6.12.2010

Wikileaks ve ABD Diplomasisi

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Wikileaks diye bir sanal alem savaşçısı çıktı ve gerçek dünyayı sarsmaya başladı...

Anlaşıldığı kadarıyla beslendiği o kadar çok ve değişik kaynak var ki hiç malzeme sıkıntısı çekmiyor...

Ortalık toz duman...

Günlerdir dünya Wikileaks ile yatıp kalkıyor...

Öyle ki yayınladığı -sızdırdığı demek daha doğru olur- belgeler bile sanki bu İnternet sitesi üretmiş gibi Wikileaks Belgeleri olarak anılmaya başladı...

Site ve yöneticileri, sızdırdığı belgeler üzerinde o kadar çok söz söyleyen ve komplo teorileri üreten oldu ki at izi it izine karıştı...

Akıl sağlığını bile tehlikeye düşürecekler mazaallah...

Malumunuz sızdırılan belgeler ABD'li diplomatların görev yaptıkları ülkeler ile ilgili kendi makamlarını bilgilendirmeye yönelik iç yazışmaları barındırıyor...

Bu bilgilendirmeler de gözlem ve analizlerden tutun da dedikodulara kadar aklınıza ne gelirse her türlü bilgiyi içeriyor...

Arasanız belki taksi şoförlerinin ve mahalle sütçüsünün aktardığı yakınmalara bile rastlayabilirsiniz...

Küçümsemeyin!!!

Bazen en sağlıklı gözlemler sokaktaki sıradan vatandaşın olabilir ve gidişata dair en iyi tespitleri bu cenahtan gelebilir...

Şimdi...

Bu belgelerin sızdırılmadan öncesi ve sonrası var...

Malum site belgeleri elde ettikten sonra anlaşıldığı kadarıyla ABD'li yetkililerle temas kurmuş...

Sızdırma ile ilgili kararlılıkları bildirilmiş ve sızdırma paylaşılmış...

ABD belgeleri kabul etmiş ve yayınlanmasını engellemek istemiş ama başaramayınca ilk filtreleme olayı gerçekleşmiş...

Bu husus Mahir Kaynak gibi ABD'ye rağmen bu iş olmaz bu bir ABD yönlendirmesidir iddiasını dillendirenin söylemlerini boşa çıkarıyor...

Görülen o ki bal gibi ABD'ye rağmen bir durum söz konusu...

Yani bu belgeler içi boş şeyler değil dedikodu barındırsa dahi...

Dolayısıyla ciddiyetten uzak değerlendirmeleri de boşa çıkar...

Ciddiyeti gözardı edilemez, dikkatli takibi ve analizi gerektirir...

ABD kendisini Yenilmez Armada olarak görebilir gayet doğaldır...

Ama başkalarının bu inanması safça bir yaklaşımdır...

Anlayacağınız Kral çıplak...

Hal böyle olunca siyasi cenahın hükümet kanadında her kafadan bir ses çıkması nahoş bir durumdur...

Anamuhalefet balıklama dalmış ve nahoş duruma katkı sağlamıştır...

En sağlıklı yaklaşım "Bekleyelim eteklerindeki taşları döksünler" yaklaşımı olmuştur...

Bir de MHP Genel Başkanı temkinli yaklaşımı elden bırakmamıştır...

Zira bu sızdırmalar dipsiz bir kuyu olmanın yanı sıra arkasından ne geleceği tam olarak hiçbir zaman kestirilemeyecek bir muhteviyatı havi olması muhtemeldir...

Sızdırmayı gerçekleştirenlerin maksadını geriye kalan kesim iyi okuyamadığı için değerlendirmeleri de içi boş olmaktan öteye gitmemektedir...

Bir de İsrail parmağı diyorlar...

Eğer bu bilinçli bir söylem ise rahatsızlık oluşturur karşı tarafta, değilse devlet idaresindeki bazıları bakış açılarını halen genişletememiş demektir...

Bu durumda en iyisi sessiz diplomasidir...

Evet ABD'nin Yenilmez Armada gibi görülmesine veya kendisini öyle görmesine gelince...

Tabiatın basit bir kuralı var...

Yaratılan her şeyin zayıf bir yanı mutlaka vardır...

En güçlü olduğunu vehmettiğin anda zayıflık emarelerini göstermeye başlamışsın demektir...

ABD'nin başına gelen de budur...

Bugün düşmanı en çok olan ülke hangisi diye dünya devletlerini sıralamaya tabi tutsanız ABD birinciliği açık ara alır...

Dolayısı ile sızdırmalar bize göre ABD'ye rağmen olmuştur...

Ama paylaşım başladığı andan itibaren ise ABD yeni bir strateji geliştirmek durumunda kalmıştır...

Mahremiyetine girildi ve gizleyemediği kısımları kabullenerek bütün dünya nezdinde devletleri bilgilendirdi...

ABD'nin politikası üzerine dikkatli gözlemler yapanlar bilirler ki ABD geç de olsa işlediği suçu ve hatayı eninde sonunda kabul eder ve özür diler ve yoluna da devam eder...

Bu husus kendi değerlerine de ve inançlarına da uygundur...

Bir nevi günah çıkarma...

Kirlerinden arınır ve yeni kirlere doğru yelken açar...

Düşünsenize yeni dünyanın asıl sahipleri olan kızılderililer dahil daha nicelerinden özür dilediler...

Barack Obama'nın ABD'nin siyahi tonları ağır basan bir melez olarak başkanlık koltuğunda oturması bile bir nevi özür değil midir???

ABD diplomasisi; ABD Hükümet çevrelerinin sızmasını engelleyemediği belgeleri kabullenme, muhatapları bilgilendirme ve özür nevinden mahcubiyetlerini ifade etmesine rağmen ağır bir yara almıştır...

Öncesi ve sonrası literatürüne artık bir de Wikileaks'ten önce ve Wikileaks'tan sonra diplomasi diye yeni bir kavram ve algı girmiştir...

Diplomatik çevrelerde sessizliğin ve söyleneceklere daha çok dikkat edilmesi gereken, dedikodu kazanlarının daha farklı kaynatıldığı yeni bir sürece girdik...

ABD'li diplomatlar açık ve kapalı bilgi kaynaklarını yoklarken mahcup bir eda ile etrafını süzmek zorunda kalacaklar...

Bizim asıl merak ettiğimiz bu mahcubiyetin ABD dış politikasına nasıl yansıyacağıdır...

Diplomatlar ve diplomasi yeni ve farklı sulara doğru artık yelken açabilir...


25.11.2010

askerleranlatiyor/Naber Lan Allahsız Asker?

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

Bir arkadaşım var...
Şu anda ellili yaşlarda...

Askerlikle ilgili tek bir hatıra anlatılmasına bile tahammül edemez...

Askerliğini yapanların öyle ya da böyle mutlaka bir fotoğrafı vardır ama bu herifin tek bir kare fotoğrafı bile yok...

Bir tane varmış onu da yırtmış...

Nedenine gelince askerlikten bir kare dahi olsa fotoğrafının olmasını bile istememiş kendi deyimiyle...

Kendisi de hatıra olarak tek bir şey bile anlatmak istemez bir kaç şeyin dışında...

Hatıraların ve anıların olmadığından mı???

Hayır der öyle ya da böyle anlatacak bir şey var acı ya da tatlı ama anlatmak istemiyorum der...

Ama yine de binbaşıların aktör olduğu bir dörtleme var der ve sadece onu dile getirmekle yetinirdi...

Bugün dili çözüldü bir iki şey daha ilave ederek...

Askerliğine 1988 celbinde kısa dönem er olarak Amasya Er Yatağı Çavuş Talimgahta piyade olarak başlamış, usta birliğine Tatvan'a 6. Zırhlı Tugay'a Tankçı(!) olarak gitmiş...

Orada kantin görevlisi olarak askerliğini hitam erdirmiş...

Eline tek bir gün silah almamış ve tek atış dahi olsa kurşun sıkmamış...

Terör var ama o pek etkisini hissetmemiş...

Usta birliğine vardığının ikinci günü Bölük Komutanı binbaşının kendisine ettiği ana avrat sinkaflı küfürleri unutamıyor ve hala zoruna gidiyor...

Nasıl unutsun evli barklı adam... Çoluk çocuk sahibi, ana sahibi, herkes gibi...

Üç yıl sonra sivilde bu binbaşıyla karşılaşmış ama adama ettiği küfürlerin aynısıyla karşılık vermemek için yönünü değiştirmiş...

Her neyse ne de olsa okumuş yazmış adam, Ordu evi kantininde çalışmaya başlamış...

Pardon...

Askerlik hizmetinin ifasına burada devam etmiş...

Kantin ile İnzibat Komutanlığı yanyana imiş ve inzibat Komutanı binbaşı ile sık karşılaşmak zorunda kalırlarmış...

İnzibat Komutanı da kantine geldikleri ilk gün aynı tarz sinkaflı küfürlerle bu arkadaşa ve yanındaki diğerlerine hoş geldiniz demiş...

Bu da unutulmayanlar arasında yerini almış...

Bu kısa süre içinde değişen inzibat komutanın yerine gelen yeni komutan da binbaşı imiş ve zaman zaman ziyaret ettiği kantinde görev yapan askerlerle haliyle teşviki mesaide bulunurmuş...

Namaz kıldığını bildiği bu arkadaşa bu hal hatır sorarken kullandığı cümle "Naber Lan Allahsız Asker" olurmuş...

Arkadaş sinkaflı küfürler her neyse onu zoruma gitse de yutuyordum ama bu hitap tarzı çok farklıydı diyor...

Sonunda dayanamayıp bütün askerin baba bildiği Kantin Komutanı Binbaşıya konuyu aktarmış...

Kıdemi yüksek olan Kantin Komutanı diğer meslektaşını uyarmış ve inzibat komutanı bir daha bu ifadeyi ağzına almamış...

Arkadaşım kantine gelen subay astsubay eş ve çocuklarının kendilerine yaklaşım tarzlarını, zaman zaman kantine alışverişe gelen sivil giyimli sakallı ve bıyıklı muvazzaf subay oldukları her hallerinden belli olan askerleri, kendisine lan oğlum diye hitap eden okuldan yeni mezun tüyü daha bitmemiş kendisinden en az on yaş küçük astsubayı unutamıyor...

Zaman zaman çıktığı çarşı izninde rastladığı PTT binası ve diğer bazı binaların gözle görünür yerlerine yapıştırılmış olan ayetler ve hadislerin bol bol kullanıldığı Terör örgütünü kötülemeye(!) yönelik ilanları da unutamıyor...

Bir de malumunuz askerliğini yapıp da dayak yemeyene rastlanmazdı o zamanlar...

Mutlaka ve mutlaka dayak bir şekilde her Türk Askerinin nasibi arasında güzide yerini alırdı...

Bunu da herkes bilir ve ben dayak yemedim diye askerlik hatırası anlatanlara kimse itibar etmez ve hadi canım sen de derlerdi...

Bu arkadaş da son günlere kadar dayak yememiş ve en azından bunu hatıra olarak saklamayı hep aklının bir köşesinde tutarmış ama bu maalesef gerçekleşmemiş...

Zira sebebi tam olarak anlaşılamayan bir meseleden dolayı kantindeki askerler suçlanmış meğerse bu suçlama da en düzeyde gündeme gelmiş ve günlerden bir gün hışımla içeri giren Tugay Komutan Yardımcısı Yarbayın attığı tokat dayak yememe hatırasının yerine yediği tokat olarak hatıraları arasında yerini almış...

Ben askerlik yaptım ama dayak yemedim diye hayalini kurduğu basit hevesi kursağında kalmış...

Adını hatırlayamadığı Bölük astsubayının terhis olurken kendisine verdiği 6 günlük yol izni, onun iyi niyetli ve insani davranışları ve Kantin komutanı Kıdemli binbaşının baba tarzı onun unutulmayanları arasında...

Beraber terhis oldukları kısa dönem er Eskişehirli arkadaşının terhis sonrası kendisini arayarak kendisini tokatlayan Yarbayın taklidini yaparak kendisini gırgıra almasını hatırladıkça halen acı acı gülümsüyor...

Naber Lan Allahsız Asker???

24.11.2010

Muktedir Ol/ama/manın Dayanılmaz Cazibesi

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Dün akşam bir tv kanalında bir tartışma programına takılmıştım...

Gazeteci olan konuklar güncel olayları değerlendiriyorlar ve çeşitli yorumlarda bulunuyorlardı...

Ne zaman rast gelsem bu programı izlerim...

Çünkü cedel tarzı bir dedin dedi şeklindeki diğer programlara benzemiyor...

Genellikle üçlü bir sürekli katılımcıya bir gazeteci konuk oluyor...

Konular çeşitli...

Ne olacak bu CHP'nin hali???'nden tutun da

BDP ittifakı, Baydemir ve İmralıya kadar bir sürü konu...

Sohbet tarzı yorumlamalar devam ederken konunun birisiyle ilgili olarak misafir edilen gazeteci "O bir devlet projesiydi" dedi...

"Devlet projesi"

Bu kavram yeni bir kavram... Devlet Projesi!!!

Bu kavramı özel ve önemli kılan ise mevcut iktidar...

Neden???

Daha önce yapılan projeler ne projesiydi de şimdi bir takım projeler ve operasyonlar devlet projesi veya operasyonu olarak tesmiye edilir oldu???

Bu kavram ilk olarak hafızam beni yanıltmıyorsa Uzan Ailesinin sahip olduğu Rumeli Holding ve bu bünyedeki şirketlere yönelik operasyonlar başladığında kullanılır oldu...

İlk olarak da bu kavramı derin(!) gazeteciler ve derin(!) siyaset erbabı ve dahi derin(!) bürokratlar ki bunlara oligark yapılı bürokratlar da diyebilirsiniz kullandılar...

Ama yazılı medyada değil fısıltı gazetelerinde, kendi aralarındaki konuşmalar ve sohbetlerde...

Hani diyorlar ya of the record... İşte öyle...

Bu kavramı kullanırken altını özenle çizdikleri husus 8 yıldır iktidar olan bu mevcut hükümetin o zamanlarda böyle operasyonların altına tek başına imza atamayacağı hususu idi...

Yani devlet buna izin vermezse hükümet böyle bir adım atamaz!!!

O zaman şöyle sorular insan zihnine üşüşüveriyor haliyle...

Devlet dediğiniz ne?

Kim???

Devletin oluşturan unsurlar nelerdir???

Hükümet dediğin ne???

Devletten ayrı bir şey mi???

İktidar nasıl bir şey???

Kim iktidar???

Nasıl iktidar olunur???

İktidar nerede olunur ve iktidar ne işe yarar???

İktidar bir tane mi yoksa çok mu olur???

Paylaşılır mı???

Paylaşılırsa nasıl ve kimler tarafından paylaşılır???

Soru çok zincirin halkaları gibi uzar gider...

Aslında bu soruların basit bir cevabı var...

Darbeler ve hukukdışı yapılanmalarla dolu yapılanmaların daha çok yer kapladığı devlet yönetimi zihinlerde öyle bir algı oluşturmuş ki Vesayet Sistemine uyum sağlayamayan yeni iktidarı ayrıştırma ihtiyacı hissedilmiş...

Bu algı ve anlayış halen süregidiyor...

Birileri ısrarla hükümeti görmezden gelmeye çalışıyor ve bilinçaltında vesayet rejiminin travmatik ruh hali sürüyor...

Yakın zamana kadar kullanılan iktidar olup da muktedir olamamak tabiri de bu minval üzere değerlendirilecek bir yaklaşımdır...

Devletten kast edilen algı ve anlayış birilerinin zihninde halen; rejimin mirasçısı ve bekçisi vazifesini durumdan vazife çıkararak sahiplenen her kesimden oligark bürokratların iktidarı olarak duruyor...

Gözünü vesayet sisteminde açan ve bu sistemin hükümranlığında her olaya bakmaya alışmış olanlar normalde olması gerekene doğru giden ve algıların bu minval üzere değiştiği yapıya uyum sağlamakta güçlük çektikleri için yanlış olan her hususu düzeltmek için atılan adımlara devlet projesi yakıştırması yapmayı kolay bir yöntem olarak tercih ediyorlar...

Bir ülkede seçimle gelen iktidar devleti temsil makamındadır...

Zira halkın tercihidir ve devlete yön veren de iktidardır...

Biz de bu hal kabullenilemediği için normale dönüşün sancısı sürmeye devam ediyor...

Yani anlayacağınız ve anlayacağımız iktidarda kim varsa devlet odur...

İktidarı da devleti de elde tutmak hazmı zor bir lokma gibidir ama eninde sonunda hazmedilen bir lokmadır...

22.11.2010

NATO ve Kedi Meselesi

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
NATO'nun Lizbon Zirvesi ile ilgili bizim gündemimizi işgal eden en önemli konu Füze Kalkanı projesi idi...

Bu zirvede NATO yeni savunma konseptini oluşturdu ve Füze Kalkanı projesi de bu konseptin bir parçası...

NATO'ya sürekli bir düşman lazım ki varlığı ve meşruluğu sürdürülebilir olsun...

Düşman(!) eskiden Varşova Paktı Ülkeleri ve Sovyetler Birliği idi...

Soğuk Savaşın rüzgarı dinince İngiltere Başbakanı Demir Leydi lakaplı hanfendiye atfen İslam Dünyası bir yeşil kuşak olarak adı konulmamış düşman olarak belirlendi...

Yazılı kayda geçecek hali yoktu çünkü işin içinde halkı Müslüman olan bir NATO üyesi Türkiye vardı...

Her ne kadar o zamanlarda esamesi(!) okunmasa da dikkate alınmayacak kadar değersiz değildi ve i'rabta her zaman yeri vardı Türkiye'nin...

Bir ordu kurmuşsanız ona bir düşman bulmak zorundasınız...

Ya da başka bir deyişle ordunuz varsa onu kendi meşguliyet alanı içinde tutmak zorundasınız...

Tutmazsanız emir almak yerine emir vermeye kalkışır...

Bu da nahoş olaylara sebebiyet verir...

NATO böyle bir ordudur... Düşmanı olan bir ordu... Ya da düşmanı olmak zorunda olan bir ordu...

Her ne kadar adı Savunma Paktı olsa da bu böyledir...

Soğuk savaş NATO'yu oluşturan sebepleri yeterince barındırıyordu...

Ama bitti...

Bitince de yukarı da ifade ettiğimiz gibi resmi olmayan bir düşman gayri resmi olarak dillendirildi...

Gelin görün ki böyle bir ordu hareket etmeyince her ordu gibi sancılanır...

Sancısı giderildi...

Nasılını biliyorsunuz...

Muvazaalı bir saldırı adı 11 Eylül...

Düşman????

Düşman belli bir devlet değil...

Düşman her yerde...

Terörizm... Üstelik az uz da değil uluslararası!!!

Üstelik rengi de yeşil...

Uluslararası ama çok dinli değil...

Tek dinli...

Daha da ilginci bu terörizmin ve teröristlerin mensubu oldukları din yeşil kuşak cinsinden...

Yani İslam...

Yani teröristler Müslüman Dünyasından...

Meğer İslam Dini terörün kaynağı(!) imiş...

Her yerdeler ama yuvalandığı yerler varmış(!)

Önce Afganistan!!!

Sonra Irak!!!

NATO buralarda devreye sokulur...

Nasıl mı???

Meşhur 5. madde...

Saldırıya uğrayan bir üye ülke olunca bütün ülkeler saldırıya maruz kalmış gibidir...

Eh saldırıya üstelik bir terör saldırısına maruz kalan bir ülke var...

Saldırı terörist bir saldırı ama teröristlerin yuvalandığı ve teröre yardım eden ve nükleer silah potansiyeli olan ve bu potansiyeli terör örgütlerine kullandırmaya niyetli(!) ülkeler var...

O zaman önleyici saldırı gerekir...

Tam da öyle oldu...

Önleyici saldırı, bahaneler, bahaneler ve yalanlar...

Bugün bir kaos var bataklık olduğu bilinen bir coğrafyada batağa saplanmış bir önleyici saldırı mensubu Savunma Paktı üyesi ülkeler çıkmak için can atıyorlar ama çıkamıyorlar da...

Her şeye rağmen düşman üretmeye de devam ediyorlar...

Denklemi tamamlamak istiyorlar...

Füze Kalkanı projesi de tam böyle bir şey...

Türkiye'nin bu hususta talepleri çok net ve istediği şekilde projeyi onaylatıyor...

İsim yok...

İsim kim???

İran

Bölgesinde komşusu olan bir ülkenin isminin zikredilmesine razı olmuyor...

Diyeceksiniz ki Irak, Afganistan ne o zaman???

Doğruya doğru; stratejik bir hata ve büyük oyunun önlenemeyen bir parçası...

Tezkere öncesi ve tezkere sonrası oluşan konsept...

Evet her şeye rağmen isim yok ve daha bilmediğimiz bir dizi arz ve talep...

Her kart masada ve taraf ve ortak olan taraflar...

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy yeni NATO Konsepti onaylandıktan ve Füze Kalkanı anlaşması imzalandıktan sonra isim zikredilmemesi önemli değil babından "Biz kediye kedi deriz" demiş...

Fransa Cumhurbaşkanının bilmediği bir şey var...

Biz de kediye kedi deriz...

Lakin bizim literatürümüzde kediye ayrıca pisi pisi de denir, püsük de denir...

Mesela köpeğe de ayrıca it deriz...

Anlayacağınız bizim literatürümüzün en zengin olan kısmı argo tabirleri barındıran kısmıdır...

4.11.2010

Korku İmparatorluğu???

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Bir olaya kimin, nereden ve nasıl baktığı çok önemlidir...

Aynı durum kavramları kullananlar için de geçerlidir...

Kimin neye ve hangi gelişmelere göre kavramları kullandığı bu açıdan çok önemlidir...

Şu Korku İmparatorluğu meselesi de bu açıdan önemli bir husus...

Bizim yazılarımız takip edenler bilirler...
Bu kavramı öteden beri kullanmışızdır...

Neye istinaden kullandığımız da çok açıktır...

Kanla ve irfanla kurulan bir rejimin ülke üzerinde oluşturduğu puslu hava tam da bir Korku İmparatorluğu habercisiydi...

Bu rejimin müntesipleri vesayet sistemini ikame ederek kurucu babalarının kendilerine bıraktıkları mirası daha sağlam temellere oturtmak üzere gerek tek parti döneminde gerekse zaruretten -değişen dünyada yer almak için- geçilen çok partili dönemde adı cumhura atfen cumhuriyet olsa da adı konulmamış Korku İmparatorluğunu hayata geçirdiler...

Halkın özellikle köylerde jandarmayı görünce kaçın devlet geliyor sözü bu imparatorluğun özüdür...

Bu konu ile ilgili örnek isteyenlere tavsiyem Türk İdareciler Derneği'nin tarihsiz olarak yayınladığı İdareci Anıları kitabını mutlaka bulup okumalarıdır...

İbretlik levhalarla hınca hınç doludur...

Kitap güzide ülkemin dört bir yanında görev yapmış vali, kaymakam ve maiyet memurlarının oluşturduğu 66 bürokratın anılarını içerir...

1949 yılı itibariyle 80'li yıllara kadar uzanan anılar ve hatıralar aktarılır...

O günlerde özellikle 50'li yıllardan sonra halkla iletişim kurmaya idarecilerin gözlemleri ile geçmişte yaşananlardan dolayı halkın özellikle köylülerin sergiledikleri tavırlar nasıl Korku İmparatorluğu kurulduğunu çok net ifade eder...

Etkileri ise halkın oyları ile seçilen ilk serbest seçimler sonrası iktidarın üç yöneticisinin yapılan askeri darbe neticesinde alenen idam sehpasında hayatlarının sonlanması ile devam eder...

Korku İmparatorluğu kendini açık etmiştir ve sonraları bu psikolojiyi ve yaşananları dillendirenler ile kaleme alanlar Korku İmparatorluğunu kavramını yaşananları tarif ederken kullanacaklardır...

Bu zihniyetin sahipleri ardından da ellerine geçen her fırsatta korku dağları oluşturmaya devam edeceklerdir...

Son 60 yılımız Korku İmparatorluğunun tahakkümünün çok net hissedildiği zamanlardır...

Ama son zamanlarda
içinde bulunduğumuz süreçte
kavramın kullanıcıları değişmeye başlamış ve azınlık üzerinde çoğunluğun diktatörlüğü gibi daha nice ifadelerin arkasına sığınarak halkın gizli oy açık tasnif oylarıyla iktidara seçimle gelen kesimini Korku İmparatorluğu kurmakla suçlamayla başlamışlardır...

En son duruma gelince...

Korku imparatorluğu ifadesini iktidarı suçlamak için kullananlar kervanına katılan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu bu kavramın değişen kullanıcıları arasında yerini alırken malumu ilam etmiş ve CHP içi iktidar kavgasını ve parti içi hesaplaşmayı tanımlarken "Partideki korku imparatorluğunu yıktık" cümlesiyle ülke üzerinde yıllardır kabus gibi duran imparatorluğun adresini de aleni hale getirmiştir...

Korku İmparatorluğu ifadesini kullananlar artık öncelikle nereye bakacaklarını daha bilecekler...

Sözlerimizin daha iyi anlaşılması için meraklıları CHP'nin Tek Parti yönetimi arşivlerine de göz atarlarsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır...

2.11.2010

29 Ekim Resepsiyonu ve Anayasal Suç

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

Geçen akşam özel bir televizyon kanalında bir tartışma programını izliyordum...

Malumunuz bizde tartışma programlarına malzeme teşkil edecek mesele çok...

O nedenle bu tür programların yapımcıları hiç malzeme sıkıntısı çekmezler, hal böyle olunca dişe dokunur dokunmaz bir sürü konuk da bulunur...

Çağrılanlardan daveti reddedenlere nadiren rastlanır...

Bu nedenle davet edilenleri kalitesi programı izlenir kılan etkenlerden birisi olur...

Her neyse gelelim meseleye...

Programın gündemi yoğun olmakla beraber şu meşhur reception meselesine de değindiler...

Nedense her konuya el atmak ihtiyacı hissettikleri için kıyısından köşesinden her konuyu ele almaya çalışıyorlar...

Efendim vaktimiz dar...

Bir reklam arası vermek durumundayız...

Reklamlardan sonra size yine söz vereceğim...

Zamanı iyi değerlendirelim istiyoruz teraneleri arasında izleyici de misafirler de bir hal olur ama tartışma programlarının kültürü böyle gelişmiş elden ne gelir...

Evet yine her neyse diyelim...

Söz konusu programın konuklarından birisi BDP Muş Milletvekili Nuri Yaman'dı...

Kendisi bilmeyenler için söyleyelim...

Vekil olmadan önce İçişleri Bakanlığı bürokratı idi...

Yıllarca İçişleri Bakanlığının çeşitli kademelerinde çalışmış bir şahsiyet...

Bu bilgi birikimi ve bürokratik yanı da göz önünde bulundurularak Reception meselesinde askeri erkanın alternatif(!) resepsiyon düzenlemelerine nasıl baktığı soruldu...

Nuri Bey soruya cevap verirken kelimeleri özenle seçiyordu...

Özenle derken yanlış anlaşılmasın konunun ciddiyeti ile ilgili daha önceden benim bilmediğim ve bu hususla sadece konuyu yakından bilen devlet erkanının bildiği ve bilmesi gerektiği bir hususu aktardı...

Meğerse efendim 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları dini bayramların dışında resmi bayramlar arasında arefe günü gibi bir gün öncesinin öğleden sonrasından kutlama ve resmi kabullerine başlanan ve 29 Ekim günü akşamına kadar kutlaması yapılan tek Resmi Bayram imiş...

Sıkı durun...

Bu bayramı diğer bayramlardan ayrı kılan özelliği ise Anayasal bir statüye sahip olmasıymış...

Her türlü yetki devleti temsilen Cumhurbaşkanında ve onu temsilen de ülke için de illerde vali, ilçelerde ise kaymakamlar, yurtdışı temsilciliklerinde de büyükelçilerdeymiş...

Yani kimse kafasına göre ben şöyle bir tören düzenleyeceğim, biz ayrıca kendimize göre bir resmi kabul vereceğiz, resepsiyon düzenleyeceğiz, diyemezlermiş...

Eğer böyle bir durum söz konusu olursa bu bir anayasal suç kapsamında değerlendirilmesi gereken devletin kuruluş ilkelerine aykırı bir tutum olurmuş...

Dolayısıyla bunu devlet erkanının bilmesi gerekiyor ve buna da uyulması gerekiyormuş...

Davet edilir siz katılmazsınız o ayrı mesele ama bu da davete icabet etmeyenin kimliği ve makamına göre önem arzeden bir husus...

Düşünsenize Başbakan, Bakanlar ve ordu üst düzey yöneticileri katılmıyor...

Hem devleti temsil makamında olacaksınız hem de davete icabet etmeyeceksiniz...

Böyle şey olur mu???

Olmaz elbet...

Tam bir kriz oluşturursunuz...

Şimdi katılım gerçekleşmeyince krizin çıkması muhtemel olan bir durum da alternatif bir resepsiyon düzenlenince ne olur???

Üstelik bunu komuta kademesi yani ordu üst düzey yöneticileri yaparsa???

Üstelik bir önceki genelkurmay başkanı tertipler ve bunu şimdiki genelkurmay başkanı devam ettirirse???

Üstelik bunu Cumhurbaşkanının vermiş olduğu resmi kabul töreni saatine denk getirir ve protesto eder gibi bir tavır içine girerlerse???

Üstelik bunu emekli genelkurmay başkanlarının ve emekli ordu komutanı orgenerallerin baskısıyla yaparlarsa???

Herşeyden önce resmi komuta kademesinin üst düzey yöneticilerinin emir komuta zincirinde cumhurbaşkanını istiskal etmeleri sebebiyle meşruiyetleri sorgulanmaz mı???

Bu devlet içinde ciddi bir sıkıntı oluşturmaz mı???

Devletin temsilcisi Cumhurbaşkanına ve devlete karşı bir aykırı duruş olarak algılanmaz mı???

Atanmış bürokratların devlet içinde devlet gibi davranarak devletin temellerini sarsan bir tutumu olarak algılanmaz mı???

Hangi devleti korumak için teşkil edilmiş bir ordunun komuta kademesidir bu erkan diye sorgulanmaz mı???

Bir siyasi bu husus için emre itaatsizlik benzetmesi yapıyor...

Eksik bir benzetme...

Herşeyin ötesinde bu husus ANAYASAL BİR SUÇ...

Anayasal suç işleyenler için yasalarda ki hükümler çok açık...

Üstelik bu suç yeni işlenmemiş...

İkinci sene-i devriyesini devirmiş ve yaprak kıpırdamamış...

Sanki herkesin üzerinde ölü toprağı serpili...

Bu durumda harekete geçmeyen ve gereğini yapma makamında olanların sessizlikleri bu ülkede her makamın meşruiyetini sorgular hale getirir...

Kimse kalkıp "Biz Aşiret Devleti değiliz" deme hakkına sahip olamaz...

Zira Aşiret Devletlerinde dahi sistemi sarsanlar hakkında gereği en hızlı bir biçimde yerine getirilir...

Aşiret Devletlerinde yasalar daha hızlı işler ve kesin sonuçlar alır...

O nedenle Aşiret Devletleri büyük devlet olabilmişlerdir...

Vay ülkemin haline!!!

Devletin temelini sarsanları başka yerde aramıyorlar mı???

Tam bir cambaza bak havası!!!

Biz bunu hak etmiyoruz...

1.11.2010

Beyaz Türkler ve Pozitivist Ahlak

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

Ülkemizde sistemin mantığı pozitivist akıl üzerine bina edilmiştir...

Pozitivizmin metafizik algıları reddeden ve manevi ve soyut yapıya karşı duruşu göz önünde bulundurulduğunda içinde serpildiği ve geliştiği zaman dilimi ve şartlar çerçevesinde diğer ideolojiler ve ideolojilere öncülük eden akımlar arasında bizim ülkemizde sisteme temel teşkil etmesinin nasıl akıllıca olduğu dikkatli gözlemciler tarafından hemen fark edilir...

Dönemin şartları içerisinde, dini duyguların güçlü olduğu bir iklimde, komünizm gibi ideolojilerin dine savaş açan yaklaşımının kabul görmeyeceği kabul edilirse, dini yaşamayı vicdanlara ve bireysel daireye hapsetmenin yolu elbetteki doğrudan bir ideoloji olmayan bir akıma tutunmaktır...

Osmanlı bakiyesi topraklar üzerine bina edilen genç cumhuriyeti kuran Osmanlı Paşaları da temeli pozitivizm olan ama din dışı her türlü ideolojiden biraz biraz alarak oluşturdukları anlayışla bugün sisteme temel teşkil eden ideolojiyi oluşturmuşlardır...

Mevcut ideoloji sistem yapıcıları tarafından ustalıkla şekillendirilmiş la dini her rengi bünyesinde barındırabilmiştir...

Bunu yapan kurucu babalar dini ritüelleri ve kavramları ve dini olan her şeyi aynı ustalıkla ve rahatlıkla kullanmıştır...

Dini hayat ve bu hayata müteallik her husus müessese olarak bir başkanlık bünyesinde kontrol altına alınırken sufi hareketler tarikatların kapatılması suretiyle yeraltına girmeye zorlanmış ve legal yapılar illegalite haline getirilmiştir...

Bir yandan din ve dine dair her şey kişilerin vicdanına vatandaş nezdinde hapsedilirken bir yandan devlet bürokrasisinde görev alanların vicdanına müdahale edilmiş ve dini hassasiyetlere sahip olma asgariye indirilmiş hatta bu yapıda görev alanların dini hassasiyetlere sahip olmaları engellenmiştir...

Bundan başka başkanlık vasıtasıyla camilere tayin edilen imamlar devletin memuru haline getirilmiş ve cuma hutbelerinde ne okuyacakları kendilerine dikte edilmiştir...

Bugün de bu böyledir...

İşin garip tarafı din manen kontrol edilmeye çalışılır ve maaşları devlet tarafından karşılanırken geriye kalan maddi her şey halk tarafından karşılanmaya cebredilmiştir...

Bugün de hal böyledir...

Toplumda ki çok kültürlülük, azınlıklar meselesi daha önce müslim gayri müslim kavramları ile karşılanırken etnik isimlendirmeler ön plana çıkmaya başlamış ve tek bir ulus bilinci yaklaşımı farklı etnik yapılara sahip ülkemiz insanı üzerinde bir baskı unsuru gibi rüzgar estirmeye başlamıştır...

Bir yandan müslim teba vatandaş olmaya zorlanırken bir kısmına tek bir etnik yapı dayatılmış ve dağa taşa yazılan yazılarla hem etnik kimlikleri hatırlatılmış hem de bundan vazgeçmeleri dayatılmıştır...

Bu dayatma birlik yerine ayrıştırmanın sembolü olmuştur...

Millet kavramındaki dini algı yerini ulus algısına bırakmış, görünürde herkes tek millet kavramını dillendirirken içten içe etnik dayanışma ve azınlık psikolojisi baskın çıkmış ve kan bağı ve ırki dayanışma zaman içinde toplumun her kesiminde ve devlet idaresinde dahi kendini göstermeye başlamıştır...

Bugün en basit şekliyle hemşehricilik şemsiyesi altında tezahür eden yapılanmalar özellikle devletin bürokrasi kesiminde çok rahat gözlemlenebilir...

En basiti hemşehricilik olan bu yaklaşım duruma ve konunun, mevkinin hassasiyetine göre daha dar ve geniş kapsamlı yaklaşımlara kendini bırakır...

Dolayısıyla bugün toplumun her kesiminde dokunsan patlayacak bir yapının temelleri böyle oluşmuştur...

Bu hususta liste uzayıp gider...

Bugün sorun olarak karşımıza çıkan ve çıkarılan her mesele bu anlayış neticesinde büyüyüp serpilmiş ve geliştirilmiştir...

Toplumu bir arada tutan sac ayakları bir bir kırılırken sadra şifa bir yapının oluşturulması için gerekli adımlar atılması yönünde bir gayret bu yapıyı oluşturanlar cenahında pek görülmez...

Sınıfsız bir toplum yaratmak için yola çıkanlar oluşturdukları elitist bürokratik bir yapıya sahip oligarklarla yollarına devam etmektedirler...

Bu oligarklar ekonomiye müdahale eden bir burjuvaziye benzer bir yapı oluşturmayı da başarmışlar ve medya camiasından kurdukları bir yapıyı sistemlerine entegre ederek kendi yapılarının sac ayaklarını meydana getirmişlerdir...

Siyaset dünyasındaki temsilciler ile yargı ve akademik camia ise bu yapının lojistik ve müdahaleci kanadını oluşturmaktadır...

Oluşan bu yapı sürekli olarak dönüşüme müsait halk kanadından gelen katılımcılarla sağlamlaştırılmaya çalışılmakta ve buna devam edilmektedir...

Bugün tartışılan Beyaz Türkler meselesinin özünde bu yapı vardır...

İlk zamanlarda pek sorun yaşanmayan mevcut yapının sürekliliğinde son zamanlarda katılımcıların geldikleri mahallelerden dolayı zaman zaman sorun yaşansa da, bu alan medya dünyası ile göze çarpan kesim olarak tebarüz etse de vaziyet idare edilmeye çalışılmaktadır...

Halkı asimile edenler kendi içlerine kabul ettiklerini de asimile etmeye devam etmektedirler...

Dönüşüm ve değişimin zor hale geldiği bir ortamı yaşasalar da iktidar alanlarında muktedir olmak için ellerinde her türlü argüman mevcuttur...

Zira sırtlarını dayadıkları ve güçlerini aldıkları yegane kesim yine halk ve onların alın teridir...

Siyasete ve siyasilere çok iş düşüyor ve işleri çok zor...

Sürekli istim üstünde olan ve gündemi en ufak bir sarsıntıyla dahi allak bullak olan bir ortamda yaşadığımızdan belli olmuyor mu bu???

Bilim ve teknoloji dünyasının duvarlarını aşarak güvenliği sarsan hackerlar gibi sürekli bir ya da iki adım önde gitmeye devam ediyorlar...

Bunu da tartışılan konuları sürekli kendileri belirleyerek yapıyorlar...

Mahalle Baskısı gibi nice meseleyi ortaya atarak tartışma konusu yapmaları ve son olarak servise sundukları Beyaz Türkler meselesinde olduğu gibi gündemi oluşturmalarından belli olmuyor mu???

Söz konusu olan sistemin sahibi bizleriz anlayışına sahip olanlar olunca gerisi onlara göre teferruattır...

Tekrar etmekte fayda var hükümet edenlerin işi çok zor...

Gergef gibi işlemeleri lazım...

Yapı halen çok kırılgan...

26.10.2010

İktidarını Kaybedenin Şiddeti Artar

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Başlıktaki ifade çok özel bir kavramdır...

Öfkenin de bir sanat olduğu algısından farklıdır...

Mağlubiyetin ayak seslerinin arttığı yer de şuurlu ve kararlı adımların atılması gibi telakki edilse de daha çok şuursuz bir takım durum ve davranışları ifade eder...

Son bir kaç yazımızda statüko ile ilgili bir takım değerlendirmeler ele almıştık...

Konuyu bağlamından koparmadan ülkemiz genelinde bir takım kurum ve kuruluşları temsilen kelam eden şahsiyetlerin sözlerinden yola çıkarak ariflere tarif babında bir şeyler söylemeye çalışmıştık...

Sözler sözlere kapı açar, tavır ve davranışlar da başka tavır ve davranışlara...

Bu minval üzere statüko ile ilgili söylenen bir söz lafın lafı lafında cigara tabakasını açması gibi kurum ve kuruluşların bağrında yer alan bir takım insanların da kalblerindeki gizlediklerini açtı ve niyetler söylemler ortaya döküldü...

Bunlardan başka medya camiasında köşebaşlarını tutan ve kalemlerinden kuzarat fışkıranları saymaya gerek yok biliyorsunuz..

Onlar ki her daim savunma pozisyonlarında görevlerini bihakkın yapmaya devam ediyorlar...

Kalemlerinden son damlayı akıtıncaya kadar da bu hallerini sürdürecekler...

Burada sıkıntı çamur at izi kalsın sıkıntısıdır...

Bunun içinde değirmen taşı gibi aynı şeyi öğütmeye devam edecek olmalarıdır...

İnandırıcılıklarını hitap ettikleri kitlelerde kaybedinceye kadar da bu işe devam edeceklerdir...

Statükonun bundan sonraki izi ise bürokrasi ve siyaset kanadının her alanında sürülmeye devam edilmelidir...

Onlar henüz iktidarlarını kaybetmedikleri için sükunet halini muhafaza ediyorlar...

Her ne kadar açığa düşen sahadan çekilse de bukelemunvari bulundukları ortama uyum sağlayanların tespiti işin en zor olan yanıdır...

Onlar iktidarlarını henüz kaybetmedikleri için şiddet emaresi göstermiyorlar...

21.10.2010

Statükonun Sözcüsü Mü? Yoksa...

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Akıl ve sağduyu harekete geçmeye başladı...

Başörtüsü meselesinde yasak olmadığını kör gözüm parmağına dillendirmeye başlayanlar piyasa da yavaş yavaş arz-ı endam etmekte...

Yazılı mevkuteler gözden geçirilirse kimlerin bunu dillendirmeye başladığı görülecektir...

Yasaklayıcı bir hüküm olmadığını bunca yıl sonra birden bire görmek de gelişmenin bir alameti...

Şapka çıkartıyoruz...

Bunun üzerinden Ak Partinin tutumunun yanlışlığı üzerine getirilen eleştiriler de yerini bulacak gibi görünüyor...

Dikkatler olmayan yasak üzerinde yoğunlaşmaya başlarsa göreceksiniz kamusal alan tartışmaları bıçak gibi kesilir...

Zira olmayan bir temel üzerine bina edilen bir hususta tartışılan meseleler anlamsızlaşır...

Hal böyle olunca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu kimliği altına gizlenen alakasız bir durum ile ilgili aba altından sopa göstermelerin de gerçek niyeti ortaya çıkar...

Parantez dışı alakasız diyoruz... Çünkü Başörtüsü meselesinin bu vasatta asıl aktörü YÖK Başkanıdır... Ve doğru bir şey söylediği için onu eleştirecek kelimeler de, kapatma türü tehditler de kifayetsizdir...

Hal böyle iken tarifinin bile yapılmasında zorluk çekilen laiklik kılıfı altında başörtüsünü bahane ederek eskiden olduğu gibi "Kulağını çekerim haaa!!!" pozisyonu alarak "Bak partini kapatırım haaa!!!!" vaziyetini durumdan vazife çıkararak alırsan; insana statükonun sözcüsü bu mu? burası mı yoksa sorusunu sordururlar...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı futbol tabiriyle ofsayda düştü...

Hem de "Kambersiz düğün olmaz" darbı meselini öksüz bırakmadı...

Yazılanlara ve çizilenlere bakılırsa milletin gözü yollarda, kulakları kirişte yazılı veya sözlü açıklama beklermiş meğerse...

Başsavcılık yaptığı açıkamayla çok pozisyonlu frikiklere uygun görüntülerin de kapısını açtı...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı gıyabında Başsavcı tabir caizse tam bir Gayya Kuyusuna düştü...

Başsavcılığım, başsavcım, statükocum!!!

Şu anda medya ve konu ile ilgili ilgisiz her kesimin dilinde ve lime lime ediliyor...

Ama biz işe başka bir perspektiften bakmaktan yanayız...

Şimdiye kadar başta başsavcılık olmak üzere yüksek yargı çevresinden bir çok kurumda yüksek yargı mensupları Anayasal suç işlediler...

Ve birileri halen bu suçu zorlama yasaklarını devam ettirmek için işlemeye devam ediyorlar...

Geçmişte yargıda yapılan hataları yine yargı mensuplarının düzeltebileceğini zikretmiştik...

Şimdi bu ülkeye gerekli olan kendi içinde anayasal suç işleyen yargı mensuplarının rütbeleri ve makamları ne olursa olsun haklarında soruşturma açabilecek Cumhuriyet Savcılarıdır...

Bu gerçekleştiğinde bu hususun siyasetin siyasetçinin alanı olduğunun ve her meselenin de siyasetin meselesi olmadığının, her kurumun ve makamın da kendi işini yapmaya başlayacağının ilk adımı olduğu görülecektir...

İdeolojiler kördür ve körleştirir...

İdeolojilerin esareti başka esaretlere benzemez...

İdeolojilerin tahakküm ettiği ülke halkları yavaş yavaş ısıtılan bir suda bırakılan ve kaynama noktasına geldiğinde haşlanan kurbağa misali modern kölelere dönüşürler...

Modern köleliğe reddiye düzen halk nezdinde ise artık ideolojiler statüko olurlar...

Statüko deyince aklıma geldi...

Statükonun sözcüsü de deşifre oldu galiba...

Filmin gerisini izlemeye devam....

YÖK Başkanı başörtüsü hususunda yasağın olmadığını ifade etmekle Kral çıplak dedi...

Herkes kralın çıplak olduğunu görmeye başladı...

Statükonun kibirli mensuplarının izini sürenlere bir ip ucu verelim...

Kralın çıplak olduğunu görmeyenlere veya görmek istemeyenlere bakın!!!

20.10.2010

Statükonun Kibirli Mensuplarını Kim Savunmalı???

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Anayasa Mahkemesi Başkanının statükonun kibirli mensupları sözlerini de içeren konuşması adres belirten bir konuşma olmamasına rağmen karşılık bulmaması gereken bir yerden tepki gördü...

Bu tepki veya yankı demek de uygun olabilir malumun bir kez daha ilamı şeklinde tezahür etti...

CHP Genel Başkanının Meclis Grubunda yaptığı konuşma da Anayasa Mahkemesi Başkanını muhatap alarak ağır eleştiriler yönettiği konuşmasından bahsettiğimiz herhalde anlaşılmıştır...

Bu durumda statükonun kibirli mensuplarının temsilciliği makamında bir siyasi parti mi var yoksa doğal bir refleks olarak gelişen bir cevap verme ihtiyacı mı hasıl oldu orası şüpheli...

CHP Genel Başkanının sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla doğal bir refleks ile cevap verme ihtiyacının hasıl olduğu taraf biraz ağır basıyor gibi gibi gibi...

Üsluba bakılacak olursa hukukçuluğu sorgulanan bir makam sahibinin Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğunun hiç dikkate alınmadığı anlaşılıyor...

Kerameti kendinden menkul sen de kim oluyorsun? Kurucu babalarının devleti kurma algısı üzerine tezahür eden mantığı sorgulama cüretini kendinde nasıl görebiliyorsun? mantığı ağır basıyor...

Her ne kadar doğru sözler yanlış bir ağızdan bir bürokratın ağzından çıksa da bürokrattaki zihniyet değişimi dahi tahammül edilemez bir hal olarak doğal saldırı hedefi haline gelebiliyor...

Bürokratın kişiliği makamı gözardı edilerek çok rahatlıkla hedef haline getirilebiliyor...

Kendisinin kişisel olarak Dersimli kimliğini gözardı ediyor ve kişilikler üzerinden devlet yöneten zihniyetin yönettiği halkı görmezden gelen ceberrut yanına getirilen eleştiri algısı basan ağır bir konuşma yapan kişiye sen sus haddini bil deniyor...

Bu ülkede haddini bilmeyen o kadar çok kişi var ki...

Eskiden olduğu gibi şimdi de söz konusu devlete müteallik işler oldu mu had bildiricilik ceberrut bir anlayışa ve onun müntesiplerine ait bir hak olarak telakki ediliyor ve gerisi de teferruat oluyor...

CHP Genel Başkanı da doğal reflekslerle partisinin diğer partiler gibi sıradan bir parti ve onun genel başkanı olduğu gerçeğini kabullenemiyor ve tek parti zihniyetinin anlayışı ile siyasi arenada rakipleri ile mücadele etmek yerine bürokratlara cevap verme yarışında ön sırayı kimselere bırakmıyor...

Siyasi partisi böyle olan bir ülkenin bürokratı farklı tavır sergileyebilir mi???

Bir türlü yaşlanmayan genç cumhuriyetimizin temelinde bugün üzerinde çok konuşulan hak ve özgürlükler ve bunları barındıran her kesin bir ucundan çekiştirerek kendine yontmaya çalıştığı demokrasi algısı olmadığı için eski refleksler doğal olarak tezahür ediyor...

Devlet ve devleti yönetme algımızda o kadar çok yanlış giden şey var ki, yanlışlar üzerinde söz söyleyebilecek ortam genişledikçe her kesimden herkes kursağındaki kavurgayı dökmek için adeta can atıyor...

Sesini duyuracak bir makam veya mevki veya bir gazete veya mevkute köşesine sahip ise sesini en üst perdeden duyurubilecek şekilde yükseltiyor ya da kelimelerin en büyülüsünü seçmeye özen göstererek yazıyor ve konuşuyor...

Konuyu bağlamından koparmayalım...

Statükonun kibirli mensupları kim diye soralım!!!

Temsilcilerinin izini de güzide medyamıza yansıyacak olan tepkiler ve eleştiriler üzerinden sürelim...

Adresi belli olmayan konuşmaya bir siyasi parti kendisini adres gösterdi...

Bakalım peşinden kimler gelecek???!!!

19.10.2010

Statükonun Kibirli Mensupları

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Başlıktaki bu söz bana 19.02.2008 yılında www.cafesiyaset.com'da yazdığım ve sonraları http://mehmetnatik.blogspot.com/2008/04/cumhuriyetin-has-olanlar-kibirli.html kendi bloğuma alıntıladığım Cumhuriyetin Has Oğlanları Kibirli Laikperestler yazımı hatırlattı bana...

Biraz acılı gülümsedim...

Anayasa Mahkemesi Başkanı için o günler bugün söylediği sözler için mayınlı tarla imiş anlaşılan...

Statüko o gün de aynı statüko idi ama dillerin açılması için siyasete halkın desteğinin derecesini görmek gerekiyormuş anlaşılan...

Dişleri sallanan, tırnakları törpülenen statükoyu herkes terbiye etmeye kalkışır...

Bunun için statüko terbiyecisi olmaya soyunmaya gerek yok...

Yargının en tepe noktasına gelip haksızlığın olduğu zamanlarda suskunluğu muhafaza edip bazı şartlar değişti diye konuşmaya başlandığı zaman sorarlar adama Ak Partiye kapatma davası açıldığı zaman kapatmadınız ama odak yapanlar arasında siz de yok muydunuz diye???

Bir çok hususta usulden girip de esas müteallik boyutlara varılmasına sebep olan davalarda dosyaları gündeme siz almadınız mı diye?

İşin aslı bu konuşmalar söylenecekler zamanında söylenemediği için duyguları tatmin etmenin ve bazı gururları okşamanın ötesine gidecek gibi gözükmüyor...

Anayasa Mahkemesi Başkanına düşen bundan sonra hukukun gereğini layıkıyla yapmak ve kendi görev alanının dışında konuşmamaktır...

Eğer konuşmaya devam ederse hiç şüpheniz olmasın TBMM Başkanı iken eşli davetiye çıkartıp da anlaşılmaz(!) biçimde davetiyeyi eşsize dönüştürerek eşli eşsiz davetiye krizlerine ilham kaynağı olan ve o günlerde konuşmayıp da bugünlerde her konuda konuşmaktan geri kalmayan Bülent Arınç gibi inandırıcılığını kaybeder...

Daha yakın zamanda söylenen şu sözler de Anayasa Mahkemesi Başkanına ait:

"Derin devletten bu devlet çok çekti ama derin demokrasiden, derin özgürlüklerden, derin hukuk devletinden hiçbir şey çekmedi. Toplum, daha çok özgürlük, daha çok demokrasi, daha çok hukuk isteğiyle bugün ortaya çıkmıştır. Bunu karşılamayanlar, her zaman kaybetmeye mahkumdur."

Bu ifadeler baştan sona iyi okunduğunda garabet yüklüdür...

Zira bu devlet ve halk ihdas edilen bu derin devlet kavramını kendisine maske yapan ve ben devletim diye devlet adına ahkam kesenlerden çekmiştir...

İşin garip tarafı bu ben devletim diye ortalık yerde gezinenleri de devletin bir çok kademesinde görev yapan herkes biliyor ve bir çokları onlarla işbirliği yapmaktan çekinmiyor, bu durumu madalya gibi göğüslerinde taşıyorlardı...

Bugün hem parlamentoda hem bürokraside hem de akademik çevrelerde bunların işbirlikçileri mevcuttur...

Ergenekon Davası sürdükçe sıranın kendilerine geleceği endişesi ile stresli bir hayat sürmektedirler...

Anayasa Mahkemesi Başkanının bu tip insanlara şahit olduğu Derin devletten bu devlet çok çekti sözlerinde anlaşılmaktadır...

Başkana düşen bu konularda kavramlar üzerinden konuşmaktan ziyade kavramlar üzerinden bu devletin yerine kendisini koyarak devlete ve millete çektirenlerin bir daha çıkmalarına imkan tanımayacak şekilde önlerini kesecek her türlü olumlu çalışmaya icraatları ile katkı sağlamaktır...

Sözler ses getirebilir ama icraatlar kalıcıdır ve etkileri süreklidir...

Sebepleri Değil Sonuçları Tartışmak

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Ülke meselelerine sebepler üzerinden değil sonuçlar üzerinden bakarsanız tartıştığınız konuları da aynı minval üzerine tartışmak zorunda kalırsınız...

Bugüne kadar sürekli gündem oluşturan konuları biraz geriye yaslanarak tekrar gözden geçirirseniz ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır...

Bir örnek verecek olursak baş örtüsü meselesi bunun bariz bir örneği olarak karşımızda arzı endam ediverir...

Arkasından yeniden servise sunulan zorunlu din dersi meselesi, çetevari yapılanmanın eşi bulunmaz örneklerini bünyesinde barındıran Ergenekon davası, adaleti sağlamak yerine yaralamayı kendine ilke edinen yargı konusu, kanatılması rejimin ilk yıllarına dayanan ve koca bir yara haline getirilerek kangrene dönüştürülen Kürt meselesi, ülkenin olmazsa olmazı ve prematüre doğan ve bir türlü gelişmesini tamamlayamayan medya olmasına rağmen medya gibi davranamayan Basın meselesi ve en önemlisi terör meselesi ayriyeten daha niceleri...

Saymakla bitecek gibi görünmez...

Bu konuların hepsinde tartışmalar özde değil sözde yapılmakta ve sonu gelmez söz ve laf kalabalığında asıl tartışılması gereken husus kaybolup gitmektedir...

Adına ne derseniz deyin ister sistem ister statüko her daim önce hastalığı icad edip sonra hastayı oluşturmakta; ardında da hekimler(!) hastalığı tartışarak değil hastaya bakmak çare üzerinde bile sağlıklı fikir geliştirememektedir...

Yukarıda kendimize örnek olarak başörtüsünü almıştık...
Kısaca üzerinde duralım isterseniz...

Malumunuz bu mesele zorunlu din dersi gibi 12 Eylül Darbesinin bir ürünüdür...

Darbeciler bir yandan din dersini zorunlu hale getirirken dini bir vecibe olan başörtüsüne yasaklama getirerek insan idrakini zorlamak suretiyle toplumun dimağını dinamitlemişlerdir...

Sonrasında ise başörtüsünü garip bir biçimde türbana dönüştürmüşler ve meseleyi özünden iyice uzağa taşımışlardır...

Biz yaptık oldu mantığı...

Halbuki bu hususla ilgili ne Anayasada ne yasalarda yasaklayıcı tek bir hüküm dahi yoktur...

Adı konulmamış gizli yasalara göre uygulanan bir yasaktır söz konusu olan...

Sonrasında ise kendisi tartışmalı YÖK yasasına ek 17. madde ile ne idüğü belirsiz ifadelerle kılık kıyafet serbestisi getirilse de bu serbestlik(!) soruna çözüm getirmek yerine dallandırıp budaklandırmıştır...

Anayasa mahkemesine taşınan bu ek madde tam olarak iptal edilememiş fakat gerekçeli karara yazılan bir cümle yasak kabilinden uygulanan bu dayatmaya yetmiş ve dahi artmıştır...

Bugün yasak hemşerim diyen herkesin dilinde bu gerekçeli karar vardır ve kimse yahu kardeşim gerekçeli karar yasa hükmünde midir??? Ne oluyor diye sorma cesaretini kendinde bulamamamıştır...

Yetmedi...

Olmayan başörtüsü yasağını ortadan kaldırmak için anayasada değişiklik yapmak gibi garip bir girişim bugünün TBMM Başkanı ve bazı siyasiler tarafından geçmişte sürekli gündeme getirilmiş ve 411 eli kaosa el kaldırtan bir anayasa değişikliğine zemin teşkil etmiş ve bu dahi iktidar partisine düzenlenen bir komplo alarak tarihte yerini almıştır...

Ak Parti organize işler babından bir kapatma davasından kıl payı kurtulmuş ve uzun süre kendine gelmekte güçlük çekmiştir...

Bugün geldiğimiz noktada ise mesele yeniden gündemde arzı endam etmiş ve hararetle tartışılmaya başlanmıştır...

Tartışmanın seyrine iyi bakın geçmişte neyse o...

Bir tek sağlıklı yaklaşım görmek mümkün değil...

Tek sağlıklı görüş YÖK Başkanı tarafından cesaretle dillendirilmiştir...

Onun da mehazında yasağın oluşmasını müteakip YÖK yasasına ilave edilen ek 17. madde üzerinden yasağın olmadığını ifade etmektir...

Zaten öze inilmese de fitili ateşleyen ama bir adım ötesine gidilemeyen bir tavır olarak orta yerde yalnız başına kalakalmıştır...

Şimdilerde iktidar cenahından bazı siyasiler yine akıl almaz bir biçimde meseleye sebep üzerinden değil sonuç üzerinden yaklaşma ve çözüm(!) bulma hususunda ısrarlı bir davranış biçimi sergilemektedirler...

Bu davranışın Davranış Bilimleri ve Psikoloji ilminde yerini ben tespit edemedim...

Anlaşılan akıl tutulması devam ediyor...

Bu kadar karmaşık ve girift konuda bu kadar yanlış adımlar atılmasına ya da adım atılmamasına rağmen bu ülkede bir çok meselede yine de önemli mesafeler alınmasının altında yatan temel saikleri nasıl görmek lazım???

Ya da nasıl yorumlamak lazım???

Tek başına iktidar cenahından Başbakanın samimiyetini ve iyi niyetini ve bunun dışında halkımızın her kesiminden yanlışları görerek düzeltme mücadelesi verenlerin yoğun gayretlerini, çabalarını, söylenemeyenleri söyleyerek Korku İmparatorluğu kuranların ezberlerini bozma girişimlerini söyleyebilir miyiz???

Bence söyleyebiliriz...

1994 yılından beri yapılan hiç bir şeyin artık gizlenemediği, saptırılsa da sonradan gerçeklerin bir bir ortaya çıktığı bir süreci yaşamaya başladık...

Gerçeklerin ne yapılırsa yapılsın gün yüzüne çıkması engellenemiyor...

Eğer bize dayatılan gündemleri sonuçlar üzerinden değil sebepler üzerinden tartışabilirsek işlerimiz daha da kolaylaşacaktır vesselam...

16.09.2010

Halkımız Müsterih Olsun

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Uzun süredir sessizliğini muhafaza eden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı referandum sonrası sessizliğini bozdu...

Bozdu ama ne bozma!!!

“Yargıçlar olarak hukuk devletini ve yargıçların bağımsızlığını anayasa değişse dahi, yasalar değişse dahi korumak azmindeyiz; halkımız müsterih olsun, biz hukuk devletini gerçekleştireceğiz”

Dedi ve tartışmaların orta yerine düştü...

Geçmişte de böyle gizemli kelamlar etmişti...

İzliyoruz gibilerinden...

Her sözünün arkasından da sessizliğin derinliklerine dalmıştı...

Hoş bir bürokrat olarak konuşması bile izne tabi iken konuşuyordu o ayrı mesele...

Ama konuşuyordu...

Zira kimse çıkıp da sus dememişti kendisine...

Şimdi ise irili ufaklı itirazlar yükselmeye başladı...

Eskiden de sus diyebilirlerdi ama ne hikmetse onlar da susmuşlardı...

Evet oylarının baskın çıkması geçmişte sessizliklerini sürdürenlere cesaret verdi...

Suç duyurusunda bulunuyorlar Başsavcı hakkında bu da bir gelişme diyelim...

İşin doğrusu bu suç duyurusu Ak Partiye kapatma davası açıldığında delillerin sade suya tirit olduğu ortaya çıktığında yapılmalıydı...

O zaman atılacak bir kaç cesur adım bugünlerde bir çok gelişmenin seyrini değiştirirdi...

Sadece Başsavcı için değil YSK üyeleri, HSYK Üyeleri ve Esasa girmeyi kendine vird edinen AYM üyeleri için de olmalıydı...

Geçelim bir kalem...
Bu hamur bundan sonra da çok su kaldırmaya devam edecek...

Halkımız müsterih olsun...

Halk demişken Başsavcının müsterih olsun dediği halk kavramından ne anladığı akıl karışıklığına yol açıyor gibi...

Zira bu halk başsavcının sükunete davet ettiği halk değil...

Öyle olsaydı değişim denilen şeyin ayak sesleri bu halkın desteğiyle duyulmazdı...

O zaman ortaya çıkan şey başka bir durum...

Başsavcı kendince halen halk kavramının arkasına sığınarak değişime direnen kesime mesaj vermek ihtiyacı hissediyor...

Merak etmeyin biz buradayız, sizleri ve şimdiye kadar halka rağmen yaptıklarınızı cansiperane savunmaya devam edeceği demeye getiriyor...

Ne diyelim Allah kolaylık versin...

Hukuk kavramından halen farklı anlayışların çıkması böyle bir şey demek ki!!!

Ama işin kötüsü ne biliyor musunuz???

Neredeyse emekliliği yaklaşmış ve hukuk çevrelerinin en büyük makamlarını işgal etmiş birilerinin hukuk devletini gerçekleştirme rüyalarını sürdürmeleri çok ironik kaçıyor...

Biz onlara yine de sormayalım şimdiye kadar nerelerde idiniz diye...

Sorularımız cevapsız kalmasın diye...

Zira Hukuk Devletini gerçekleştirme iddiası bu ülkede şimdiye kadar hukukun hem olmadığını hem de Adalet dağıtmak üzere makam mevki sahibi olanların hukukçu olmadıklarını ispat ediyor...

Geçmişte bunun sayısız örneğini görmedik mi zaten???

Bu iddia ayrıca bir şeyi daha ispat ediyor...

İdeoloji körleştirir...

İdeolojilerin hukuku olmaz...

İdeolojilerde adalet duygusu olmaz...

İdeolojiler adalet dağıtmaz...

İdeolojiler kendisini korumak için hukuktan faydalanır...

Onun adı da adalet olmaz...

İdeolojilerin hakim zihniyet olduğu ülkelerde Adalet tabelalarda asılı duran bir kelime haline gelir...

Duvarları ve Bakanlık isimlerini süsler...

Böyle olunca da Başsavcı ve onun gibi değişime direnen hukukçu kisvesine bürünenlerin halk kavramı da başkalaşır...

Başsavcının halkı müsterih olsun...

Gelişmeler onları da rahatlatacak...

Bu topraklarda yaşayan asıl halka gelince onların müsterih olmaları değişime verdikleri olumlu mesajın içinde vardı zaten...