26.04.2012

Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluş Amacı Neydi???


Anayasa Mahkemesi malumunuz 27 Mayıs Darbesinin ürünlerinden birisidir…

50. Kuruluş yıldönümü münasebetiyle bunu bir kez daha hatırlamış ve hatırlatmış olalım…

Vatana millete hayırlı(!) olsun…

Böyle bir mahkemenin kuruluşu; vesayet sisteminin sahiplerinin kurdukları sistemin bekasına yönelik nasıl ileri görüşlü ve geniş bir ufka sahip olduklarını yansıtması açısından anlamlıdır…

Bilindiği üzere cumhuriyet rejimi bu topraklarda eskiye dair ne varsa onları önce kullanmak ve sonra yeri ve zamanı gelince atmak üzere kendisine meşruiyet alanları bula bula yerini sağlamlaştırma yoluna gitmiştir…

Halk indinde muteberliği ve meşruluğu Milli Mücadele sonrası icraatları yukardan emir, dayatma ve baskı ile geldiği için tartışılagelmiştir…

Fazla söze, süslü kelama gerek yok…

1921 Anayasası ile sonrasında gelen 1924 Anayasasına bakıldığında ve zaman içerisinde yapılan değişikliklerle Anayasaya yerleştirilen bir takım hükümlerin ileride hangi gelişmelere ve tartışmalara yol açtığı görülecektir…

27 Mayıs Darbesi ile Anayasaya giydirilen yeni hükümler ve kurumlar ise vesayetin zirveye taşındığının ileride göstergesi olacaktır…

İşte Anayasa Mahkemesi de bu kurumlardın birisi olarak vesayet rejiminin kendisine tehlike olarak gördüğü yapılanmalara karşı ne denli geniş bir ufka sahip olduklarının göstergesi olarak arzı endam edecektir…

General Kenan Evren’in deyimiyle netekim irticacı olarak nitelendirdiği Milli Nizam Partisi geleneği ve rejimin kendisine tehlike olarak gördüğü ve bölücü olarak nitelendirdiği partilerin kapatılma mercii olarak sistem lehine ne denli isabetli bir kurum olduğunu ispat etmiştir…

Ak Partiye yönelik açılan kapatma davası ise canlı olarak hafızalarımızdaki tazeliğini korumaktadır…

Bununla beraber anayasal çizgiler(!) zorlanarak yakın zamana kadar TBMM’de yasalaştırılan bir çok kararın bu çizgiler zorlanarak hatta ve hatta kör ideolojik gerekçelerle iptali yoluna gidilmesi de canlı olarak hafızalarda tazeliğini korumaktadır…

Hal böyle olunca vesayet sisteminin artık bir nebze olsun sorgulanabilir hale geldiği günümüzde 50. kuruluş yıldönümü alayı vala ile idrak edilirken Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın  "Anayasa mahkemeleri, anayasal çizgiyi esas almak suretiyle siyasi aktörler arasında hakemlik fonksiyonunu yerine getirirken taraflara lojistik destek sağlayan bir kurum olamayacağı gibi milletin iradesini temsil edenlere çelme takma yeri olarak da kullanılamaz.''   ifadesi biraz ironik kaçmaktadır…

Hangi anayasal çizgi diye bi sormak lazım???!!!

Daha dünü kadar Demoklesin Kılıcı gibi tepelerde savrulan Mahkeme bugün ne oldu da siyasi aktörler arasında hakem rolüne soyunuyor diye bi sormak lazım???!!!

Taraflar ve siyasi aktörlerden kastedilenler kimler diye bi sormak lazım???!!!

Taraf dediğiniz vesayet sisteminin savunucuları ile millet iradesini ve değerlerini temsil edenleri savunmak adına hak ve özgürlüklerden yana adım atanlar ise bu ayrım neden ve şimdi yapılıyor diye bi sormak lazım???!!!

Daha önce önüne gelen bir kısım davaları değerlendirirken millet iradesini temsil edenlere çelme takmak şeklinde kararların altına Yüce Mahkemenin attığı imzaların o günlerde nasıl değerlendirildiğini bi sormak lazım???!!!

Değişen ve dönüşenler hangi kurumlardır diye bi sormak lazım???!!!

Vesayet sisteminin ve onun getirdiği kurumların sürekli tartışıldığı bir vasatta çizilen yeni yol haritalarının neresinde hangi kurumların yer almak istediğini bi sormak lazım???!!!

Bizde soru çok!!!

1921 Anayasası ile getirilen haklar 1924 ve sonrasında yapılan Anayasalar ile sürekli olarak millet iradesini yok sayan ve milleti temsil makamındaki seçilmişlerin faaliyetleri daraltılan alanlara adeta hapsedilmiştir…

Bu mekanizma da sistemin oluşturduğu kurumlar vasıtasıyla işlemiştir…

Anayasa Mahkemesi de bu kurumlardan birisidir… Ve dahi sorunludur…

TBMM’de seçilmişlerin ittifakla veya çoğunluğu sağlayarak aldığı kararların anayasal sınırların ve kanunların yorumlarla, tartışmalı kriterlerle mahkemelerde bozulması, partilerin yoruma dayalı kriterlerle kapatılmasının sağlanması TBMM’nin faaliyette bulunmasına gerek var mı partiler milletin teveccühüne göre mi yoksa bu kurumların yorumlarına göre mi oluşsun veya  hangi şartlara göre oluşsun da kapatılma olmasın sorusunu da beraberinde getirir…

Adına anayasal kurumlar dediğimiz bir takım kurumlar TBMM’ni işlevsiz hale getirmemelidir… Bu kurumlardan birisi de Anayasa Mahkemesidir…
                                     
Yeni Anayasa çalışmalarının devam ettiği bu süreçte vesayet sisteminin oluşturduğu bu gibi kurumlar ve uygulamalar çözülmesi gereken ve beklenen kör düğümlerdir…

Ayrıca sistem yeni bir algı ile sağlıklı bir mecraya sürüklenmezse siyasi parti liderlerinin konuştukları dilin savaş dili mi barış dili mi olduğunu ne kestirebilir ne de yönlendirebilirsiniz… 

Hele hele Vesayetin savunucuları olaya topyekün savaş vechesinden bakmaya devam ediyorken…

20.04.2012

CHP Kalaysız Bakır Kaba Benzer.


CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle katıldığı programda
‘Peygamberin ahlakıyla ahlaklanmadıkça, ne yaparsanız yapın kurtuluş mümkün değildir..’ demişti?..
Bu ifadenin sahibi üzerinden CHP’lilerin ve CHP’nin genlerine; geçmişe bir gezinti yaparak bakmaya çalışalım…
Bakalım ki hem bu sözleri söyleyip hem de Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin Hayatı’nın seçmeli ders olarak okutulabilme imkanını da sağlayan, 4+4+4 diye bilinen yasanın iptalini sağlamak için her türlü kapıyı çalmaktan geri kalmayan zihniyetin ne olduğunu anlayalım…
Rahmetli Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralarından bir kısmını buraya iktibas edeceğim…
1930’lu yıllar…
“Dedemden (Hacı Veyis Efendi) defalarca işittim ve hatırlarım; İttihatçılar ve onun devamı olan Halk Partisi için şöyle derdi:
“Oğlum bu fırka, bu teşekkül kalaysız bakır kaba benzer, içine ne konulursa zehir olur. İster hacı, hoca olsun… Oğlum bu fırka ehlullahtan, Allah dostlarından beddua almıştır. Bu yüzden öyle bir hale gelmiştir ki, kalaysız kaba benzer, içine gireni zehirler…”
“Ne için dede?”
“Böyle oğlum bir milleti dinsiz yapmaya çalışmaktan daha büyük cinayet ne olur? Bir kere din terbiyedir, ahlaktır, dürüstlüktür… Din evvela kendi nefsine, sonra ailesine, komşularına, çevresine, ülkesine, milletine, memleketine hayırlı insan yetiştiren müessesedir. Her sahada en üstün insanı din yetiştirir. Din, bunun için dindir. Çünkü ilahi kaynağa bağlıdır. Allahu Teala tarafından insanları yetiştirmek için gönderilmiştir.. Binaenaleyh bu terbiyeyi ve ahlakı kabul etmemek, dini kabul etmemek ise Allah ve Resulullah, Kitap ve Kur’an tanımamaktır.
Türk Milleti Yunan’la harp etti; Yunan’ı kovdu. Niçin kovdu? Yunan memleketimizde kalırsa, bana Kur’an’ımı okutmaz, dinimi yaşatmaz, mukaddesatımızı değiştirir, diye kovdu… Memleketimize dikkat edin yavrum, değişmeyen nesi kaldı?
Aman dinimizi, dilimizi, Kur’an’ımızı, ezanımızı, Cuma’mızı, kandillerimizi, bayramlarımızı koruyalım. Yoksa mahvoluruz.”
…..
“Müslümanlara Kur’an-ı Kerim öğretmek için camilerde veya evlerde ders veren ve ders okuyanlara, tazyiklerin, takiplerin, davaların ve tevkiflerin arttığı, ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu ve namazda okunan Kur’an ayetleri yerine Türkçe’sinin okutulması için hazırlık yapıldığı zamanlar hakikaten çok sıkıntılı, üzüntülü ve buhranlı günlerdi.
Bu günlerde amcam ve babamla konuşup dertleşirken dedemin şöyle dediğini hatırlıyorum:
Yahu camilerimi ellerimizden alındı. Allah’ın ism-i celalini anmak, huzur-i izzetinde secdeye varmak için yapılan ibadethanelerimiz ot deposu, asker kışlası oldu….”
ÜSTAD ALİ ULVİ KURUCU HATIRALAR - Haz. M. Ertuğrul Düzdağ 1. Cilt - Kaynak Yayınları
Başka söze gerek bırakmıyorlar!!!

17.04.2012

28 Şubat, Akıl Tutulması ve Yanıltmacalar


28 Şubat süreci sonunda yargı ağına takıldı…

Beklenen bir gelişmeydi ve kim ne derse desin işaret fişeğini Ergenekon operasyonları ateşlemişti…

Umulur ki yargılamalar usta bir manevra ile yönlendirilmiş pozisyonuna düşen üç beş askerle sınırlı kalmaz…

O günlerin havasını soluyanlar iyi bilirler ki oluşturulan havayla her kesime kendi hassasiyetleri(!) üzerinden servisler yapılmış, herkesin menfaatleri ve zaafları bir potada birleştirilerek koskoca bir ülkenin geleceğine ipotek konulmuştur…

Refahyol Hükümeti icraatları ile kral çıplak dedirtmiş, hem Türkiye’nin kerameti kendinden menkul elit kesimlerini hem de Türkiye üzerinden hesap yapan dış dünya konjonktürünü rahatsız ederek dengeleri sarsmıştır…

Geniş ufuklara yelken açan hükümet bir çok projeyi kısa bir zaman dilimine sığdırmaya kalkışınca stratejik hata yapmış ve yıpratılması ve yıkılması kaçınılmaz olmuştur…

Refahyol Hükümetinin yıkılma gerekçeleri o günlerin yaratılmak istenen havasında ön plana çıkartıldığı gibi irtica, laiklik teraneleri değildir…

İrtica ve laiklik bahanesi içine zehir katılmış bir aş olarak her daim servis edilen bir gerekçedir…

Sosyal hayatı dizayn etmenin bir yoludur ve hep bu bahanelerle halk baskı altında tutulmuştur...

İrtica denince ne anlaşılır laiklik denince maksat nedir açıktır…

Bu iki kavrama yüklenen anlamlar Türkiye Cumhuriyetinin temelinde  olan bir çatışma alanıdır…

Lakin bu iki kavramın çatışma alanına sürüklenmesi ekonomik kavganın ve dış dengelerin gözden kaçırılması için bir kılıf oluşturmuştur…

Geçmişten beri yolları kesişse de çatışma gerekçeleri hep birbirinin mütemmim cüzü olmuştur…

Bizim halkımızın kahir ekseriyeti hem sosyal hayatın ihtiyaçları hem de ekonomik ve teknolojik alandaki ihtiyaçların karşılanmasından genellikle mahrum bırakılmıştır…

En basit örneğiyle din özgürlüğü bile ceberut bir anlayışın tahakkümü ile kendisine sunulanı kadar olmuştur…

Teknolojik alanda ise her gelişme bizim halkımızın takibi güç bir mesafeden izleyebildiği bir seraba dönüşmüştür…

Bugün insanımızın teknolojiye düşkünlüğü bu izlenimi destekleyen bir durumdur…

Ekonomik alana gelince zenginlik ve refah alanındaki büyük pastanın dar alanda paylaşımının getirdiği sıkıntılar bize yeterli doneyi verir…

Öyle ki bugün bile halen bütün toplum katmanlarına adil bir şekilde dağıtımının sağlanmasında sıkıntı yaşanan bir alandan söz ediyoruz…

İşte Refahyol Hükümeti uzun yıllar sonra ilk defa içerde ekonomik alanda ciddi boşlukların olduğunu gözler önüne sermiş ve çakma, montaj sanayicilerin iş dünyasında kendilerine sağlam bir yer edindiklerini gözler önüne sermiştir…

Sözü uzatmayalım; İslami hassasiyetleri olan bir zihniyetin kısmen de olsa iktidarı paylaşması ve D-8 gibi projeye start vermesi dış dünya dengelerini kuranlar açısında hükümetin yıkımında sonun başlangıcı olmuştur…

İçerde ise ekonomik ve teknolojik açılımlara yeterli alt yapısı olmayan ve montaj sanayi ve bankacılıkta faiz ile günü kurtarma üzerine kurulu iş dünyası uyum sorunu yaşadığı için 28 Şubat sürecine katkı sağlamıştır…

Hükümetin denk bütçe ve havuz sistemi uygulaması işin tuzu biberi olmuş yıkım ekibi faaliyete başlamıştır…

Gelelim bugüne…

Rahat rahat dillendirdikleri bu post modern darbenin arkasında KOÇ gibi duran iş dünyası ve onların avanesi olan medya ve bürokrasinin her kademesinden (bu her kademe üniversite, yargı ve akla gelen her kesimi barındırır) destekçileri açığa çıkartılıp yargı sürecine dahil edilmez ise süreç akim kalır…

Bugün davayı diğer davalarda olduğu gibi sulandırmaya çalışan bir takım çevreler yargılamanın bu çevrelere yayılmasını önlemeye yönelik gayretin içerisindedirler…

Yoksa kimse o günlerde yaşananları unutmuş değil…

Senaryoya dahil olan aktörler bugün bu halkın içinde yaşamaya devam ediyorlar…

Gerek medya da gerekse bürokratik çevrelerde ve köşelerinde hayatlarını sürdürüyorlar…

Buzdağının görünmeyen kısmına bakmak isteniyorsa izleri burularda sürülmeli…

Ayrıca yargılama sürecine dahil edileceklerin her kesimden olmasını cadı avı gibi tabir edenler asıl o günlerde cadı avına çıkıldığını neden unutuyor???

Hiç kimsenin unutamadığı şeyler yaşandı o günlerde…

Brifingler hafızalarda canlılığını koruyor…

Demirel’in kollarını makas gibi açarak söylediği “İşte Çağdaş Türkiye bu” sözlerini kim unutabilir…
Hele Demokrasiye balans ayarı ifadesi hatırdan çıkar mı???

Otel lobilerinde perde arkasında yapılan pazarlıklar ve kurulan pazarların canlı tanıkları bizzat pazarlığa tabi olanlardır…

Medya camiasında kendini saklama gereğini hiçbir zaman hissetmedi…

Herkes yalın kılıç meydanda linç girişimine katkı sağlıyordu…

Metastas habis ur ifadeleri ve hakaretlerin hakaret sayılmayacağı kararlarının altına imza atanlar utanç abidesi olarak geziniyorlar…

Ve daha niceleri…

Sessiz çoğunluğun çığlıklarının o hengamede kaynayıp gittiğini kim unutabilir ki???

Bakmayın siz köşelerinde ve işgal ettikleri makamlarda intikam duygusuyla hareket edilmesin diye gazel okuyanlara…

Sadece suç işleyenler cezasız kalmasın demek yeterlidir…

Evet suç işleyen her kimse cezasını çeksin ki gelecek nesiller herkesin yaptığı yanına kar kalıyor anlayışının hakim olduğu bir havayı solumasın…

11.04.2012

Mehmet Haberal ve Türkiye’nin Utancı


Mehmet Haberal kendi tutukluluğu ile ilgili "Ameliyat yapmam, üniversiteler kurmam gerekirken üç yıldır tutukluyum. On aydır da Zonguldak milletvekiliyim. Benim tutuklu olmam Türkiye'nin utancıdır. Meselenin çözüleceği yer parlamentodur ve bu noktada CHP'ye çok büyük sorumluluk düşmektedir."  diyormuş…

Utanç kategorisinde değerlendirilecek o kadar şey var ki bu ülkede…

Kendisi ile ilgili hazırlanan iddianameyi görmezden gelmesi ilginç ama biz yine de utanç kategorisine girecek asıl meseleleri şeklen de olsa sayalım da utanç duyulması gereken şeyler nelermiş görelim isterseniz!!!

İlk Meclisin açılması ile sade ve net ifadelere sahip anayasanın zaman içerisinde değiştirilerek kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırmayı kendine ilke edinmiş bir zihniyeti yansıtması…

Zaman içerisinde meclis içi darbelerle halkın ihtiyaçlarından ziyade elit bir zihniyete dayanak haline getirilmesi..

Bu çerçevede CHP’nin 6 okunun halkın sırtına hançer gibi saplanarak halen orda kalmasının sağlanması…

Sonrasında 27 Mayıs süreci ile doğrudan darbelerle anayasanın müdahalelere maruz kalması…

Normalleşmenin(!) olduğu zamanlarda TBMM vasıtasıyla kıyısından köşesinden yapılan değişikliklerle ancak suni solunum sağlanması…

Bu değişikliklerle yamalı bohça haline gelmiş bir anayasaya sahip olunması…

Uygun bir ortam ve sayısal çoğunluk olmasına rağmen geçmişte yeni bir anayasa ile ilgili adımın atılmaması…

Şimdilerde yenisi ile ilgili çalışmaların sağlıklı bir zeminde yürümesinin sağlanamaması…

Doğrudan yasalar veya yasalara yerleştirilen mayınlı araziler vasıtasıyla yöneticilerin iki yüzlü davranmaya zorlanması…

Sistem mekanizmalarının eksiklikleri gidereceğiz diye yasa, mevzuat, yönetmelik ve genelge mezarlığına çevrilmesi…

Atanmışların sınıfsız bir toplum yaratacağız argümanı ile yola çıkılarak elit bir sınıf haline gelmesi…

Seçilmişlerin halen dar alanda kısa paslaşmalarla istikrarı sağlamak için çaba sarf etmesi…

Vesayetçi anlayışın varlığını halen sürdürmesi…

Darbeseverlerin varlığını sürdürmesi…

Statükonun direnmeye devam etmesi…

Faili meçhul diye anılan faili malum cinayetlerin pervasızca işlenebilmesi…

Devlet adına devletten nemalanan yapılanmaların varlığını halen sürdürmesi…

Halka rağmen halk için anlayışının bu ülkeye has bir anlayış olarak tedavüle sürülmesi…

Celladına aşık olan insanların çokluğu…

Ölü sevici zihniyete sahip putpereset anlayışların çağdaşlık olarak halka sunulması…

Darbe döneminde genelkurmay başkanının kendi askerleri tarafından aşağılanması…

Onlara alkış tutanların çokluğu…

Seçilmiş Hükümete komplo iddiasıyla tutuklananlara vatansever muamelesi yapılarak açılan davaları itibarsızlaştırma çabaları…

Bir kısım darbe müteşebbislerinin halen yargı önüne çıkarılamaması…

Göz göre göre işlenmiş cinayetlere intihar süsü verilmesi…

Uludere hadisesinin açıklığa kavuşturulması mekanizmasının yavaş işlemesi….

Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve beraberindeki heyetin kazaya kurban gitmesinin üzerindeki sis perdesinin bir türlü aralanamaması…

Darbeye teşebbüsten yargılananların teşebbüs yarım kalmıştır bizi yargılayamazsınız demesi…

Darbeyi gerçekleştiren 12 Eylül generallerinin ise bir kurucu iradeyiz bizi yargılayamazsınız demesi…

Demirel’in 12 Eylül Davasına müdahil olmaması ve Nazlı bir savunucuya sahip olması…

Eski MSP yöneticilerinin bu süreçte sessizliğini muhafaza etmesi…

Etnisitenin dayatılarak bundan bir terör örgütü yaratılması…

Yaratılan bu terörle mücadeleye son 30 yıl içinde 400 milyar dolardan fazla para harcanması…

Terör nedeniyle göçe zorlananların insanların yaşadıkları travmalar…

Toplumsal düzeyde iç dengelerin sarsılması…

Ötekileştirme anlayışının her alana yansıması…

Ekonomik krizlerle yine 400 milyar dolardan fazla kaybın yaşanması…

Ülkenin maddi ve manevi güçlerinin oluşturulan iç meselelere kurban edilmesi…

Sağlıklı bir eğitim sisteminin bir türlü sağlanamaması…

İnsanlarımızın halen genel anlamda emniyetinin tam olarak sağlanamaması…

Hırsızların ve cinayet işleyenlerin suç işlemelerine mani olacak anlamda bir caydırıcılığın sağlanamaması…

Adaletin yavaş işlemesi…

Halkın kahir ekseriyetinin inanç ve değerlerinin itibarsızlaştırma ameliyesinden nasibini almaya devam etmesi…

Hilkat garibesi uygulamaların halk üzerinde tahakküm etmeye devam etmesi…

Bebeklerden katiller yaratılmaya zemin teşkil edilmesi…

Tek Parti döneminde teşkil edilen Korku İmparatorluğunun hakimiyetini halen sürdürdüğü alanların çokluğu…

Korku İmparatorluğu ya geri dönerse korkusu ile yaşayan ve söylemleri ile zaman zaman bu çevrelere mesaj vermeye çalışan iktidar kadrolarında yer alan siyasilerin varlığı…

 Saymakla bitecek gibi gözükmüyor ama son olarak şöyle bağlayalım…

Darbeci zihniyetli, solcu mu Kemalist mi devrimci mi karşıdevrimci mi ne olduğu belli olmayan, faşizmi çağrıştıran uçuk fikirlerin savunucusu, zamana ve zemine göre her türlü fikre ve kılığa bürünen, dün ak dediklerine bugün kara diyen, piyasanın her türlü taşının altını kendine siper ve mevzi edinmiş bir takım yazarlar ve medya camiasının varlığı Türkiye’nin utancıdır….

Utanç mı dediniz???
Alın size utanç hem de istemediğiniz kadar!!!

"Bana Kemalistler cinayet işledi dedirtemezsin, Nalan" diyor Sevan Nişanyan


27 MART 2012 SALI

Bana Kemalistler cinayet işledi dedirtemezsin, Nalan


“Memleketteki her kötülüğün sebebi Kemalistler mi yani” diye itiraz ediyorlar bazen. Kötü arıyorsan daha faşistler var, dinciler var, Cemaat var, MİT var, CIA var, o var, bu var. “Bir bebekten katil yaratan karanlığı” sadece Kemalistlere yüklemek reva mı? Kaç senedir iktidarda bile değil garibanlar!

Bu arkadaşlar belli ki başka ülkede yaşıyorlar. Hayatlarında TC'nin bir devlet dairesine gitmemişler. Ortaokul müdürünün bayrak töreninde ağzından tükürük saça saça yaptığı konuşmayı dinlememişler. Herhangi bir valiliğin cehalet ve arsızlıkla dolup taşan web sitesinde gezinmemişler. Askerde “gece eğitimi” adı altında verilen alçaklık derslerine denk gelmemişler. Adli yıl açılış törenine katılmamışlar. Ondokuz Mayıslarda çocukların yaptığı Nazi özentisi figürleri görmemişler. “Türkiye Türklerindir” gazetesinin başlığına dikkatle bakmamışlar. Ardahan’ın Kurtuluşu töreninde en önde taşıdıkları şeyi fark etmemişler. 12 Eylül anayasasını okumamışlar. Ogün Samast’ın o meşhur bayraklı pozunda, jandarma temsilcisinin kafasının arkasından sırıtan imzayı görmemişler. Geçen gün paylaştığım o Nevruz fotoğrafındaki zevatın – ve onların kardeşlerinin – yakasındaki rozet ilgilerini çekmemiş.

Yoksa memleketin ruhuna sinmiş olan karanlığı tanımamazlık etmezlerdi.

*  
Saydıklarımın hepsinde ortak bir unsur var, farkındasınız değil mi? Bir tür ikonadır, kutsal işarettir. Sergiledikleri ritüel vahşete, ritüel cehalete, ritüel yalancılığa kutsallık kazandıran simgedir. O ikonanın gölgesine sığındığın zaman hiç tanımadığın birtakım insanları vatan haini soysuz düşman diye damgalayabilirsin, “terk et benim ülkemi” diye babalanabilirsin. Oysa ikonanın huzurunda değilken muhtemelen mülayim bir adamsındır, bir yerde kürtle yahut ermeniyle yahut Cemaatçiyle tanışsan az buçuk utanarak arkadaş olmaya çalışırsın. İkonanın işaret ettiği yolda, tarihe ve dünyaya dair kör cehaletin bir gurur vesilesine dönüşür. Dünyaya bedel olan Türkler ve Horasandan gelme atalar hakkında atıp tutarsın, aksini söyleyeni kahretme gücünü kendinde görürsün. İkonanın mevzubahis olduğu yerde hakikat teferruattır, vicdan teferruattır, hakkaniyet ve dürüstlük teferruattır, espri yoktur, alçakgönüllülük yoktur, kuşku ve merak yoktur. İnsanlığını paranteze alırsın.

Şimdi elinizi kalbinize koyup beş dakika düşünün. Devlet dairesindeki Atatürk portresinin ANLAMI nedir? Sadist ortaokul müdürü sabah içtimasında neden Atatürk diye haykırır? Hürriyet gazetesinin başlığında neden Atatürk silueti vardır? Ardahan’da temsilî Ermenileri süngülerken neden Atatürk büstü taşırlar? Vatan sevgisi filan diye saçmalamayın allahaşkına. Sebebini gayet iyi biliyorsunuz. “Ben şimdi kötülük yapacağım, şimdi yalan konuşacağım, şimdi saçmalayacağım, ama arkamda YÜCE GÜÇ var” der o resim, “beni sakın ayıplamayın!” Aslında kalbinin yarısıyla kendi de bilir ahlaksızlığını, yalancılığını. Ama riya dünyasında yaşamaya alışmıştır. Kalbindeki yarayı Atatürkle örter.

Bu memlekette gerçekten alçakça olan, insanı burada yaşamaktan tiksindiren şeyleri listeleyin kafanızda. Milliyetçi isteri. Yalnız ve farklı olanı ezme hırsı. Hürriyet gazetesi. Yargıtay. 6-7 Eylül. Göt gibi konuşan genelkurmay başkanları. Bürokratik hayasızlık. Kürt düşmanlığı. Soykırım inkârcılığı. Deniz Baykal. Ogün Samast. Devlet Bahçeli. Türk Tarih Kurumu. Uzat uzatabildiğin kadar. Hepsinin, ama HEPSİNİN referansı aynı kutsal figürdür. Cinayet ruhsatnamesi gibi bir şey mübarek.

Kutsal ikonanın boy göstermediği sahalara bakarsanız, halbuki, başka bir tablo görürsünüz. Evlere bak. Köylere, manava, meyhaneye, plaja, aerobik kulübüne, oto sanayi sitesine, modern sektörün büyük şirketlerine bak. Bir arada yaşamakla ciddi bir sorunu olmayan, biraz ürkek, biraz cahil, mütevazı, başka memleketlere kıyasla hayli terbiyeli, “ayıp” duygusu kuvvetli, Devlet söylemini kişisel yaşamına bulaştırmamaya çalışan 75 milyon normal insan!

Cumhuriyetin kurucusu böyle bir kaderi hak etmiş midir, bakın o ayrı mevzu.  Karikatürleştirilmiş ikonasından çok farklı bir insandı şüphesiz; bu anlamda, başına gelen şey trajiktir. Ama bence gene de o sonucu hak etmiştir. Sebeplerini başka zaman konuşalım.

“Kemalizm” denilen şeyle alıp veremediğim işte budur. O ikona devrilmeden bu memlekete medeniyet gelmez derken kastettiğim de budur.

Yoksa Cumhuriyet Gazetesinde yazan üç beş bunağı yahut İzmir’in Gündoğdu meydanında dekolte göstermeye çıkan cici kızları memleketin en ciddi meselesi zannetmeyecek kadar aklım başımda çok şükür. 

6.04.2012

Fatura Kesen Baas Zihniyetliler


Bizim ülkemizde yapılan en kolay şeylerden birisi fatura kesmektir…

Bazen adres gözetilmez, spontane gelişir…

Birisi kalkar bir iki kelam eder içinde bulunduğu vasatın havasına kapılarak…

Sözünün nerelere sürükleneceğini kendisini nerelere sürükleyeceğini bilemez…

Söylenen sözler bulunduğu ortamda buz gibi hava estirir, sonra birisi kalkar 10. Yıl marşını okumaya başlar ve linç ekibine kahir ekseriyet dahil olur…
Hüküm verilmiş ve infaz memurları icra komitesi harekete geçmiştir artık…

Vay Şerefsiz ifadesi hakaret olarak telakki edilmez…

Ahmet Kaya örneğinde olduğu gibi…

Ölüm sebebi kalp krizidir ama tek başına değildir… Tasarlayarak ölümüne sebep olanlar halen aramızda yaşamaya devam ediyorlar…

Kimisi suskunluğunu koruyor, kimisi günah çıkararak aramızda dolaşmaya devam ediyor arsızca…

Kimi zaman da fatura asıl sahibine kesilmeye cesaret edilemediği için başkalarına kesilir…

Ortada fatura kesen çok her çeşit ve her cenahtan varlar…

Mahal mekan ve kulvar olarak ağırlıklı statüko ve vesayet mahallesi sakini olarak güzide ülkemizin en mutena makam ve mevkileri ile beraber kerameti kendinden menkul makam ve mevkilerde de ikamet ediyorlar…

En çok da medya semtinde ikamet ediyorlar…

Dilin kemiği, vücudun da omurgası olmayınca çala kalem her konu da çok rahat ahkam kesiyorlar…

Yeter ki ellerindeki malzemeye malzeme katan olsun…

Siyasi arenadaki ve sair alanlarda kendine yer edinen bazı kesimler de muhalefet etmek adına katkı sağlayınca ortaya çeşnili bir yapı çıkıyor…

Sonra kes kesebildiğin kadar fatura…

Bu ülkenin en rahat fatura kesilebilen alanı değerleri üzerinden halk kesimi olmuştur…

Halka kesilen fatura her daim onun temsil makamına getirdiği siyasiler üzerinden ola gelmiştir…

Bugünlerde yapılan da odur…
Muhalefet partilerinin temsilcileri ile iş aleminde ve sair yerlerde yer yer yükselen seslere bakıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır…

Darbecilerin ve darbeye teşebbüs edenlerin yargılanması ve terörle mücadele meselesinde bile iktidarın linç ekibinin hedefinde olması sözlerimizi yeteri kadar açıklık getirmektedir sanırım…

Bazen öyle bir hava veriliyor ki masumiyet karinesinin hangi durumlarda ifade edilmesi gerektiğinde bile şaşırıp kalabiliyorsunuz…

Baas zihniyetinin son kalıntısının sadece Suriye’de kaldığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz…

Bizdekinin sadece adı farklı…
Kavramlarla beraber zihinleri de iğfal edenleri görmek istiyorsanız bizim coğrafyamız çok münbit bir yapıya sahiptir…

İtinayla yeni kavramlar üretilmekle beraber eskiler de dejenerasyona uğratılır ülkemizde ve coğrafyamızda…






4.04.2012

12 Eylül Unutulmaz


Anayasa değişikliği ile ilgili referandum günlerinde bu konuya değinmiş ve 12 Eylül meselesini benzer ifadelerle ele almıştık…
O günlerden bugünlere canlılığını örnekleriyle koruyan bir husus olması hasebiyle Darbecileri yargılama sürecinin başlaması ile yeniden değerlendirmek elzem oldu…

Kaderin garip cilvesi 12 Eylül darbesi ile insanımızı yüzleştirmeye devam ediyor...
Bize toplum olarak yeniden bir travma yaşamak kalıyor...
Ama bunlar yaşanmazsa olmuyor...
Şu an içinde yaşadığımız toplumda işkence edenler ile işkence görenler bir çatı altında hayatını sürdürdüğünü kim aklında tutuyordur acaba???...
Darbecilerin halen darbe yapma fırsatı kolladığını???...

27 Mayıs'ı ve 12 Eylül'ü gerçekleştiren güzide ordumuzun genç ve orta yaş subayları şimdinin emekliliği gelmiş muvazzaf ve emekli generalleri olarak bu halk ile farklı dünyalarda olsa da yaşamaya devam ediyorlar...

Kendilerini her fırsatta destekleyen ilmiye ve kalemiye ve dahi siyasiye sınıfının hatırı sayılır bir kesimi ile iktisat ve esnaf cenahının ağa babalarından yanlarında durmaya devam edenlerin varlığını kim inkar edebilir???...

Bazen kısık sesle bazen biraz yüksek sesle itiraz ve red cephesinde yerlerini muhafaza ettiklerin kaç kişi farkındadır???...

Koç gibi duruyorlar...

Ortada bir tuhaflık var...
Bir çok kesim özellikle medya bir çok şeyi eleştirirken meselelerin özüne gelindiğinde ya suspus oluyor ya da eleştirdiği şeyleri savunma pozisyonuna geçiyorlar...

Tecavüz mağdurunun tecavüzcüsüne aşık olması gibi bir şey bu...

Bu nasıl bir duygu ki nefret ettiğini her fırsatta tekrarladığı halde yapılan haksızlıkların cezasını çekmesi için yargı yoluyla eline fırsat verildiği zaman insanlar farklı tellerden çalabiliyor???
Yaşadıklarınız, yaşadıklarımız unutulur cinsten değil ama en azından gelecek kuşaklara ibret-i alem olsun cinsinden bile olsa geç gelen adalete neden karşı çıkarlar ki???

Yüzleşmek ve hesaplaşmak ve dahi nefis muhasebesi tam da böyle olayların ve zamanların işi...

O günleri fiilen yaşayanların yaşadıklarını ve şahit olduklarını, hayatlarının nasıl etkilendiklerini unutmaları mümkün değildir...

12 Eylül'ün öncesinin ve sonrasının gadrine uğrayanlarda mutlaka ve mutlaka kalıcı bir travma veya etkilendiği unutamadığı zihninden bir türlü söküp atamadığı bir şeyler vardır...

Mesela ben o dönemde işkence görmedim...
Hapis yatmadım...
Gözaltına alınmadım... Ama hep gözlem altında tutuldum…
Tanıdık bir polisin uyarısı ile Jandarma Karakoluna kendiliğimden gittim...
İçeriye girdiğimde kapısını çaldığım büroda beni önce güler yüzle karşılayan jandarma astsubayı neden geldiğimi söylediğimde ve ismimi sorup da önündeki defterden ismimin önüne bir çarpı işareti koyduktan sonra yüzünün şeklinin nasıl değiştiğini ve öldürecek gibi baktığını hiç unutmam...
Zira kendiliğimden gitmez isem onlar alıyorlarmış, bunun da ne anlama geldiği açıktı...
Sorgusuz sualsiz ver elini Toplama Kampı...
Böyle girip de hadi çık diye 90 gün sonra bırakılanları biliyoruz...
İnsanlıktan çıkıyorlardı...
Varın gerisini siz düşünün...
Silahlı saldırıya uğradık üç kişi idik, bir silah sesi duyduk gecenin karanlığında boğuk ve tok bir ses... Yanımızdaki arkadaşı arkamızdan ateş etmek suretiyle vurdular....
Karanlığa saklanmış bir iki silulet...
Arkadaş vurulunca koşmaya, kaçmaya başladık, kaçarken, koşarken aynı sesi yine işittim ve ayağım takıldı yere kapaklandım...
Kurşunun ben yere düşerken başımın üzerinden geçtiğini hissettim...
18 Yaşımdaydım... Bu anı hiç unutmam...
Ölüm hiç bu kadar yakın olmamıştı...
Bizi öldürmeyi başaramayan cellatlar gecenin karanlığına karışınca geri döndük vurulanın yanına...
Hareketsiz vurulduğu yerde yatıyor...
Yardım istedik kimse korkusundan dışarıya çıkmıyor...
Gecenin karanlığı insanlığı yutmuş sanki...
Bedeni kontrol ettik neresinden vurulmuş diye...
Vücudunda yara izi göremedik...
Yerde yatanı taşımak için diğer arkadaşım ayaklarından tuttu ben ise kollarının altından kavradım...
Koltuk altından kavramamla beraber başından boynuma ve vücuduma akan ve bulaşan o sıcak kanın kokusunu hiç unutmam...
Bizi olayın nasıl gerçekleştiğine dair sorgulama ihtiyacı dahi hissetmeyen bir güvenlik anlayışı vardı...
Olay sonrası annemin bana şefkatle sarılıp şekerli su içirdiği anı da hiç unutmam...
O gece ayak üstü bir kaç soru bile sorulmadı...
Olayın üstüne sadesuyatirit niyetine bile gidilmedi..
Lisede öğrenciydim...
Son sınıfta ikmale kalan dersleri vermek için imtihanlara giremeyişimi hiç unutmam...
Ben Orta Anadoludanım...
Köylerimizde Darbenin küçük krallarının köylüleri köy meydanlarında toplayarak kadınlarının ve çocuklarının gözleri önünde anadan üryan hale getirilerek nasıl dayaktan geçirildiklerini anlatan olayı yaşayanların anlattıklarını hiç unutmam...
Anlayacağınız işkence dört duvar arasında yapılmıyor, köy meydanlarına taşıyordu...
Sebep mi arıyorsunuz???
Aramayın... Sebep çok...
Sonra okulun bahçesinde karşıt görüşlü olan ve kendisine silah doğrultan bir öğrenciyi vurup kaçan bir arkadaşımın haftalar sonra memlekete cenazesinin getirilişini ve toprağa verdiğimiz günü hiç unutmam...
Yaşadığım orta Anadolu'nun küçük ama ağırlığı büyük ilçesine öğrenci kisvesi ile dışarıdan devşirilen ne idüğü belirsiz birilerinin getirilmesi ile dengelerin nasıl değiştiğini ve bunlardan birisinin yaşanan bir gerginlik sonrası şehir meydanında silahı belinden çıkarıp şehir halkından birisinin alnına nasıl dayadığını ve bu olay karşısında halkın ve emniyet güçlerinin derin suskunluğunu hiç unutmam...
O günün gençlerinin kamplara ayrıldığı gibi karakolda da kamplara ayrılmış olan emniyet mensuplarının karşı cenahından bir polis memuru tarafından imalı bir şekilde nasıl tehdit edildiğimi hiç unutmam...
Babamın esnaf olması ve ilçenin tanınmış ailelerinden birisine mensup olduğum için gergin ortamın henüz oluşmadığı zamanlarda beni tehdit eden polis memuru da dahil devlet memurları ile aramızdan su sızmazdı...
Ama sonra tehdit unsuru oldum ve tehdit edildim...
Bu yaşadıklarımdan iki yıl sonra üniversite okumak için Ankara'ya geldim...
Baskı azalmış ve darbenin silindiri tüm toplumun üzerinden ağır bir biçimde geçmişti...
İzleri sürüyordu...
Burada yeni tanıştığım bir ağabeyim, arkadaşım...
Mamak Cezaevinden yeni çıkmıştı... Yargılanıyordu...
Onun zaman içerisinde Mamak öncesi ve sonrası yaşadıklarını anlattığında, işkenceyi birebir yaşamış birisinin yaşadıklarını ve gördüklerini ve insanların ruhlarında nasıl bir travma oluşturduğunu gözlemleyerek beni nasıl etkisi altına aldığını hiç unutmam...
Raci Tetik ismini hiç unutmam
Bu arkadaşımın Mamak'ın Hoş geldiniz bölümü hücre ve kafesten sonra koğuşa geçtiğinde “aynaya baktığımda kendimden korkmuş ve kendimi tanıyamamıştım” demesini hiç unutmam...
Uzun bir süre cop darbeleri sonucu oluşan yaralardan dolayı ellerini kullanamadığı için yemek yemek ve tuvalet ihtiyacını gidermek dahil aklınıza ne gelirse her şeyi ile içeride bir arkadaşının ilgilendiğini anlattığında zaman zaman utanarak bunu anlattığı anı hiç unutmam...
Amca oğlum o dönemde jandarma komando olarak Mamak Askeri Cezaevinde askerlik yaptı...
İçi kan ağlayarak yaşadıklarını anlattı, yaptıklarını ve kendisine yaptırılanları...
Hasta ruhlu psikopat kişiliğe sahip işkencecileri anlattı...
Erinden rütbelisine...
Kendisi amatör boksördü...
Bir gün koğuştan çıkarıp çıkarıp mahkum döven hasta ruhlu bir askeri dayanamayarak nasıl yumruklayarak ayağını yerden kesmek suretiyle duvara yapıştırdığını da anlattı...
Sonrasında kendisini o kısımdan uzaklaştırarak tel boyu nöbete verdiklerini de...
Bunları da unutmam...
Fişlenmiş bir hayatı yıllar boyu yaşamak zorunda kaldım...
Küçük kardeşlerimden birisi yıllar sonra hiç bir suçu olmadığı halde soyadından dolayı zor bir askerlik geçirdi...
Ve bir başka amcaoğlum aynı sebeple yine yıllar sonra işe girerken çok büyük sıkıntılarla karşılaştı...
Bunları da hiç unutmam...
12 Eylül'ün üzerinden 16 yıl geçtikten sonra Zaman Gazetesinde çalışıyordum...
Bir gün bir mahkumdan bir mektup geldi...
Mektubun üzerinde cellat namzedimin ismini gördüm...
Bize silah sıkan ellerden birisinin sahibini...
Gazetenin kendisine gönderilmesini talep ediyordu ve benim de gazete çalışanı olduğumu öğrenmişti..
Gazetenin kendisine sürekli gönderilmesini sağladık...
İkinci mektubunu ve ruh halini hiç unutmam...
Cezaevinden çıktıktan sonra karşılaştık 20 yıl sonra...
O değişmişti ben de...
Akraba idik ama düşman saflara sürüklenmiştik...
Yaşanan büyük oyunun küçük birer parçaları olmuştuk...
Birbirimize sarıldık ve o günleri hiç anmadık...
Yakalandıktan sonra gördüğü işkenceler ve uzun cezaevi hayatı kalbini iflas ettirmişti...
Zaman zaman görüşürdük...
45 yaşını göremedi... Ölüm zaten iflas eden kalbinin bir kriz geçirmesi ile onu buldu...
Bunu da hiç unutmam...
Yine Mamak...
Bu sefer başka bir blokta başka bir koğuşta yatan bir arkadaş...
Kendisini gıyaben tanıdığım şahsen yıllar sonra tanıştığım bir arkadaş..
Onun için Mamak günleri aynı idi ama yaşadıklarından sadece mizaha konu olabilecek türden olanları anlatırdı...
Güler misin ağlar mısın bilemezdin...
Rahmetli Akıncılar Derneği Başkanı Tevfik Rıza Çavuş ile aynı koğuşta kalmışlar...
Reis bir tane idi derdi...
Sağcısı ile solcusu ile herkesle arkadaş olabilen bir yapı...
Hem bu arkadaşımın hem de diğer Mamak zorunlu meskununun ilginç gözlemleri vardı...
O günlerde herkes hatırat yazıyordu...
Sol cenahta savunmalar kitap haline getirilmiş, yaşananlar kitaplaştırılmış, ülkücü camiada ise hatıralar vitrinleri yıllar sonra süslemeye başlamıştı...
Her ikisine de sordum neden siz de hatıralarınızı yazmıyorsunuz diye???
Birisi biz yaşarız başkaları yazar dedi...
Diğeri ise sessizce yüzüme baktı ve geçiştirdi...
Hep öyle yapar zaten ve halen de öyledir..
Bu yazma konusu ne zaman gündeme gelse konuyu değiştirir...
Şimdi kalıcı bir rahatsızlığı var ömür boyu kendisini bırakmayacak...
Mamak zindanının onda bıraktığı sonradan ortaya çıkan bir hastalık...
Bunları da hiç unutmam...

Darbe sonrası ortalık yerdeki toz duman dağılınca, dağınık gibi görünen parçaları bir araya getirip de resmi daha netleştirince, koskoca ülkenin nasıl kavgaya dahil edildiğini gördüm...

Aynı filmi aynı aktörlere oynatmak isteyen reji ekibinin ısrarlı çabalarına ne demeli???

Aktörlerin bir kısmı gerçeğin farkına varıyor artık...

Bir Anayasa değişikliği, bir referandum bizi alıp buralara getirdi… Geçmişiniz sizi bırakmıyor...
Bugün 12 Eylül Darbecileri yargılanıyor…

İktidar Partisi ve TBMM davaya müdahil olmaya karar vermiş, yerinde bir karar…

Bunun yanı sıra başkaları da var, haklı olarak ülkenin dört bir yanından yığınla davaya müdahillik talebi var…

Peki darbecilerin yargılanması için anayasa değişikliği gündeme geldiğinde karşı çıkanlara ne demeli???

Başta CHP olmak üzere benzeri bazıları da müdahil oluyorlar…

Bu da bir şeydir deyip geçmek mi lazım???

Ne ironik bir durum!!!

Kılıçdaroğlu yaptı yine yapacağını!!!

Meğerse 30 yıldır Darbe ürünü anayasasının gölgesinde yaşayıp erkeksen çık meydana havasıyla eleştirip, hep şikayet edip, en hassas noktalarına dokunmayanların, beğenmeyip, darbe ürünü deyip yeni anayasaya ihtiyacı her fırsatta vurgulayanların söyledikleri karanlığa kurşun atmak imiş...

Meğerse bedenlerin zindanda olması önemli değil, fikirlerin iktidarda olması önemli imiş...
Meğerse işkencecilerine gizli aşk ve sevgi beslerlermiş...
Meğerse bir kısmı özde değil sözde 12 Eylül karşıtı imiş...

Ak Parti iktidarı bu Anayasanın Geçici 15. Maddesini üstelik muhalefetin en devletçi ve en 12 Eylül Darbesi karşıtı(!) partisinin yıllardır dillendirerek getirdiği talep üzerine kaldırmaya kalkışınca aynanın sırlarını ortaya döküverdi...

Şimdi ise yeni anayasa sürecinde değişiklik olmasın diye var güçleri ile darbe anayasasını savunmaya devam ediyorlar...

Neymiş efendim kırmızı çizgileri varmış

Evet evet evet... Mesele anlaşıldı...

Bu aşk başka aşk, nefretin adresi belli...

04.04.2012