30.11.2011

Tayyip Bey'in Rahatsızlığı ve Temenniler

Sayın Başbakanın rahatsızlanıp operasyon geçirmesinden sonra medya dünyasında hakkında yazılanlara bakıyorum da; meğer ne çok seveni varmış...

Zira daha önce ki ülke yöneticileri için bu kadar içli ve içten sağlık temennilerini içeren yazılar kaleme alınmamıştı...

Gözlerim yaşardı...

Samimi söylüyorum gözlerim yaşardı...

Yazılanların tümünü zikretmek gerekmiyor ama Ahmet Altan'ın TARAF'taki yazısı bir yana diğerleri bir yana...

Uzun uzadıya üzerinde yorum yapmaya gerek yok...

Her neyse kendisini bütün samimiyetine rağmen önyargılı ve önyargısız sevmeyenler var ama sevenlerinin çokluğu da malum...

Ama rahatsızlığı sonrası aman bize lazımsın diyerek sevgilerini izhar edenlere yine de dikkat etsin derim ben...


Davos'taki literatüre geçen "One Munite" çıkışı sonrası salondan ayrılırken Simon Perez özür dileyinceye kadar etrafında kendisiyle beraber aynı fotoğraf karesinde olmamak için yarışanları o günün görüntülerini gözden geçirerek iyi incelesin...


Bir de o kısa zaman dilimi içerisinde özür metni kulaklarında yankılanıncaya kadar yapılan yorumları; Ak Parti camiası dahil...


Bir soruştursa ortaya koyduğu tepki sonrası eli ayağına dolaşanlarla "Bizim deli oğlan yine yaptı yapacağını" sözünü sarf edeni ironik bakışlarla süzmeyi ihmal etmezdi...

Lafı uzatmayalım...

Yakın çevresinin kendisine hitap şekliyle her ne kadar yakın çevresinde olmasak da PATRON'a biz de "Geçmiş olsun ve Allah hayırlı şifalar versin" diyelim...

Rahatsızlığı piyasaları etkilemedi ama endişelenenlerin çokluğu ve dile getirilenlere ve ifadelere bakılırsa boşluğunun zor doldurulacağına dair kanaat taşıyanlar çoğunlukta...

Aman Sayın Başbakan kendinize dikkat edin zoraki de olsa seveniniz çok

İcraatlarınızın beğenilme hinterlandı genişliyor...

Allah size kolaylıklar versin...

Dersim ve Kemalizm tartışması anayasa tartışmasıdır


Misafir Yazar'dan
Osman CANocan@stargazete.com

30 Kasım 2011 Çarşamba
  
Kemalizm’in veya ona referansın anayasal bir dönüşümü engelleyemeyeceği anlaşılıyor. Zira demokrasi karşıtı bir siyasal düşünce ve yapılanmayı bugünün dünyasında kabul ettirebilmek, çok daha önemlisi Türkiye’nin bunu içine sindirmesi güç gözüküyor.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kemalizm’e referansın ilk örneği, Demokrat Parti’nin ilk yıllarında CHP’den daha fazla Kemalistlik yaparak CHP’yi zora sokma denemesiydi. Kemalizm ile CHP’yi vurma çabası, DP’nin yine Kemalizm’e aykırılık nedeniyle devrilmesine engel olamadı.
Necmettin Erbakan “Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu” demekten çekinmedi. Ancak bu Refah Partisi’nin kapatılmasını engelleyemedi. AK Partili aktörlerin kendilerini Atatürkçü olarak takdim etmeleri, onlar aleyhine kapatma davası açılmasını engelleyemedi.
Şimdi farklı bir dünyada yaşıyoruz. Kemalist düşünceyle sorunu olan, en azından sosyolojik olarak karşıt konuma sahip AK Parti kapatılmadı, aksine bu cenahın cuntacı/ittihatçı kadrolarında ciddi tasfiyeler yaşandı.
Ulusal iradeye egemen kurumlar
Ancak Kemalizm, yalnızca Kemalist düşüncelere sahip olan bir kadronun devlet kadrolarında yer alması sorunu değildir. Bu nedenle aynı kadroların bu defa “iyi çocuklar” ile doldurulmasıyla bitecek bir sorun da değildir. Kemalizm 1960’a kadar bir kadro sorunu iken, 27 Mayıs sonrasında (1961 Anayasasıyla) kurumsal soruna dönüştü. 1950 öncesinde siyasal muhalefetin yok edilmesi ve devlet kadrolarının bütünüyle Kemalistlerce işgal edilmesi nedeniyle kurumsal yapılanma ihtiyacı hissedilmezken, 1945 sonrası dünya şartları ve batı demokrasileriyle ittifak kurma zorunluluğu nedeniyle Kemalizm bir kurumsal soruna dönüştü. Meclis demokratik temsil mekânı olarak kabul edilmekle birlikte, Anayasa ile Kemalist kadrolardan oluşturulması garantilenmiş kurumlar ulusal iradeye egemen kılındı. Yargı, ordu, üniversite ve sair özerk kurumlar yoluyla devlet içinde bağımsız egemenlik alanları yaratıldı. Bu şekilde demokratik onaya dayanma imkânı bulunmadığından, yalnızca sınırlı bir sosyal (ve ekonomik) kesitten beslenebilen Kemalizm’in daha etkin araçlarla hâkimiyetini sürdürmesi mümkün hale geldi. Faşizm de kendini demokrasi maskesiyle saklayabildi.
Görüldüğü gibi Kemalizm bir devlet teşkilatı sorunu, dolayısıyla bir Anayasa sorunudur. Demokratik bir Anayasa yapımı sürecine giderken, demokrasilerde yeri olmayan bir yapının ve dayandığı ideolojinin tasfiyesi sorunudur. Bu boyutun ihmal edildiği bir anayasa yapımı, makyaj çalışmasından öteye gidemez.
Hal böyle iken AK Parti yetkililerini Kemalist düşüncenin “demokrat ve özgürlükçü” olduğunu söylemeye sevk eden nedenlere daha yakından bakmak gerekir.
Aklımıza hemen Dersim katliamı mimarlarıyla Alevilerin kurduğu ilişkinin tuhaflığı gelebilir. Dolayısıyla Stockholm sendromunda söz edilebilir. Bu saptama Alevilik ile Kemalizm arasındaki ilişkide geçerli olsa da, AK Parti aktörleri bakımından pek geçerli değil.
Demokrat Parti de CHP’den doğmuştu. Ancak Kemalizm’in dar cuntacı/ittihatçı kadrolarından sayılmazdı. CHP’den ekonomi politikası ve siyasi kadroların halka daha sıcak ve yakınla farklılaşmakla birlikte, yapısal bir farktan söz etmek güçtü. Dolayısıyla 27 Mayıs darbesinin acımasızlığını belki “davaya ihanet” psikolojisinde aramak mümkün. O halde AK Parti’yi bu eksende değerlendirmek doğru değil.
Erbakan bakımından söylenebilecek husus, meşruiyetin Kemalizm’e sadakat ile ölçüldüğü bir siyasal konjonktürde, partiyi kapatmaktan kurtarma isteğiydi. AK Parti açısından benzer bir değerlendirmeyi 2010 öncesinde yapsak da, sonrasında yapamayız.
O halde önce Kemalizm’in temel esaslarıyla neye tekabül ettiğini irdelemek gerekiyor.
Tek tip ulus yaratma çabası
Kemalizm ideolojik olarak etnik (özgüven durumuna göre rasyonelleşebilen) milliyetçidir. Buna bağlı olarak tek tip ulus yaratma tasavvuruna sahiptir. Pozitivisttir. Sosyal darvinizme yakın durduğundan, kitlesel katliamlar, asimilasyon ve sürgünlerden ve eğitim yoluyla yapay kimlik, benlik ve bilinç inşa uzak durmaz.
Kurumsal olarak da vesayetçidir ve zorunlu olarak demokrasi karşıtıdır. Demokratik yolla kendini meşrulaştırma imkânı bulamadığından, siyasal işleyişin temelini kutsiyete dayandırır. Eğitim sistemi kutsiyetin meşrulaşması ve sorgulanmaksızın kabul edilmesini sağlar. Ordu ve yargı kadroları bu endoktrinasyona göre biçimlenir. Bu bağlamda çok şey söylenebilir.
Kemalizm’in milliyetçilik kanalıyla toplumun büyük bir kesimiyle iletişim kurabildiği göz önüne alınınca, Kemalizm’e referans ile son dönem Kürt Sorununa ilişkin politika arasında ilişki kurulabilir. Bu durumda Kemalizm’e referans bir tehlike işaretidir. İttihat ve Terakki Partisi’nin 1909 sonrası dönüşümünü hatırlatır.
Kemalizm vesayet yoluyla bir siyasal kültür üretti. Bunu demokratik meşruiyete, demokratik denetim ve denge mekanizmalarına ihtiyaç duyulmaksızın devleti yönetebilme kültürü (tecrübesi) olarak somutlaştıralım. Bu açıdan da Kemalizm’e referans bir tehlike sinyali olarak algılamak gerekir. Zira vesayetin renk değiştirip meşruiyet alanını genişleterek sürdürülmesi anlamına geliyor.
Kemalizm’e referans, bir Kemalist cenahı ikna amacına hizmet ediyorsa, ahlaken sorunlu bir tutumdur. Zira bu cenahı ikna etmenin, katliamlar, sürgünler ve asimilasyonun sonlandırılmasından daha önemli olduğunu gösterir.
Sırf CHP’yi köşeye sıkıştırma amacına hizmet ediyorsa, işe yaramaz. DP deneyimi hatırlatmak yeterli. 
Kemalizm’e referans, yeni bir hukuk, siyaset ve gelecek perspektifi üretememeden kaynaklı bir çaresizliğin ve toplumun daha ileri talepleri karşısında geçmişin konformizmine teslim olmanın bir ifadesi ise, bu AK Parti’nin kendi doğal yeteneğinin sınırına geldiğinin ifadesidir. Ancak toplumun durumunu göstermesi bakımından ileriye dönük bir ümit göstergesidir.
Hangi saikle Kemalizm’e referans verilirse verilsin, huzursuz edicidir, ahlaken sorgulanması gereken bir tutumdur.
Ancak Kemalizm’in veya ona referansın anayasal bir dönüşümün engelleyemeyeceği de anlaşılıyor. Zira demokrasi karşıtı bir siyasal düşünce ve yapılanmayı bugünün dünyasında kabul ettirebilmek, çok daha önemlisi Türkiye’nin bunu içine sindirmesi güç gözüküyor. Kemalizm tartışması bu bağlamda esaslı bir anayasa tartışmasıdır.

Bürokrasi ve bürokratik yapı


Akıl Defterimizde olması gerekenler nelerdir diye soracak olsanız dünyevi ve devleti hayatımıza ait bürokratlar ve bürokratik işlemlerdir derim... 

Bu ülkede siyaset ve hükümetin halen etkisini hissettiremedigi ve hissemediği alan malumunuz bürokrasidir.

Askeri, sivili, istihbaratı farketmiyor.

Aralarında muhteşem bir bağ var.

Dedik ya askeri asker olmayanı fark etmiyor; her bir kurum birbiriyle ayrı bir bağ kurmuş gibi.

Mesela askeri bürokrasinin dışişleri ile içişleri ile kurduğu ilişki ve her ikisinin birbiriyle kurduğu çok farklı.

Mesela Ermeni meselesi ile ilgili İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü bünyesinde 2001 yılı içinde kurulan bir koordinasyon kurulundan siyasetçilerin ve hükümetin haberi olduğundan ben emin değilim ve sizin de haberiniz yoktur.

Bu kurul doğu bölgelerimizde kurdukları ve maddi destek sağladıkları dernekler vasıtasıyla ermeni meselesi gündeme geldiği zaman aktif hale geliyorlar.

Şu arşivler meselesini ele alın mesela...

Arşivlerde malumunuz her belgeye kolayına ulaşılmaz...

Ya henüz(!) tasnif edilmemiştir veya gizilik kararı vardır belge üzerinde...

Bir sorun; gizlilik kararını kimler hangi mantıkla veriyor???

Dersim meselesinde başbakan arşivler orada açık dedi ama istediği belgeleri kendisine ulaştıran bürokrasi acaba gizlilik kararını ne zaman kaldırdı???

Vesayet sisteminin hayaleti bütün insicamıyla halen bürokrasi koridorlarında gezmeye devam ediyor...

Ergenekon davasında bazıları içeride olabilir ama aktif faaliyeti sürdürenler devletin kurumlarında at koşturmaya devam ediyor...

Şu bürokrasi meselesini her alanı ile ve dahi detaylı bir şekilde ele alacak ve inceleyecek bir irade var mıdır acaba???

Halkın iyiliği ve akıl sağlığı için...
Niye?

Çünkü bürokrat dediğimiz kitle yeryüzüne uzaydan transfer edilmiyor...

Bu halkın içinden çıkıyor...

Dönüşme yerine kendisi olabilme halinin oluşturulması lazım değil mi sizce de???

Bürokrasinin icraatları halk için olmalı...

Zaten Halk için yapıldığı söylenir ama halka rağmen değil...

Onun için de halk için olmalı...

Bizi bize rağmen olmayan bir bürokratik kadroyla ne zaman ve nasıl yöneteceğiz bilginiz var mı?

O zaman yakın mıdır acaba???

29.11.2011

İktidar Olmak Ve Vehmetmek...


Güç!!!
Gücün tarifi yapılacak olsaydı nasıl bir tanımlama ortaya çıkardı sizce???
Üç harfli bir kelimeden söz ediyoruz...
Bu üç harfli kelime bizatihi aslında yüklendiği anlamı yeterince çağrıştırdığı için kendini tanımlıyor ve tarif ediyor...
Ama gelin görün ki güç kavram itibariyle tek başına bir anlam ifade etmiyor...
İnsan unsuru bu kelimeyi kavram haline getiriyor...
Ne güçlü bir adam...
Çok güçlü bir kadın...
Bu ifadeler bedeni ve fiziki bir sağlamlığı ortaya koyuyor...
Bir de manevi yapı ile söylenen var...
Çelik gibi bir ifadeye sahip derken güçlülük kast ediliyor...
Haliyle insanlar tek başlarına bir varlık ifade edemedikleri için oluşturdukları toplumlar için bu ifade ya da zıddı -zayıflık- kullanıyor...
Güçlü toplumlar dayanışmanın ve özgüvenin zirvede olduğu toplumları tanımlamaya uygundur...
Tabi toplum kendi kendine güçlü olmaz...
O toplumu çekip çevirecek bir iradeye, yönetime dolayısıyla bir devlet yapısına ihtiyaç var...
Toplumu idare eden toplumun akil insanlarının oluşturduğu yapı, işte o devleti temsil ettiği zaman güç tezahür etmeye başlıyor...
Güç tanımı bu sefer devlet için kullanılmaya başlıyor...
Güçlü devlet...
Unutulmaması gereken şey şu...
Ortak unsur, argüman, enstrümantal adına ne derseniz deyin; insan...
İnsan ne ise devlet o, aile o, toplum o, cemaat o, şirket o...
Sayı ve birliktelikler çoğaltılabilir...
Şimdi birileri sabır taşını çatlatıp diyecektir sadede gel kardeşim kavram dersi vererek bizim başımızı, karnımızı ağrıtma...
Sadede gelelim...
Güçlü olmak ilanihaye süregiden bir şey değildir...
Her doğan canlının ölmesi gibi güçlü de bir gün zayıflar...
Süreci geciktirsen bile bu kaçınılmazdır...
Devletler için de aynı şey söz konusudur...
Ama insan ile devlet arasındaki farka gelince; sağlam ilkelere dayalı bir yapın varsa ve kuralları herkes için uyguluyorsan güçlülüğün süreklilik arzeder...
Meseleyi daha da dar bir kapsam içinde ele alalım ve konuyu çok dağıtmadan asıl söylemek istediğimize gelelim...
Lokal takılalım...
Türkiye Cumhuriyeti Devleti her açıdan konumu, coğrafi özelikleri, stratejik yapısı, dini, insan unsuru, çoklu kültürü ve geçmişten aldığı bazı kısımları reddedilen mirası nedeniyle her anını çalkantılı ve sancılı geçirmiştir...
Sürekli istim üstünde bir hayat tarzı...
Böyle bir vasatta toplum iki ayrı anlayışla yönetilmiştir...
Birincisi gücü elinde tutanlar....
İkincisi gücü elinde tuttuğunu vehmedenler...
Gücü elinde tutanların iktidarı zaruret icabı paylaşması gerektiği hasıl olunca gücü paylaştığı yeni yapı ikincisinin doğmasına yol açmıştır...
Çok partili sisteme geçiş sonrası yaşananlar ve darbeye zemin hazırlayan yapı güçlü olmanın vehm edildiğini göstermektedir...
Bir şey daha var Pandora'nın Kutusu açılmıştır artık...
Güçlü olanlar her ne kadar belirli dönemlerde hizaya çekme ve durumdan vaziyet çıkarma ameliyelerini sürdürseler de güç paylaşımı kaçınılmaz olmuştur...
Hal böyle olunca güçlü olanlar ile güçlü olduğunu vehmedenler de biraz birbirine karışmaya başlamıştır belirli dönemlerde..
Zaman içeresinde transferler, dönüşümler ve dönüştürmeler de yaşanmıştır...
Hatta ve hatta ben yanlış yerde duruyormuşum tarzı ile kendi ocağını satanlar bile çıkmıştır...
Sözü çok fazla uzatmayalım...
Bugün geldiğimiz noktada da bu iki kutup varlığını sürdürmektedir...
Gücü elinde tutanlar ve Güçlü olduğunu vehmedenler...
Lakin burada biraz akıllar karışmıştır...
Kim güçlü kim güçlü olduğunu vehmediyor???
Geniş bir perspektiften bakanlar için son yıllarda yaşananlar gözden geçirildiğinde durum net...
Ama gelin görün ki akıl karıştırıcıların çokluğu ve yaşananların karşılıklı atraksiyonlarla dengeleri sarsması kimilerine göre tespit yapmayı güçleştirmektedir...
Bu durum haliyle üçüncü bir yapıyı ortaya çıkarmaktadır...
Güçlü olduğu halde zayıf olduklarını vehmedenler...
Bir de tabi ki halen güçlü olduğunu vehmedenler...
Geldiğimiz noktayı görebiliyor musunuz???

Nereden nereye!!!

Eskiden güçlü olanlar halen güçlü olduklarını vehmediyorlar...
Böyle zannettikleri için de son dönemlerin en bariz hatalarının altında onların imzası var...
Hata üzerine hata yapmaya da devam ediyorlar...
Darbe senaryoları ve sonrası deşifre vaziyetlerinde takındıkları tutum ve davranışlar bunun bir göstergesi...
İzledikleri inkar politikası ve her türlü argümanla kuşatma altına çalışma gayretleri de bunun bir göstergesi...
Ve içine düştükleri içler acısı ve acınası haller de öyle...
Son geldiğimiz noktada ise artık güçlü olanlar ve vehme kapılanlar yok...

Artık yeni bir yapı oluştu...
Eskiden güçlü olupta güçlü olduğunu vehmedenler ile güçlü oldukları halde güçlü olmadıklarını vehmedenler var...
Yani eskiden güçlü olupta güçlü olduklarını vehmedenlerin halen güçlü olduklarını vehmedenler var...
Bu vehim sahipleri kapıldıkları bu anafordan sıyrılmayı başarırlarsa bu ülkede siyaset düz ovada yapılacaktır...
Hem de siyaseti yapması gerekenler tarafından...
Vesayeti kırmak mı istiyorsunuz???
Kurumları yerli yerine koyacak olan iradeniz var ve bunu harekete geçirin...

Vehimlerinizden sıyrılın...

28.11.2011

Resmi ideoloji bu halkı bu hale getirmeyi nasıl başardın???

Türkiye Cumhuriyetinin Kurucu Babaları malum yeni bir yapılanmayı ülke halkına dayatırken her türlü argümanı zamana ve zemine göre kendine dayanak yapmıştı...

Yeri gelince her şeyi kullandı...
En önemli argüman halkın dini olan İSLAM idi...

Bundan başka bölgelere göre etnik kimlikleri ve mezhebi bağlılıkları ve dahi tarikat ve tekkeleri de kendisine destek bağlamında kullanmayı ihmal etmedi...

Aşiret ve kabilelerin nüfuzu da sağlanması gereken desteklerin arasındaydı...

Kurucu babalar güçlerini sağlama aldıkça kendi mantıklarına göre hareket etme hususunda daha bir rahat davranmaya başladılar...

Birinci Meclisteki çok kimliklilik hali ile ikinci Meclisteki tek tiplilik hali aslında güzel bir portredir anlayana...

İslama dair her ne varsa yeniden dizayna tabi tutulurken genel olarak halkı ilgilendiren bir alandı söz konusu olan...

Sonrasında ise rahatsızlıkların bir kısmına kaynaklık eden bu uygulama doğu ve güneydoğuda etnik rahatsızlıklara da zemin teşkil edecekti...

Yeni dinin müntesibi olan kurucu babalar kendi dinlerini kısa vadede dayatmadılar ama halkı kendi inançlarını yaşama hususunda rahat da bırakmadılar...

Yeri ve zamanı geldikçe diğer alanlara el atmaya başladılar...

İslami olan alana müdahale ile geniş sünni kesimler susturulurken, arada etnik kimliklere müdahale edilerek kimliklerin inkarına uzanan yol yol edildi sonrasında ise uzun vadede alevi mezhebi müntesipleri potaya girdi...

Zaten eski devletle az çok sorunlu yaşayan bu kesim ister miydi ki yeni yükselen güçle ters düşsün???...

Ne yazık ki onlar da beklemedikleri akibeti gördüler...

Gerisi hem dram hem travma...

Sadece onlara değil bütün bir topluma...

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları oluşturulan kast sisteminin beyaza büründürülmüş kısmı ve o kısma dahil edilenleri hariç halen bu dramı ve travmayı yaşamaktadır...

Bu uzun yıllar böyle olmuştur...

Aklımın zorlandığı alanlara gelince;

İnsanlar cellatlarına nasıl aşık olabiliyorlar???

Stockholm Sendromu dedikleri şey bu değil mi???

Hal böyle iken kendileri ile aynı dramı yaşayan halkın diğer kahir ekseriyetine nasıl kendileri gibi bakamıyorlar???

Onlar cellatlarına aşık olmadıkları için mi bütün bu farklı bakış???

Bu nasıl bir ruh halidir ki her türlü ikilem bünyesinde barınabilmektedir???

Resmi ideoloji bu halkı bu hale getirmeyi nasıl başardın???

Ne dahiyane bir plandır ki yapılanlar...

Bugün bir çok kesim birbiriyle kavgalıdır...

Ateş ve barut gibidir bir çok insan...

Yine de şapka çıkarmak gerekir bu halkın kahir ekseriyetinin sağduyusuna...

Ayağı çarıklı erkanı harp olduklarını yaşanan bütün olumsuzluklara ve oynanan oyunlara rağmen ispat ediyor ve duyarlı davranmanın sınırlarını zorluyorlar...



25.11.2011

Yakıcı Âhlar


M. Şevket Eygi - Milli Gazete
2011-11-25

Misafir Yazardan
YAKIN tarihimiz ahlarla doludur. Çok büyük ahlar, büyük ahlar, orta ahlar, küçük ahlar. Sonunda hepsi de ahtır. Ahın büyüğü de küçüğü de yakar.

Sultan Abdülaziz'in ahı.

Sultan Abdülhamid'in ahı.

Sultan Vahidüddin'in ahı.

Halife Abdülmecid Efendi'nin ahı.

Osmanlı hanedanın ahı.

Kapatılan İslam medreselerinin ahı.

Kapatılan tasavvuf tekkelerinin ahı.

İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla asılan ulemanın, meşayihin, sülehanın, mazlumların, bîgünahların ahları.

Yasaklanan elif'lerin, be'lerin, se'lerin, cim'lerin ahları.

Muhadderat-ı İslamiye'nin parçalanan cilbablarının, çarşaflarının, perde-i ismetlerinin ahları.

Müslüman serpuşlarının ahları.

Mecelle-i Ahkam-ı Adliye'nin ahı.

Ayasofya'nın ahı.

Yahu bir Ayasofya'nın ahı bile yakmaya yeter hepimizi.

Tahkir edilen mukaddesatın ahı.

Tahrif edilen tarihin ahı.

Kuş diline çevrilen zengin ebedî Türkçenin ahı.

Dersimlilerin ahı.

Adnan Menderes'in ahı.

Fatin Rüştü Zorlu'nun ahı.

Hasan Polatkan'ın ahı.

12 Eylül'den sonra yaşı büyültülerek idam edilen gencin ahı.

Uzun yıllar boyunca zindanlarda çürütülen, mahkemelerde süründürülen Nurcuların ahları.

Üstad Necip Fazıl'ın ahı.

Daha nice Müslüman gazetecinin, yazarın, fikir adamının ahları.

Sadece Müslümanların değil, gayr-ı müslimlerin de nice ahı var.

Ermenilerin ahı.

Varlık vergisiyle iflas ettirilenlerin ahı.

İdam edilen İskilipli Âtıf efendinin, sürgünde ölen Şeyh Abdülhakim Arvasî'nin; ömrü hapisle, sürgünle, eziyetle geçen Bediüzzaman'ın, Menemen vak'asında hastanede şehid edilen Şeyh Erbilli Esad efendinin ve daha binlerce ulemanın, meşayihin ahları.

Erzincan'da, Şapka Kanunu'nu tenkit ettiği için asılan zavallı Şalcı Bacı'nın ahı.

Yıkılan, satılan, kiraya verilen camilerin ahları.

Latin yazısı kanunu çıkınca meydanlarda, üzerlerine gazyağı dökülerek yakılan Osmanlıca kitapların ahları.

Bulgarlara okkası 2,5 kuruştan satılan devlet arşivinin ahı.

Düzlenen tarihî İslam kabristanlarının ahları.

Mezar taşları kırılan yok edilen ecdadın ahları.

Zemine, âsümana, sağa sola, aşağıya yukarıya, şeş cihete, maziye bakıyorum, hep ah görüyorum.

Bunca ah bizi muannid bir sis gibi sarmış kucaklamış.

İskilipli Atıf efendi bir sabah Ulus civarında asılırken Hacı Bayram ve Zincirli camilerinde ezan okunmaya başlanmış. Son nefesleri boğazından harharalar içinde çıkarken o muhterem şehid Ezan-ı Muhammediye'ye icabet etmiş.

Boğazlarından kalın zincirlerle bağlananların ahları.

1953 Malaya hadisesinden sonra öldürüsiye dayak atılan suçsuz Müslümanların ahları.

Yağmalanan Evkaf-ı İslamiyenin (İslam vakıflarının) ahları.

Ah bu ahlar... Yakıcı ahlar...

Dersim'in Gölgesinde Bölenler ve Bölünenler


MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Korku İmparatorluğunun hayaleti aramızda dolaşmaya devam ediyor...
Dersim tartışmaları ve ezber bozan özür dilemelerin ışığında bölünme ve bölme senaryoları sürüyor...
Toplumu bütünlemeye yönelik çabalar CeHaPe'liler tarafından toplumun birlikteliğinin temeline dinamit koymak olarak nitelendirilebiliyor...

Biz de şapka çıkartıyoruz ve sözü aşağıdaki satırlardaki kelimelere bırakıyoruz...

Bölünmemek eşyanın tabiatına aykırı...
Matematiksel bir işlemdir bölme ve bölünme...
Bir bütünü çarparsın, toplarsın, eksiltirsin ve/veya bölersin...
İşlem matematiksel olunca her şey gayet normaldir ve bir problemin çözümüne binaen ihtiyacın giderilmesi için rutin bir hadisedir...
Nedenine gelince problemi çözmek ve sonuca gitmek için ihtiyaç hasıl olmuştur...
Bu işlemler arzda her şeye şamildir...
Toplumlarda da bu işlem yapılır...
Sosyolojik bir vakıadır...
Ama burada işler çatallaşır...
Zira yapılan işlemin neye dayanarak, hangi saiklerle yapıldığı önemlidir...
Toplumlarda dizayn etmek için başvurulan bir yöntem olarak çıkar karşımıza matematiksel işlemler...

İskan meselesi yani bir bir grup insanı bir yere yerleştirmek gibi...
Bir yerde nüfusu ve nüfuzu azaltmak ve/veya çoğaltmak gibi...
Sevk ve iskan, tenkil ve tehcir gibi...
Tabi bunlardan önce nüfusu doğrudan eksiltmeye yönelik operasyonlar gibi!!!

Adına aile planlaması(!) dedikleri ve bir çok gerekçe ileri sürerek nüfusu kontrol etmek gibi...
İnsanların apış aralarına bile müdahale ederler...

İnsan unsurunun olduğu yerde bu işleri yapmanın bir sürü gerekçesi vardır...
Siyasi, stratejik, asimilasyon vesair gibi kavramlar burada anlam kazanır ve ön plana çıkar...

Dizayn edici bir zihniyet ve yönetim anlayışı vardır artık sahnede... İyi ya da kötü...

Haliyle dizayn edilmesi gereken bir toplum vardır karşınızda iyi ya da kötü(!)...

Dizayn edilmek toplumların kaderidir...

Yönetimlerin insafına kalmışsınızdır...

Toplumlar neden dizayn edilir???

Bunun da bir çok sebebi vardır ve yönetimin yönetme algısına göre sebepler değişir...

Yönetenler ile yönetilen toplum asgari müşterekte buluşmuş ise topluma neyin gerekli olduğu hususunda ortak bir akıl oluşur ve dizayn etme/edilme hadisesi daha iyi şartlara yönelik zaten gerçekleşir...

Bunun için tavandan tabana toplumun ortak değerlerde buluşması vardır ve önemlidir...

Aynı değerleri taşıyan toplumlarda talepler öyle ya da böyle mutlaka karşılık bulur...

Aynı değerleri taşıyan toplumlarda değerler aşınsa bile o çerçevede talepler karşılık bulmaya devam eder...

Batı toplumlarında dikkatle incelendiğinde bu durum hemen göze çarpar...

Orada ortak değerlerin ne olduğu malum...

Halk bireysel olarak nasıl bir hayat tarzı seçerse seçsin son merhalede o ortak değerler çatısı altında bulunmaya devam eder...

Bilinçaltında genel geçer bir kuraldır bu...
Öyle ki büyük ölçekli toplumsal ve küresel çaplı meselelerde bu bilinçaltı vakit geçirmeksizin dışa vurur...

Annenin evladını koruması gibidir bu hal...

Hem kanat germe, hem savunma, hem de saldırıya hazır hale gelmeyi hep beraber içinde barındırır...

Bizim ülkemiz ve benzeri ülkelere gelince işte buralarda işler çatallaşır...

Özel olarak ülkemizde ortak değerler hususunda bir anlaşmazlık söz konusudur...

Tavan tabana uzun zamandır toplumun genlerine işlemiş ortak değerleri ile taban tabana zıt yeni değerler silsilesi ve yeni bir anlayış dayatmaktadır...

Bunun ne olduğu hususunda yeni bir tartışma konusu açmak konuyu uzatmak anlamına gelir...

Ama temeli pozitivist mantığa dayalı olan yeni anlayışın toplumda bir travma oluşturduğu genç devletimizin kısa tarihi iyi incelendiğinde rahatlıkla gözlemlenebilir...

Bunun içindir ki uzun zamandır tavan ile taban arasında halli bir hayli güç meseleler peydah olmuş ve dahi ortak değerler etrafında birleşilmesi hususunda derin uçurumlar oluşmuştur...

Arz ve talep meselesinde sorunlar yaşanmış, red ve ilhak tartışmaları uzayıp gitmiştir...

Sunulan yeni anlayış toplumun değer yargılarına mevcut kavramlar dönüştürülerek ya da o kavramlar ters yüz edilmek suretiyle kullanılarak toplumun kılcal damarlarına enjekte edilmeye çalışılmıştır...

Arzın kabulü ortak değerlere uygunluğa göre ya şekil almış ya da halk mış gibi davranmış veya eski değerleri terk eden yeni yapıya uygun yeni hayat tarzını benimseyenler zaman içerisinde önce arasatı yaşamış sonraki nesillerde dönüşmüştür...

Ama dönüşenler toplumda istenen oranı tutturamasa da güçlü bir azınlık olarak kahir ekseriyetin hakları konusunda kendini söz söyleme yetkilisi olarak görmüştür...

Hal böyle olunca da tavandan tabana tazyik meselesi gündemin orta yerine oturmuştur...

Yetki meselesi de kurumlar eliyle organize edildiği için tazyik mekanizması işlerliğini hep korumuştur...

Dönüşenlerin dönüştürenlere bu çerçevede yaptıkları katkı takdire şayandır...

Dönüşenler dönüştürenlere halktan ziyade yakın oldukları için yeni toplumda yeni bir kompartıman oluşturmuşlardır...

Biz de adına cumhuriyet burjuvazisi dedikleri katmandır bu...

Bu katmanda ikamet edenler meslek olarak hemen hemen her alanda temsilci bulundurmuşlardır...

İş alemi, medya dünyası, bürokrasinin her alanında ve dahi spor camiasında elit (!) bir kesimin temsilcileri olarak yerlerini almışlardır...

Bu yapı bir şey daha yapmış ve toplumun çok kültürlü, zengin çeşitliliğini ırki temel üzerinden tek bir kimlikle kimliklendirmeye kalkışmıştır...

Değerlerde değişime zorlanmakla yaşanan travma, tek kimlik çatısı altında toplumu bir arada toplama ile eş zamanlı geldiği için ikinci bir travmayı beraberinde getirmiştir...

Tek kimlik projesinin oluşturduğu travma her ne kadar değerlerdeki değişime zorlamanın getirdiği travma ile benzerlik arz etse de ulus devlet anlayışı çerçevesinde ırki bir dayatmayı beraberinde getirdiği için algıda karışıklığa yol açmıştır...

Bu özelde anasını babasını, soyunu, nesebini inkar ettirmek ve başkası ol demekten fazla bir anlam taşımamaktadır...

Sen aslında sen değilsin!!!

Benim anlayacağım dilden konuş ve meramını anlat!!!

Sen ben iken nasıl beni anlayamazsın veya ben seni anlayamam!!!

Cinnet mustatili dedikleri şey bu olsa gerek....

Değerlere müdahale, değişime zorlama ve hayat alanını kısıtlama ile kimliği yeni bir kimliğe dönüştürme çabası...

Cinnet mustatili dedikleri şey bu olsa gerek...

Ülke ve toplum olarak geldiğimiz nokta çok açık...

Bölünmeyi aklının ucundan geçirmeyen topluma uzun zamandır bölünme tartıştırılıyor...

Kökü derinlerde olan bir çabanın meyveleri alınmak isteniyor...

Dizayn ediciler toplumun her kesiminden yandaşları vasıtasıyla toplum mühendisliği rolünü maşalarıyla oynamaya devam ediyorlar...

Bu halkın zaman zaman taşsa da; taşı çatlatan sabrına her zaman hayran olmuşumdur...

Bunca kirli oyuna, senaryoya, bilgi kirliliğine, devletin en hassas kurumlarına dahi sirayet etmiş dayatmacı ve çeteci anlayışa karşı sabırla karışık bir tahammül gösteriyor...

Bu kirli oyunları tezgahlayanlar, sahneye koyanlar; oyunları açığa çıktıkça çılgınlaşıyorlar...

Devlet kendisiyle hesaplaşıyor...

Halkın oylarıyla yönetime gelen kadrolar oynanan oyunlar karşısında akıl tutulması yaşasalar da toplumun her kesiminden sağduyu çağrıları kirli oyunlar karşısında seslerini daha gür çıkarmaya çaba sarf ediyor...

Ezber bozan açıklamalar ve tavırlar cesaretle dillendiriliyor...

Uygulamaya konuluyor...

Bölücülüğü tehdit unsuru olarak gösterenlerin bölme gayretlerine set çekiliyor...

Söylenemeyen sözler söyleniyor...

Bölenler ve onların yandaşları daha rahat gözlemlenebiliyor...

Tehdit unsuru olarak tanıtılan terör örgütleri ile kirli ilişkiler ve işbirlikçiler deşifre oluyor...

Bütün bu ilişkiler ağı bir bir açığa çıkarken ne acıdır ki güvenliği sağlamakla görevli asker ve polis gençlerimiz can vermeye devam ediyor...

Acı ve gözyaşı ülkemizi kavurmaya devam ediyor...

Elinizden geleni ardınıza komayın...

Nasıl olsa eteğinizdeki taşlar tükeniyor...

Oynadığınız oyunlar bir bir açığa çıkıyor...

Neyi nereye kadar gizleyebilirsiniz ki???

Ya da inkar edebilirsiniz ki???

Mış gibi davranmaya devam edin...

23.11.2011

İstikrarını Sevdiğimin Türkiye'si



MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Biraz nostalji ile beraber bir de istikrar konusuna değinelim!!! 

Ne dersiniz???

Bizim güzide ülkemizin istikrar arayışı hiç bitmez...

Bunun en önemli sebeplerinden birisi bu istikrar denilen şeyin insanlar, yöneticiler, kurumlar ve sistem bekçilerinin algılarında farklı bir yapıya sahip olmasıdır...

Algıda seçicilik diye bir durum vardır; o çerçevede değerlendirelim diyeceğim ama çok uygun düşmez...

Bildiğimiz bir şey varsa o da bu ülkenin sürekli olarak derin yapılanma görüntüsünün altına gizlenerek istikrar diye diye istikrarsızlığa sürüklendiği ve sürüklenmeye çalışıldığıdır...

İstikrar ve istikrarsızlık kavramları güzide ülkemin son 60 yılına damga vurmuş ve bu vurulan bu damga soğuk damga misali kalıcı bir özelliğe sahip olmuştur...

Müsbet olan ifade olumsuzluk takısı ile menfi anlam kazandırılarak tedavüle sokulsa da asıl zihniyetlerde nasıl karşılık bulduğu önemlidir...

Yani demem o ki bu ülkede ne zaman halkın rahatladığı bir ortam oluşsa, siyaseten ülkenin yönetimini deruhte edenler istikrarı yakaladık, ekonomimiz iyi bir trend yakaladı, refah düzeyini yükseltecek adımları atmaya devam edeceğiz dese, bir yerlerden tek tük solo halinde yükselen seslerle öttürülen istikrarsızlık borusu sonraları provakatif eylemler ve katılımın artmasıyla koro halinde yurttan seslere dönüştürülür...

Son zamanların -yanlışlıkları ve eksiklikleri bünyesinde barındırsa da- en istikrarlı ve iyiniyetinin hakim olduğu bir yapı oluşturulmaya çalışılan şu günlerde tırmandırılmak istenen bir takım hadiselerin derununu iyi bir bakın...

Eksiklikleri ve bazı yanlış uygulamaları bünyesinde barındırsa da geçmişle kıyaslayınca göreceğiniz şeyler şüphesiz farklılık arzeder...

Çözüm önerisinin getirildiği bir çok meselede istemezük korosu başka telden şarkı söylemekte ısrar ediyor...

Eski dönem cellatlarına aşkları mı depreşti ne???!!!

Yoksa eski hal aslında istedikleri idi de değişmemesinden mi yana tavrı istiyorlar...

İyi da size gönül verenlerin gözünü nereye kadar boyayabilirsiniz ki???

İşte hal böyle olunca;

Sizin istikrar dediğiniz şey bazı çevrelere göre istikrarsızlıktır....

Dolayısıyla kargaşa ve kaos ortamı oluşturulmak suretiyle normalde istikrar olan şey bozulur ve sürekli bir gerginliğin hüküm sürdüğü puslu ve sisli havaların hakim olduğu ortam sağlanır...

Bu ortamı arzulayanlar artık istikrarsızlığı istikrar haline getirmişlerdir...

Bunu biz ülke olarak hep yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz...

Tamam dünyada rahat yok...

Buna itirazımız da yok...

En rahat benim diyen insanın bile gıpta ettiği bir başka hal vardır ya da görünüşü gayet sağlıklı da olsa bir rahatsızlığı vardır...

Rejimin bekçilerinde ve işbirlikçilerinde de sanki ayaklarının altında ki halı kayıyormuş gibi sürekli bir rahatsızlık hali....

Halka göre iyi olan, istikrar olan onlara göre ellerindeki imkan ellerinden kaydıkça istikrarsızlık olarak telakki edildiği için durumdan vazife çıkararak istikrarsızlık ile istikrar oluşturmaya çalışıyorlar...

Hal böyle olunca da elbirliği ile huzur bozucu her olayı lehlerine çevirmek için çaba sarfediyorlar...

Bu; gün oluyor bir şehit cenazesi oluyordu... Artık vatandaş yemiyor...

Gün oluyor, küresel sermayenin ayak oyunları oluyor., gün oluyor, ekonomideki ülke aleyhine küçük bir dalgalanma oluyor...

İstikrarsızlığı hedefleyenlerin aktörlerine gelince gün oluyor, tetikçi oluyor, gün oluyor işadamı kimliğine bürünüyor, gün oluyor, bürokratik kimliğe bürünüyor, sendika, konfederasyon, dernek, oda kisvesi giyiyor...

Ekonomik kuvvetler oluyor, silahsız kuvvetler oluyor, silahlı kuvvetlerin kimliğine bürünüyor, yargı vesayetini şemsiye yapıyor... 

Siyasi kimliğe bürünerek garip benzetmeler yaparak çoğunluğun tahakkümü veya sivil darbe şeklindeki kerameti kendinden menkul nitelemelerle yapıyor...

Bunların herbirini her fırsat bulduğunda yapıyor ve yapmaya devam ediyor...

Korodaki sesi alabildiğince yükselterek tellallık yapıyor ve yangına körükle gidiyor...

İşin garip tarafı ne biliyor musunuz???

Bunu bu halka yapanlar; istikrarsızlığı istikrar olarak bize dayatırken bunu Türk Milleti Adına diyerek yapıyor...

Tetikçiler en basit silah olarak yumruk kullanırken, yumruğunu Türk Milletinin yumruğu diye nitelendirebiliyor...

Siluletini sevdiğimin Türkiyesi...
Karanlık koridorlarını sevdiğimin Türkiyesi...
Türk Milleti diyerek milleti ayağa düşürenlerini sevdiğimin Türkiyesi...

Her şey bir tarafa...

İstikrarını sevdiğimin Türkiye'si...