Gerçekten demokratik bir hukuk devleti olacaksa, ‘Yeni Türkiye’de özel yetkilerle donatılmış yargı kurumlarına artık yer verilmemelidir. Çünkü siyasi tarihimiz, söz konusu ‘özel’ mahkemelerin yol açtığı hukuk skandallarıyla doludur. Kaldı ki, son iki hafta boyunca yaşanan gelişmeler, özel yetkilerin nasıl pervasızca kullanılabildiğini bir kez daha göstermiştir.
YILMAZ ENSAROĞLU / SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü
Şubat’ta MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile eski Müsteşar Emre Taner ve Yardımcısı Afet Güneş’in İstanbul Özel Yetkili Savcılığı tarafından şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldığı haberlerinin medyaya düşmesinden bu yana yeni bir ‘kriz’ yaşıyoruz.
İlgililerin kısa sürede kendi sınırlarına çekilmemesi halinde, 7 Şubat’ın, yeni bir sürecin/dönemin başlangıcı olarak anılmaya aday olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.Olan biteni, polis/yargı ile hükümet/MİT çekişmesi olarak ele almak doğru olmadığı gibi, bir parti ile bir cemaatin iktidar mücadelesine indirgemek de yanlış. Siyasete müdahalenin yeni bir versiyonu olarak tezahür eden olayların arka planı ya da kökleri aslında hayli karmaşık ve birçok açıdan analizi gerektiriyor. Ancak bu yazıda, daha çok hukuk devleti/hukukun üstünlüğü ilkesi açısından bir değerlendirme yapmaya çalışalım.
7 Şubat’ta ne oldu? Akşam saatlerinde, İstanbul Özel Yetkili Savcılığı’nın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la MİT’in eski yöneticilerini şüpheli olarak ifadeye çağırdığını öğrendik; 8 Şubat tarihli gazetelerde de, bu kişilerin nelerle suçlandığını en ince ayrıntılarına kadar okuduk. Böylece MİT yetkililerinin “bölücü örgütle aynı planın parçası oldukları”, “KCK’nın kuruluşunun MİT’in gözetiminde tamamlandığı”, “MİT’in Öcalan için kuryelik yaptığı”, “MİT istediği için, 14 Temmuz’da özerkliğin ilan edildiği” gibi bir dizi ‘gerçek’ten haberdar olduk ve pek çok köşe yazarımız marifetiyle de ‘Oslo Mutabakatı’nın tam metnine ulaştık.
Öte yandan, aynı günün gazetelerinde İstanbul Başsavcısı Turan Çolakkadı’nın “Bir bilgimiz yok. Olsa verilirdi diye düşünüyoruz. Eğer bu haber doğruysa, o zaman bizlere bilgi verilmeden yapılmış demektir”; “Böyle bir şey yok. Böyle bir şey olsa, İstanbul Başsavcısı olarak benim kesin olarak haberdar olmam gerekir.” şeklindeki açıklamalarını, Başsavcı Vekili Fikret Seçen’in ise “Öyle bir şey yok” diyerek kesin bir ifadeyle iddiaları reddettiğini okuduk. Başsavcının haberdar olmadığı bir soruşturmadan, vekilinin kesin ifadelerle söz etmesi, üzerinde ayrıca durulması gereken bir husus ama asıl önemlisi, bir gün sonra Seçen, haberlerin ve soruşturmanın doğru olduğunu söyledi ve soruşturmayı savunma misyonunu üstlendi.
“Sivil darbe” olarak adlandırılan bu gelişmeler karşısında, MİT yöneticileri ifadeye gitmediler; Hükümet, MİT Kanunu’nda zaten var olan bir düzenlemeyi “özel yetkili”lere karşı bir kez daha tahkim etti. Buna karşılık, “özel yetkili”ler ve belli bir grup medya organı, sıkı bir kampanyaya başladılar. Ancak süreci sağlıklı değerlendirebilmek için tam da bu noktada durup biraz geriye gitmekte yarar var.
Cumhuriyet tarihi boyunca yargı
Bizde yargının temel işlevi, bireyin hak ve özgürlüklerini değil, devleti korumak olmuştur. İlginçtir; siyasi iktidarlar değişmekte, farklı hükümetler döneminde pek çok hâkim-savcı göreve başlatılmakta ama yargıda hangi siyasi/ideolojik eğilimden kadrolar yer alırsa alsın, bu tutum değişmemektedir. Yani Cumhuriyet dönemi siyasi tarihimizin şekillenmesinde, yargı, özellikle de İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri gibi, spesifik olarak devleti koruma amaçlı kurulmuş istisnai yargı organları, belirleyici bir yere sahiptir. Ancak hukuk devleti, adil yargılanma hakkı ve tabii hâkim ilkeleri açısından özel yargı kurumları çok sorunludurlar ve bu yüzden de, kararlarının meşruluğu her zaman tartışılmıştır. Buna rağmen, kendisini devletin sahibi olarak görenler, devleti korumakla görevli ve yetkili olduklarını düşünenler, her zaman istisnai mahkemelere ihtiyaç duymuşlardır.
Bu çerçevede, cumhuriyetin ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri, daha sonra Sıkıyönetim Mahkemeleri devreye sokulmuştur. 1970’li yıllarda DGM’ler gündeme gelmiş ancak süreklilik kazanmaları 12 Eylül darbesiyle mümkün olmuştur. Sıkıyönetim Mahkemelerinin uğradığı eleştirilere benzer biçimde, DGM’ler de bünyelerindeki askeri hâkimler yüzünden bağımsız ve tarafsız olmamakla suçlanmış ve hatta Türkiye AİHM’de mahkûm edilmiştir. Abdullah Öcalan’ın yargılanması da gündeme gelince, DGM’ler 1999’da kaldırılmış ve yerlerini özel yetkili mahkemeler almıştır. Yargılama usulleri, görev alanları gibi eleştirilen açılardan yana bu mahkemelerin DGM’lerden pek farkı yoktur; kadroları dahi korunarak sadece isimleri değiştirilmiştir.
Eğer gerçekten demokratik bir hukuk devleti olacaksa, Yeni Türkiye’de bu tür özel yetkilerle donatılmış yargı kurumlarına artık yer verilmemelidir. Çünkü siyasi tarihimiz, söz konusu “özel” mahkemelerin yol açtığı hukuk skandallarıyla doludur. Kaldı ki, son iki hafta boyunca yaşanan gelişmeler, özel yetkilerin nasıl pervasızca kullanılabildiğini bir kez daha göstermiştir. O yüzden, geçici tedbirlerle yetinilmemeli ve özel yetkili yargı mekanizmaları tamamen ortadan kaldırılmalıdır. Böylece konumu, statüsü ve isnat edilen suçu ne olursa olsun, herkesin adil yargılanma hakkı güvence altına alınmalıdır. Ancak bu takdirde, “adalet mülkün temelidir” şiarı hayata geçebilecektir.
Adli kolluktan kolluk yargısına
Ne var ki, sorunun kaynağı sadece özel yetkilerin varlığı da değildir. Özel yetkilerin kullanımı ve özel yetkililerin kollukla ilişkisi de önemli bir sorundur. Yıllardan beri, hukuk çevreleri adli kolluk kurulmasını talep etmektedirler. Ne var ki, doğrudan savcılara bağlı olarak çalışan bir kolluk gücü oluşturulması beklenirken, tam tersine, yargı kolluk yargısına dönüşmüştür.Savcıların yapması gereken her şey, doğrudan polis tarafından yapılmakta ve polisin hazırladığı fezlekeler iddianameye dönüştürülerek mahkemelere gönderilmektedir. Böylece Türkiye, dünya hukuk/yargı tarihine “fezleke hukuku” kavramını ve mekanizmasını armağan etme yolunda adım adım ilerlemektedir. Bunun doğal sonucu olarak da, darbe dönemlerinde dahi yaşanmayan hukuksuzluklar, terörle mücadele başta olmak üzere birtakım kolluk görevlileriyle özel yetkili savcılar marifetiyle sahneye konulmaktadır.
Öte yandan, özel yetkilere sahip olmanın verdiği aşırı özgüvenle, adeta korku toplumu yaratılmakta, kamu vicdanıyla yargı arasındaki uçurum derinleşmekte ve hukuk devleti ideali, polis/yargı devleti gerçeği karşısında tutunamamaktadır. Günlerdir, belirli basın organlarında, özel yetkili mahkemelerin ve birlikte çalıştıkları emniyet kadrolarının darbe girişimcilerine, terör örgütlerine, çetelere vs. karşı verdikleri başarılı mücadeleler anlatılarak MİT operasyonu meşrulaştırılmak istenmektedir. Doğrudur ancak aynı sonucu genel yargı mekanizmalarıyla almak da mümkündür ve daha doğrudur. Kaldı ki, başarıyı, öldürülen ve tutuklanan insan sayısıyla, tutukluları ne kadar uzun süre içeride tutarak burunlarını sürttüğünüzle ölçüyorsanız, evet, bir başarıdan söz edilebilir. Ancak başarıyı, ülkeyi ne kadar adaletle yönettiğiniz, düşmanlarınız hakkında dahi ne kadar adaletle hükmettiğiniz, hukuku ne kadar üstün kıldığınız gibi değerler üzerinden ölçüyorsanız, o zaman bu kurumları yeniden gözden geçirmek zorundasınız demektir.
Yargı eliyle siyasi operasyon
MİT yetkililerinin ifadeye çağrılması sürecinde de, hukuki bir soruşturmadan çok bir siyasi operasyonun planlandığı açık. Çünkü soruşturmanın ekseni, içeriği ve kamuoyuna yansıtılma biçimi, aslında, suça bulaşan MİT mensuplarını yargılamaktan çok, MİT üzerinden hükümete ayar verme, siyaseti dizayn etmeye yönelik ayrıntılı bir strateji üzerinde çalışıldığını ve bunun uygulamaya konulduğunu gösteriyor. Tam bu noktada, bu operasyonu planlayanların ve uygulayanların arka planlarının masaya yatırılması da gerekmektedir ancak bu bir başka yazı konusu olacağından şimdilik buna girmeyelim ve değerlendirmelerimizi yine hukuk devleti ilkesi üzerinden sürdürelim.
Uzun yıllardır, polis ve yargı, hazırlık soruşturmalarının gizliliği kuralını çiğniyorlar. En ilginç davaların dahi iddianamelerini okumuyoruz; çünkü tüm detayları anında medyadan takip edebiliyoruz, kimin neden sorgulanacağını biliyoruz. Daha öncekilerde olduğu gibi, bu son operasyonda da, masumiyet ilkesini yerle bir eden, “şüpheli”leri açıkça ve kesin bir dille mahkûm eden ifadelerle dolu bir kara propaganda, bizzat özel yetkililerimiz eliyle yürütülüyor. Nitekim MİT yetkilileriyle ilgili suçlamaları da anında öğrendik. Daha ilginci, MİT mensuplarını “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağıran Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya hakkında “gizliliği ihlal” gerekçesiyle HSYK tarafından inceleme başlatılırken, savcılık makamı, soruşturma dosyasının detaylarını basınla paylaşmaya devam etti. Bir zamanlar yargı brifingler alırdı; şimdi ise artık kendisi brifing veriyor. Hatta geçmişte andıçlanmış bazı ünlü gazetecilerimize ‘kişiye özel’ brifingler vererek, onlar aracılığıyla kamuoyunu bilgilendiriyor.
Tüm bu nedenlerle, “7 Şubat girişimi”, tıpkı 367 darbesi gibi, yargının siyasete yeni bir müdahale teşebbüsü olarak anılacaktır. Ancak daha önceki müdahaleler vesayet rejimini korumak derdindeyken, 7 Şubat, yeni bir vesayet rejimi tesisini ima etmektedir. 7 Şubatçıları buna iten ana nedeni ise, zehirleyen, çürüten aşırı güç... Nitekim MİT’i KCK’lı ilan eden bu çürüme yüzünden, soruşturmanın Başbakanı da kapsayıp kapsamayacağı ciddi biçimde tartışılıyor; bu soruşturmanın sonunda ulaşacağı yerin siyaset, daha doğrusu hükümet olacağı pek çok kişi tarafından dile getiriliyor. Çünkü sorun, basit bir kurumsal bağnazlıktan ya da mesleki deformasyondan ibaret değil. Andıçlarla, psikolojik harekâtlarla mücadele edenlerin bugün kendilerinin de andıçlar hazırlamalarını, psikolojik harekât planları geliştirmelerini iyi irdelemek gerekiyor. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: Genel olarak AK Parti’yi ve dindar/muhafazakâr çevreleri yakından izleyenler için 7 Şubat, kesinlikle bir sürpriz olmadı. Belki zamanlaması ve seçilen hedef(ler) bazıları için şaşırtıcı olmuş olabilir. Ancak açılan yaranın dar açılı fitne uyarılarıyla, kuru güzellemelerle sarılması zor gözüküyor. Herkesin önce kendisini hesaba çekmesi iyi bir başlangıç olabilir.
yensaroglu@yahoo.com