilerin nasıl pervasızca kullanılabildiğini bir kez daha göstermiştir. O yüzden, geçici tedbirlerle yetinilmemeli ve özel yetkili yargı mekanizmaları tamamen ortadan kaldırılmalıdır. Böylece konumu, statüsü ve isnat edilen suçu ne olursa olsun, herkesin adil yargılanma hakkı güvence altına alınmalıdır. Ancak bu takdirde, “adalet mülkün temelidir” şiarı hayata geçebilecektir.
Adli kolluktan kolluk yargısına
Ne var ki, sorunun kaynağı sadece özel yetkilerin varlığı da değildir. Özel yetkilerin kullanımı ve özel yetkililerin kollukla ilişkisi de önemli bir sorundur. Yıllardan beri, hukuk çevreleri adli kolluk kurulmasını talep etmektedirler. Ne var ki, doğrudan savcılara bağlı olarak çalışan bir kolluk gücü oluşturulması beklenirken, tam tersine, yargı kolluk yargısına dönüşmüştür.Savcıların yapması gereken her şey, doğrudan polis tarafından yapılmakta ve polisin hazırladığı fezlekeler iddianameye dönüştürülerek mahkemelere gönderilmektedir. Böylece Türkiye, dünya hukuk/yargı tarihine “fezleke hukuku” kavramını ve mekanizmasını armağan etme yolunda adım adım ilerlemektedir. Bunun doğal sonucu olarak da, darbe dönemlerinde dahi yaşanmayan hukuksuzluklar, terörle mücadele başta olmak üzere birtakım kolluk görevlileriyle özel yetkili savcılar marifetiyle sahneye konulmaktadır.
Öte yandan, özel yetkilere sahip olmanın verdiği aşırı özgüvenle, adeta korku toplumu yaratılmakta, kamu vicdanıyla yargı arasındaki uçurum derinleşmekte ve hukuk devleti ideali, polis/yargı devleti gerçeği karşısında tutunamamaktadır. Günlerdir, belirli basın organlarında, özel yetkili mahkemelerin ve birlikte çalıştıkları emniyet kadrolarının darbe girişimcilerine, terör örgütlerine, çetelere vs. karşı verdikleri başarılı mücadeleler anlatılarak MİT operasyonu meşrulaştırılmak istenmektedir. Doğrudur ancak aynı sonucu genel yargı mekanizmalarıyla almak da mümkündür ve daha doğrudur. Kaldı ki, başarıyı, öldürülen ve tutuklanan insan sayısıyla, tutukluları ne kadar uzun süre içeride tutarak burunlarını sürttüğünüzle ölçüyorsanız, evet, bir başarıdan söz edilebilir. Ancak başarıyı, ülkeyi ne kadar adaletle yönettiğiniz, düşmanlarınız hakkında dahi ne kadar adaletle hükmettiğiniz, hukuku ne kadar üstün kıldığınız gibi değerler üzerinden ölçüyorsanız, o zaman bu kurumları yeniden gözden geçirmek zorundasınız demektir.
Yargı eliyle siyasi operasyon
MİT yetkililerinin ifadeye çağrılması sürecinde de, hukuki bir soruşturmadan çok bir siyasi operasyonun planlandığı açık. Çünkü soruşturmanın ekseni, içeriği ve kamuoyuna yansıtılma biçimi, aslında, suça bulaşan MİT mensuplarını yargılamaktan çok, MİT üzerinden hükümete ayar verme, siyaseti dizayn etmeye yönelik ayrıntılı bir strateji üzerinde çalışıldığını ve bunun uygulamaya konulduğunu gösteriyor. Tam bu noktada, bu operasyonu planlayanların ve uygulayanların arka planlarının masaya yatırılması da gerekmektedir ancak bu bir başka yazı konusu olacağından şimdilik buna girmeyelim ve değerlendirmelerimizi yine hukuk devleti ilkesi üzerinden sürdürelim.
Uzun yıllardır, polis ve yargı, hazırlık soruşturmalarının gizliliği kuralını çiğniyorlar. En ilginç davaların dahi iddianamelerini okumuyoruz; çünkü tüm detayları anında medyadan takip edebiliyoruz, kimin neden sorgulanacağını biliyoruz. Daha öncekilerde olduğu gibi, bu son operasyonda da, masumiyet ilkesini yerle bir eden, “şüpheli”leri açıkça ve kesin bir dille mahkûm eden ifadelerle dolu bir kara propaganda, bizzat özel yetkililerimiz eliyle yürütülüyor. Nitekim MİT yetkilileriyle ilgili suçlamaları da anında öğrendik. Daha ilginci, MİT mensuplarını “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağıran Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya hakkında “gizliliği ihlal” gerekçesiyle HSYK tarafından inceleme başlatılırken, savcılık makamı, soruşturma dosyasının detaylarını basınla paylaşmaya devam etti. Bir zamanlar yargı brifingler alırdı; şimdi ise artık kendisi brifing veriyor. Hatta geçmişte andıçlanmış bazı ünlü gazetecilerimize ‘kişiye özel’ brifingler vererek, onlar aracılığıyla kamuoyunu bilgilendiriyor.
Tüm bu nedenlerle, “7 Şubat girişimi”, tıpkı 367 darbesi gibi, yargının siyasete yeni bir müdahale teşebbüsü olarak anılacaktır. Ancak daha önceki müdahaleler vesayet rejimini korumak derdindeyken, 7 Şubat, yeni bir vesayet rejimi tesisini ima etmektedir. 7 Şubatçıları buna iten ana nedeni ise, zehirleyen, çürüten aşırı güç... Nitekim MİT’i KCK’lı ilan eden bu çürüme yüzünden, soruşturmanın Başbakanı da kapsayıp kapsamayacağı ciddi biçimde tartışılıyor; bu soruşturmanın sonunda ulaşacağı yerin siyaset, daha doğrusu hükümet olacağı pek çok kişi tarafından dile getiriliyor. Çünkü sorun, basit bir kurumsal bağnazlıktan ya da mesleki deformasyondan ibaret değil. Andıçlarla, psikolojik harekâtlarla mücadele edenlerin bugün kendilerinin de andıçlar hazırlamalarını, psikolojik harekât planları geliştirmelerini iyi irdelemek gerekiyor. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: Genel olarak AK Parti’yi ve dindar/muhafazakâr çevreleri yakından izleyenler için 7 Şubat, kesinlikle bir sürpriz olmadı. Belki zamanlaması ve seçilen hedef(ler) bazıları için şaşırtıcı olmuş olabilir. Ancak açılan yaranın dar açılı fitne uyarılarıyla, kuru güzellemelerle sarılması zor gözüküyor. Herkesin önce kendisini hesaba çekmesi iyi bir başlangıç olabilir.
yensaroglu@yahoo.com

9.02.2012

MİT Müsteşarı Üzerinden Manevra


İnsan sırrı sever zira kendisi bir sırdır...

Sırrı sevdiği için de sırlı ve gizemli şeyler ve yapılar sürekli ilgi alanı içerisindedir...
Sırrın en cazibeli alanını ise istihbarat çalışmaları oluşturur...
En ilkeli diye tabir edilen insanlar bile konu istihbarat ve gizli görev oldu mu ciciklerini gevşetiverir...
Kabul etmeyeni dahi kendi kafasında ki normlarla bu tür yapılanmaların içinde bulunmayı ister...
Ya da şöyle diyelim...
Herkesin ve her zihniyetin kendi tarzına göre istihbari yapılanması vardır ve yapıya uygun olan bu tür kurumlar her zaman çalışacak ve çalıştıracak eleman bulur...
Bu insana yönelik yüzüdür istihbarat kurumlarının...
Bir de ana nüvesi insan olan ve gerek ırk gerekse inanca ve diğer değişik yapılanmalara dayalı olarak oluşan devletlere bakan bir yüzü var bu kurumların...
İstihbarat kurumları devletlerin varlığı ile önem kazanan devletlerin bekasına ve güvenliğine katkı sağlayan en önemli kurumların başında gelir...
Eski zamanlarda her devletin var olan istihbari kurumları çok çeşitli değilken modern zamanlarda bir çok saikle devlet içinde bir çok kurumun alan farklılığı dolayısıyla istihbari yapılanmaları çeşitlilik arz etmiştir...
Devlet bir üst kimlik olarak bir istihbarat teşkilatı kurmuş ama askeriye kendi içinde istihbari yapılanmaya giderken her bir ordu komutanlığı kendi içinde yapılanmıştır...
İç güvenlikten sorumlu emniyet teşkilatı ise kendi içinde yapılanmıştır...
Yetmemiş devlet dış tehdit endişesi ile gizlinin gizlisini de kurmuştur...
Hinderlantı geniş olan devletler ise daha da ileri giderek gelişen teknoloji ve tehdit alanlarının genişlemesi ve olası tehditleri de kendileri yaratarak daha farklı istihbarata teşkilatlarını da kurmuşlardır...
Bu kurumlar hangi ülke bünyesinde ise birbiri ile iltisakı ve ortaklıkları; söz konusu olan devletin ali menfaatleri ise başarı zirve olmuştur...
Genellikle de bu kurumlar devletin ali menfaatlerinin ne olduğunu bilerek çalışırlar...
Bugün dünya siyasetinde söz sahibi olan ülkelerin durumları göz önünde bulundurulduğunda fazla bir söz söylemeye gerek kalmayacak sahneler arzı endam eder...
Kayıt dışı yapılar insan unsurunun olduğu yerlerde kaçınılmaz olarak boy gösterir fakat oturmuş devlet gelenekleri bunların üstesinden gelir...
Gelelim ülkemiz özeline...
Yaşadıklarımıza bakınca yapının halen oturmadığı anlaşılıyor...
Bundan dolayıdır ki geçmişte en etkili ağızlar rutin dışı(!) tanımlamalarda bulundular...
Rutin dışı tanımlamaları sonuç olarak sarsıldığı ifade edilen devlet menfaatlerine kişisel menfaatlerin karışmasının tarifidir...
Bazen ülke yönetiminde söz sahibi olan insan unsurları devletin güvenlik siyaset belgesi ile kendi güvenlik siyaset belgelerini birbirine karıştırırlar...
Karışıklıkların çıkış yerleri genellikle tam da buralarda baş ve boy gösterir...
Ondan sonra da millete pirincin taşını ayıklamak düşer...
At izi it izi dedikleri, atın önünde et itin önünde ot dedikleri şey budur...
Bu yönetimi elinde tutan bir kısım insan unsuru yönetici elitin kendini farklı görmeye alışması ve içinden geldiği halkı; menfaatlerini kollaması, hizmet edilmesi gereken değil de kendine hizmet etmesi gereken unsur olarak görmeye başlamasının tezahürüdür...
Hal böyle olunca her şey kendilerine düşmanmış gelir ve düşman olarak görür...
Gizlinin gizlisi de ne zaman istikrar olsa bunu istikrarsızlık olarak görür ve taşları yerinden oynatmak için harekete geçer...
Şimdiye kadar yaşadıklarımız bunun dışa vurumu idi...
Anlaşılan o ki taşların yerine oturması için daha zamana ihtiyaç var...

Sıcak bir zaman diliminde gelişen olaylara bakıldığında Sayın Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığına getirilmesinin öncesi ve sonrasında yürütülen dezenformasyonun dozunun gittikçe arttığı gözlerden kaçmıyor…

Eski ve yeni MİT Müsteşarlarının ve Müsteşar Yardımcısının şüpheli sıfatıyla birilerinin elbirliğiyle örgütlerin anası haline getirilen örgütün yapılanmalarından birisi ile ilgili önemli bir dava soruşturmasında ifadeye çağrılmaları travma üstüne travma yaşayan ülkemizde farklı bir travmanın kapısını araladı…

Oyun oynanacaksa büyük oynanmalı ve bu oyunu oynayanlar büyük oynuyor…

Sızdırma harekatı meyvelerini almaya yönelik hamlelerini yapmaya başladı…
Yıllardır uygulanan politikalarla çözümsüzlüğün bir parçası haline getirilen bir meselede çözüme yönelik adımların doğru atıldığına dair en önemli delil eskisi ile yenisi ile MİT Yöneticilerinin şüpheli durumuna düşürülmelerinin yol haritasının oluşturulmasıdır…

Anlaşılan o ki Ak Parti İktidarının şahsında devlete yönelik hamle geliştirenler bir adım önde gitmeyi becerebiliyorlar…
Sarsılmak istenen iktidar anlaşılan o ki sarsmayı başardığı için dozu yüksek karşı hamlelere maruz kalıyor…

Birilerinin de etekleri zil çalıyor, gözleri ise timsah gözyaşı döküyor…

Bizler seyirci makamındayız bakalım gelişmelerin seyri nasıl olacak…

7.02.2012

Laikliğe Methiye



Sevgili Laiklik seni haddimiz olmayarak ilk değerlendirmemiz Anayasa metninde yer alışının 71. yıl dönümü münasebeti ile olmuştu…

Şaka bir yana üzerinden 4 yıl geçmiş ve sen Genç(!) Cumhuriyetle birlikte bir 4 yıl daha yaşlanmışsın…

Daha dün gibi hatırlıyorum o günleri adına ne mitingler düzenlemişti…
Ne günlerdi o günler…
Hey gidi günler…

İzmir ’de hatırı sayılır senin müntesibin laikçi bir kalabalık senin adına “Değiştiremezsiniz” konulu muhteşem bir miting düzenlemişti. Ben o zamanlar televizyondan izlemiştim ama Cumhuriyet Gazetesi verilerine göre yaklaşık 10 bin kişi mitinge katılmıştı.

Gösteriyi Yurtsever Yurttaşlar Platformu düzenlemişmiş o zamanlar.
Anti parantez Bu yurtsever yurttaşlar kelimeleri bana hep sağ cenahta Vatanseverler Güçbirliği gibi isimleri çağrıştırır. Yurt eş anlamlısı vatan. Yurttaş eş anlamlısı vatandaş.
Bir elmanın iki yarısı gibi isim değişikliği altında birbirlerine benziyorlar.

Fark edeniniz var mı bugünlerde esameleri okunmuyor…

Her neyse geçelim bir klavye tuşu; sana intisap eden laikçi nesil seni “Türkiye Laiktir laik kalacak” sloganı eşliğinde günün ve senin mana ve önemini anlatan konuşmalarla bir güzel anmışlardı.

Seni vesile ederek  o anma töreni; baş belan olan başörtüsü ile ilgili olmayan yasağı 
TBMM ’de Anayasa değişikliği ile kaldıran karşı bir gösteriye dönüşmüştü.

Ankara ’da da Laikçi müntesiplerin eş zamanlı  Sıhhiye’de de büyük bir bağımsızlık ve Laiklik mitingi düzenlemişlerdi.
Gerçi Ülke çapında büyük gösterilerle anmayı unutmuşlardı ama olsun.

Tuncay Özkan o günlerde hançeresini yırtarcasına meydanları inim inim inletiyor gövde gösterileri düzenliyordu…

Hatta ve hatta -eski kayıtlara bakın- Ergenekon nam davalar yeni yeni neşvü nema bulurken “Beni de alın Beni de alın” diye ortalığı yıkıyordu…

Şimdi ise “beni tahliye edin” diye çırpınıyor… Geçelim bir kalem…

Evet Sevgili Kardeşim Laiklik o günlerde nelerin istinadgahı, dayanağı ve dahi ilham kaynağı olmadın ki???…

Akla gelen her şeyin biricik ilacı idin. Hoş halen de öylesin…

Ama bugünlerde sana sanki yeterince ihtimam göstermiyorlar gibi gibi…
Eskisi gibi mitinglere konu olmamaya başladın.
Bu iyi bir şey mi? Tereddütüm var…

Her şeye rağmen şaka gibi ama CHP’nin altı oku Anayasanın kalbine hançer gibi saplanmışken içlerinden sadece senin kutlamaya tabi tutulman önemli…

Değerini ve kıymetini bil…

Ama şunu da hatırda tut…

İlke olarak –sanki yalnız girmişsin gibi- Anayasa'ya girişinin 75. yılını CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu  "Laiklik ülkemiz için büyük bir devrim ve şanstır. Şanssızlığımız onu yeterince idrak edememiş bir zihniyetin varlığı ve tavrıdır" ifadeleriyle twitter'dan kutluyor…

Mitinglerden twiterlara düşmek!!!
Böyle mi olmalıydı…

Gel de Deniz Baykal’ı arama!!!

Senin müntesiplerin ve sevenlerin seninle ilgili ne yaptılar pek seçemedim ama görünen Milliyet Gazetesi yazarı Osman Ulagay’ın 4 yıl önce yaptığı tespit gerçekleşecek gibi görünüyor ne demişti o günlerde hatırlayalım…

 Milliyet Gazetesi yazarı Osman Ulagay laik kesim AKP ’ye karşı akılcı değil, duygusal muhalefet yapmaya devam ettiği müddetçe iktidar şansını kaybediyor. ‘Artık yeter’ diyor ve endişeyle: ‘Böyle giderse bizim laik mahalle marjinalleşir.’ diyordu…
Endişeyi görüyor musun?

Laiklik!!! Sana bir soru sen ve senin müntesiplerin aslında hep marjinal miydi yoksa???

Diyeceğim ama Devletin zirvesinden yansıyan mesajlar halen etkinliğini ve gücünü dikkate değer kılıyor…

Bak ne diyorlar aktarayım da gönlün rahatlasın…

Önce Cumhurbaşkanımız:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, laiklik ilkesinin Anayasa'ya girmesinin 75. yıl dönümünde milletin, Cumhuriyetin diğer niteliklerinin yanında bu ilke üzerinde de güçlü bir anlayış birliği içinde olduğunu belirtti. Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre Gül, Anayasa'nın 2'nci maddesinde  Türkiye Cumhuriyeti'nin 'demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti' olarak hükme bağlandığını hatırlatarak laiklik ilkesinin birinci yönünü inanç hürriyetinin kapsadığını belirtti. Anayasanın 24'üncü maddesinde herkesin vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğu ve ibadet, dinî âyin ve törenlerin serbest olduğu belirtilerek inanç ve ibadet hürriyeti düzenlendiğini hatırlatan Gül, mesajında özetle şu ifadelere yer verdi: "Laikliğin ikinci yönünü din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması oluşturmaktadır. Laiklik toplumsal barış açısından önemli bir işlev görmektedir. Cumhuriyetimizin niteliklerinin milletimizin birlikte yaşama iradesini güçlendirmeye devam ettiğinden hiç kimsenin şüphesi bulunmamaktadır."

İnanmak istiyorum… İnanmak istiyorum…

Sırada Meclis Başkanı var:

TBMM Başkanı Cemil Çiçek de yayınladığı mesajında "Laiklik ilkesi, inanç ve kültür farkı gözetmeksizin temel insan haklarını güvence altına alan vazgeçilmez bir Anayasa hükmüdür" hatırlatması yaptı. Çiçek, laikliğin toplumsal barışın sigortası olarak birlikte yaşama kültürünü güçlendiren bir unsur olduğunu da vurguladı.

Sayın Başbakanın mesajına gelince:

”75 yıllık tecrübe göstermiştir ki laiklik ilkesi, cumhuriyetimizin demokratikleşme çabalarıyla en ideal ve modern anlamda sosyal bir hukuk devleti olma gayretleriyle bir arada ele alındığında ülkemizin ilerlemesi, kalkınması, barış, huzur ve istikrar içinde geleceği şekillendirmesi noktasında hayati bir önemi haizdir. Laiklik, ayrıştırıcı değil birleştirici, baskıcı değil özgürleştirici, tek tipleştirici değil hoşgörülü bir yorumla uygulandığında demokrasiye güç katmış, ekonomiye, dış politikaya, sosyal hayata ivme kazandırmıştır. Laikliğin anayasal ilke olarak kabul edilişinin 75. yıl dönümünü kutluyor, tüm vatandaşlarımı sevgiyle selamlıyorum.”

Evet Sevgili Laiklik  hayati bir önemi haizsin…

Bunu sakın unutma…

Ama bu Başbakan da bir alem…

Gençliğin nasıl yetiştirilmesi gerektiği tartışmalarına açtığı kapı ve ardından Partisinin Grup Toplantısında konuyu yeniden bam teline bastığı eleştirilerle yeniden gündeme getirmesi birazcık seni arka plana attı gibi ama olsun…

Bak Ne demiş özetle sana da vurgu yaparak…

Daha önceki dönemlerde gençlik zararlı alışkanlıklara özendirilirken, kendi değerlerine yabancı hale getirildiğini söyleyen Sayın Erdoğan, "Çok uzağa gitmeye gerek yok, 2000'li yıllarda başörtülü öğrencileri ikna odalarına alanlar CHP tarafından ödüllendirildi. Elinizde dindarlığı ölçecek alet mi var diyorlar. Dindarlığı ölçecek değiliz. Bizim uluhiyyet kavgamız yok. O ancak Kadir-i Mutlak olan Allah'a aittir. Siz bu ülkede yıllarca laikliği nasıl ölçtünüz, hangi cihazı kullandınız. Üniversitelerde başörtülü kızların laikliğini nasıl ölçtünüz. Başörtüsüyle ilgili düzenlemeyi neden Anayasa Mahkemesi'ne götürdünüz ey Kılıçdaroğlu. Siz önce millete bunu anlatın. Dindar bir nesil derken neyi kastettiğimi anlıyor musunuz. İmam hatiplerle sorununuz ne. Katsayı konusuna neden bu kadar takıldınız. Siz önce bunu anlatın”

Senin başbelan olan bu din meselesi seninle beraber anılınca daha bir anlam kazanıyorsun…
Ama olsun senin yerin bambaşka!!!…

Bu mesele olmazsa senin hayat damarlarını ne besleyecek söyler misin bana???

Bütün insicamınla ayaktasın…

6.02.2012

Din Üstünden Polemik


Şu bizim entelektüel camiamızın tuhaf ve dahi garip saplantıları vardır…
Entelektüel camia dediysek alanını sınırlı tutmayın…

Sınırları geniş tutarken de bu sınıfa giren herkesi ve her kesimi de aynı kefeye koymayın…

Ama kapsamı alanı alabildiğine geniştir…

Medya camiasından akademik kadrolara ve sonradan görme iş alemine ve dahi aşağılık kompleksini üzerinden bir türlü atamamış bir zamanlar dindarlıkları ile malum ve meşhur bazı zevatı da kapsar…

Hariciyeden emekli olup mütekaid monşer kadrosuyla yazarak, bir düşünce kuruluşunda düşünerek ve dahi siyasi arenada boy göstererek değerli fikirleri ile kervana dahil olanlar da vardır…

Eli kalem tutup da aydın sınıfına dahil edilenler zaten bu camianın gediklisidirler…

Bu kesimin çeşidi hatırı sayılır sayıdadır…

Ama iki türü vardır ki burunlarından kıl aldırmadıkları için nefes almakta zorlanırlar…

Bunlardan ilk sınıfa dahil olanları despotizm hırkasını üzerlerinden hiç çıkarmayanlardır… Kendilerini her daim imtiyazlı ve seçkin görürler…

Tepeden bakmak, yabancılaştıkları içinde yaşadıkları halka nizamat vermeye kalkmak kendilerine asli vazife gibiymiş gibi davranırlar…

Onlara göre mevcut rejimin kendilerine tevarüsen bıraktığı değerler silsilesi her şeyin üzerindedir…

Din gibidir hatta ve hatta din üstüdür…

İkinci kısma dahil olanlar kendilerini liberal olarak sınıflandırmayı pek severler ve böyle anılmaktan çok hoşlanırlar… Gururlarını okşamak istiyorsan bahse konu olduklarında liberal aydınlarımız diyeceksin…

Pek bi mutlu olurlar…
Kerametleri kendilerinden menkul olduğu için her şeyin doğrusunu iyi bilirler…

Futbol yazarı ve yorumcusu gibidirler, her şeyin iyisini bilirler…

Bunların hemcinsleri medya camiasında hatırı sayılır miktarda hem yer tutmuş hem de bir ekol olarak dededen atadan miras olarak gazeteciliği de meslek edinmiştirler…

Bunların cemaziyelevvelini iyi incelediğinde hatırlı ailevi ilişkiler, despot siyasetin hüküm sürdüğü günlerden kalma siyasi kişilikler, bir zamanların güçlü bürokratları ile olan akrabalık ilişkileri ve dahi buna benzer akrabalık ilişkileri camiaya dahil olmanın kolay yollarıdır…

Örneklerinin izlerini soyadlarından, ölüm ilanlarından daha bir çok bağlantılardan takip edebilirsiniz…

Fırsat sahibi olduklarında despotizm onlar için sıradan bir vasıf iken güç ayaklarının altından kaydığında mağdur rolünü onlardan başka kimse Oscarlık bir performans ile sergileyemez…

Yalnız küçük bir kusurları vardır…

Gelin siz yapın, dediğinizde desteksiz attıklarını ve desteksiz kaldıklarını anlarsınız…

Her şeye rağmen hiçbir şeyden tatmin olmadıklarını ve istediklerinin sınırlarının olmadığını da kolaylıkla fark edebilirsiniz…

İlkeleri kendi dünyalarına sıkıntı vermeyen her yolun mübah olduğu sınırsız(!) bir özgürlüktür…

İçinde yaşadıkları halk istisna tutulacak olursa her şeye aşina olabilirler…

Bu günlerde Tayyip Bey’in dindar gençlik ifadelerinden yola çıkarak kendilerine yeni tartışma konusu buldular…

Din üstünden polemik yapıyorlar…

En rahat at oynattıkları alan olan İslam merkezli dini polemik…

Söylenmedik söz bırakmıyorlar, bırakmayacaklar…

İslam merkezli dini bir hassasiyet olmasın da ne olursa olsun…

Eskiden laiklik elden gidiyor diye vaveyla çekerlerdi…

Artık onu da yapmıyorlar…

Ama bel altı vuruşlardan bir türlü vazgeçemiyorlar…

Muhalefeti ile entelektüeli ile iyi ki varlar…

Tuhaf korkulara sahipler diyeceğim ama bunlarınki korku değil alerjik bir vakıa…

Genlerinde var…

2.02.2012

Ateist Gençlik mi Dindar Gençlik mi???


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin genel merkezinde düzenlenen Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında yaptığı konuşmayı izlediniz mi???
Güzide ülkemin harici ve dahili bir çok sorununa değindi…
Harici ve dahili bedbahtlar çatlasın desek mi acaba???
Espri bir yana Tayyip Bey geçirmiş olduğu ameliyat sonrası yavaş yavaş eski performansına kavuşuyor…
Performans aynı zamanda yeni yeni dokunulmayan tabulara değinileri de beraberinde getiriyor.
Bir çok meselede çalıyı dolaşan bir siyaset takip etse de yer ve zamanlama konusunda kendine göre mükemmel bir yaklaşım sergiliyor…
Memleket meselelerine çözüm getirmek ve halkın ihtiyaç duyduğu, özlemini çektiği konularda duygulara hitap ederken olması gerekenleri gerçekleştirmek için siyaset yapmak bu olsa gerek…
Bu toplantıda yaptığı konuşmada değindiği konuların hemen hemen tamamı aslında muhataplarınca bilinen ama geçmişte dillendirildiğinde veya gündeme getirildiğinde dile getirenlerin linç girişimine maruz bırakıldığı konulardır…
Evet eski zamanların linç kültürü de sahneden çekilmenin işaretlerini bundan sonra vermeye başlayacak…
Bize göre dünkü konuşmanın ve değinilerin en önemli kısmı CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun kendisine yönelik bir eleştirisine verdiği cevaptı…
Aynen alıntıladık…
“Benim dünkü konuşmamdan kalkıp Türkiye’yi dindarlar, dinsizler diye ayırdığımı söylüyor. Benim ifademde dindar bir gençlik yetiştirme var. AK Parti’den ateist bir nesil yetiştirmemizi mi bekliyorsun? Biz dindar, muhafazakar ve demokrat, milletinin, vatanının değerlerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz.”
Bu ifadeler geçmişte başbakanlık koltuğuna oturanların sarf edemeyeceği cümleleri, duyguları ve düşünceleri ifade etmektedir…
Başka söze gerek var mı??? Şapka çıkartıyoruz…
Evet!!!
Genç(!) Cumhuriyetimizin kurtulması gereken o kadar çok yükü var ki kendisine ayak bağı olan…
Neredeyse kuruluşundan beri yaslandığı bütün değerlere sırt dönse yeridir…
Çünkü kurucu babalarının oluşturduğu pozitivist anlayışa dayalı ideoloji de dahil sahip olduğu bütün değerler bugün kendisine yüzleşmesi gereken gerçekler olarak geri dönüyor…
Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak; bırakın çıkmayı bu seviyeyi geride bırakmak adına yapılan çalışmalar sanki her alanda geri kalmak ve elde geçmişe dair bu halkı bir arada tutan ne varsa yok etmeye ve başsız bir gövde oluşturmaya yönelik bir plana benziyor…
Çünkü geçmişte ekilen tohumlar sadece ve sadece sorun ürettiği için herşey sorun olarak karşımıza çıkar oldu…….
Bugün tartışılan konulara ve akıl karışıklığına bakıldığında bu rahatlıkla gözlemlenebilir…
Elinizi nereye atsanız dökülen devasa bir sorunlar kumkumasına benziyor koca bir ülke…
Sorunlarını sevdiğimin Türkiyesi!!!
Bıraksalar küllerinden yeniden dirilecek ama yakasını bırakmayan o kadar çok dert var ki…
Ama her şeye rağmen küllerinden yeniden diriliyor…