28.12.2009

Karartmacıların Eli İzmir'e Uzandı

29 KASIM 2009 PAZAR


MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Ege'nin İncisi Şirin İzmir...

Son zamanlarda yeniden ülke gündeminin birinci sırasına oturdu...

Hakkındaki onca güzellemeye rağmen elinde taş ile DTP konvoyuna öfke kusan sarışın genç kızın görüntüsü medyada arz-ı endam edince bütün olumsuz sıfatları bünyesinde toplayan bir şehir haline geliverdi...

Anlayacağınız karizma fena halde çizildi...

İzmir'e atfedilen bütün güzel sıfatların aslında sanal olduğundan dem vurulan yazılar ve yorumların hesabı yok...

Bir çok ilimiz zaman zaman gündeme gelir ve tartışılır ama her şeyi ile tartışılan nadir illerimizden birisidir İzmir...

Konum belirleyici sıfat yüklerler ona...
Özellikle konu laiklik ve çağdaşlık(!) olunca İzmir'e özel bir önem atfedilir...

Laikçiler nedense İzmir'i kendilerinin zapt edilmemiş son kalesi olarak görmeye başladıktan sonra makyaj bozulmaya yüz tuttu...

O saatten sonra İzmir'in ne faşistliği kaldı ne de gericiliği-yobazlığı...

İzmir hiç de hak etmediği garip tanımlamaların içinde buldu kendisini...
Ağzı dili yok ki kendisini savunsun...

Bir kaç ağzı bozuk ve faşist zihniyetli insanın ön ayak olması ile uzun soluklu bilinç kirliliği koskoca bir il ve halkını hiç de hak etmedikleri bir tanımlamayla tarif edilir duruma getirdiler...
Zor silinir bir imaj İzmirli'nin ve İzmir'in boynunda asılı kaldı...

Aslında İzmir'in bu hale gelmesi son yılların eseri değil...

Fitil çok önceden ateşlenmişti...

Blog'umuza alıntıladığımız Kaotisyen Ertuğrul Özkök'ün yazısında övgüler dizdiği Levanten kızı Chantal'ın Ankara'da başörtüsü yasağını protesto eden bir grup göstericiye karşı yaptığı eylem ile İşte cesur kız verilmişti...

Ergenekon İzmir'e de uzandı ve ayrımcılığın ve bölücülüğün simgesi haline getirdi Egenin İncisini...

Karartmacılar İzmir'i kararttılar...

İzmir bunu hak etmiyor...

İzmir halkı fena dolduruşa geldi...

İzmir halkı bu kötü imajı umarız en kısa zamanda siler...

Özköklerin, özdillerin ve arıtmanların ağzına değil özköklerine, özdillerine ve arıtılmış hallerine bakmak lazım...


Bizde Bu İşler Böyle Olur Çelebi

07 ARALIK 2009 PAZARTESI

‘Köşe yazarları, siz ne kadar az yazarsanız ülke o kadar huzur bulur.’


Sayın Başbakan'ın bu sözü ülke gündeminde yeni bir tartışmanın alevlenmesine sebep oldu...

Bu söz akıldaneliğini seven gazeteci taifesinden bir zat-ı muhteremin bir köşe yazısında ülkemiz siyasetçilerine verdiği akıl kırpıntılarına cevaben söylenmiş bir söz olduğunu gösteriyor.

Sayın Başbakan cevap verme ihtiyacı hissetmiş besbelli...

Bir konuşmanın içerisinde kısa ve öz olarak bir cümle ile geçiştirilecek bir şey değil ama söz ağızdan çıkmış bir kere...

Kaldı ki bu cevabı başbakanın vermesi de gerekmezdi ama ne yaparsınız siyasi iradelere lojistik destek sağlayan yan mekanizmalar gereğini tam yerine getirmekten aciz kalıyor ve kendilerinin söylemeleri gereken sözleri başbakanın ağzından söyleterek gereksiz polemiklerin içine atıveriyorlar ülkeyi yönetenleri...

İş mi bu?

Evet iş işte şekilde görüldüğü gibi...

Sonra gelsin polemikler...

Kuyuya atılan taş misali...

Sahi kuyuya taşı kim atıyor???

Bunu araştırmak ayrı bir yazı ve polemik konusu olur geçelim...

Geçelim geçelim de geçilmeyecek şeyler var...

Bizde herkes herkesin işini herkesten daha iyi bilir...

Hele siyaseti siyesetçiden daha iyi bilenlerden geçilmez ortalık...

Onların başını da gazeteci taifesinin mütareke basını mahallesinde oturanlar çeker...

Vatan kurtaran semtinin beyaz kısmında otururlar halkın deyimiyle talkın verirler...

İbrikçibaşı bile ellerine su dökemez...

Tek Parti despotizminin hüküm sürdüğü yıllarda ellerindeki değnekler -kalem diyecektik dilimiz sürçtü- muhalif diye gözlerine kestirdiklerinin kafalarının üstünde gezinir dururdu...

Kılıç gibi kullanırlardı kalemlerini...

Şimdi devir değişti klavyeleri kullanmaya çalışıyorlar...

Hoş eskiden ses getiriyorlardı...

Hizaya çekmiyor da değillerdi...

Uzun uzun anlatmaya ne gerek var bilenler biliyor...

Yan da çoktu yandaş da...

Babıali-i tek parti döneminde iken kalemler başka yazardı...

Kalemlerden şak şak diye ses çıkardı...

Niye çünkü tek bir yerden emir alırlar, emirle yazar, emir ile demir keserlerdi...

Sesleri de emir aldıkları yerlere ulaştırır habercilikle, muhabirlikle muhbirliği birbirine karıştırırlar milletin ekmeğine kan doğrarlardı...

Bu kan doğrama işi en iyi yaptıkları iştir ve halen yapmaya devam ediyorlar...

Basının yargısız infazlarını kimse unutmuş değil ve unutmasın...

Bunlar güç bela yayınlatılan tekzip metinlerini bile ırzına geçtikten sonra yayınlarlar ve örneği çoktur...

Sesini duyuramayanlar ise kendi ateşi ile yanmaktan öteye gidemez... Atı alan Üsküdarı geçmiştir...

Babıali-i çok parti döneminde ise emir aldıkları mekanizmalar sistem dışına kaymaya başlayınca sistem dışına kayanlar suyun başında durmaya devam ettikleri için kimi zaman mahallenin yaramaz çocuğu gibi ortalığı karıştırdılar kimi zaman ise büyük abinin goygoycuları gibi ona elini sürme buna dokunma, herşeye burnunu sokma, sen bunları bilmezsin sana söylenenlerin dışına çıkma döverler ha şeklinde hizalama vazifesi üstlendiler...

Allah var yangına körükle gitmeyi pek sevdikleri için sahipleri ile beraber ülkenin yangın yerine dönmesinde katkıları unutulmaz...

Darbe dönemlerinde darbecilere en güçlü alkış kalem tutan bu ellere aittir... Öyleki kalemlerinden çıkan ses iki elin birbirini patlatırcasına çıkardığı sesten daha gür olmuştur...

Şimdilerde ise siyasette ve diğer camialardaki işbirlikçileri ile hadi daha ne duruyorsunuz ne yapacaksanız yapın ülke -pardon- rant elden gidiyor kıvamından ve zayıfladıkça bir işi beceremediniz eskiyi mumla aratıyorsunuz eliniz çok korkak olmuş kıvamına gelen bir haleti ruhiyeye bürünür bir hal aldılar...

Eski şaşaalı günleri mumla aramaktan korkuyorlar.... Ayaklar(!) baş oldu diyorlar...

Hem tek parti döneminde demir perde ülkesi olmamız hem de çok partili dönemde demir perde ülkesi gibi yönetilmeye devam etmemizdeki katkıları da unutulmaz...

Allah'tan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağıldı da yeryüzünde hükmünü sürdüren tek demir perde ülkesi olduğumuzun farkına vardık...

Vardık da ne oldu???

Yıllar içinde Babıali basını İkitelli Medyasına dönüştü ve üst perdeden kafaların üstünden eksik olmayan değnek ve kılıç gibi kesen kalemler gardları düşse de tokat gibi halkın ve siyasetçinin bu sefer ensesinde gezinmeye devam etti...

Lakin köprünün altından sürekli akan bir su var...

Çark eskisi gibi dönmüyor...

Artık herşey kolayına gizlenmiyor... Hiçbir şey eskisi gibi gizlenmiyor... Yanıltma ve yarma operasyonlarını ve zokaları kimse kolay kolay yutmuyor...

Ayan beyan halkın gözü önünde cereyan ediyor olaylar...

Bu durumda ne yapacaklar nasihat verecekler, akıl(!) verecekler, anlamsız tartışmaların içine çekecekler...

Polemik yapacaklar polemik...

Şu anda yaptıkları da polemik...

Polemik ile gündem oluşturuyorlar...

Ama haklarını vermek lazım bunu çok iyi yapıyorlar...

Bırakın bunu da yapsınlar ellerinde kullanabildikleri en iyi malzeme bu...

Gerçi bunların sağı solu belli olmaz....

Yüz oyun bilip de bazılarını saklayan güreşçi gibi yarın kalemlerine neyi dolayacakları belli olmaz...

İkitelliye malzeme sağlayan kaynak çok....

Eeee malzeme sağlayan malzemeci ne kadar çok olursa İkitelli Medyası da oyunu o kadar çok uzatır...

Ülke ekonomisini ayakta tutan vergiyi kaçırdı diye maliyecilerin haklarında rapor düzenleyip de işlem başlattıkları bir medyayı da içinde barındıran bir yapı ile karşı karşıyayız...

Sıradan insanlardan söz etmiyoruz...

Düşünsenize milletin gözünün içine baka baka yanıltma ve karartma operasyonları gırla gidiyor...

Kendileri bile inandırıcılıklarını yitirdiklerine inandıktan sonra kim inanır onlara...

Eğer farkına varmamışlarsa bu da iyi....

Eğer öyleyse aman inandırıcılıklarını kaybettiklerinin farkına varmasınlar...

Anneleri onların halen gazetecilik yaptığını sansın...

Kendileri de...

Bürokrasi Nedir Ne değildir...

15 ARALIK 2009 SALI


Gelin bugün bürokrasiden ve bürokratlardan bahsedelim.

Neymiş ne değilmiş.

Bürokrasi nasıl bir şeymiş, bürokrat nasıl bir şeymiş, şey miymiş değil miymiş?...
Efendim Bürokrasi, devletin omurgasıymış.

Devlet mekanizmasının yürüyen bir organizma olmasına nezaret edilmenin ifade ediliş şekliymiş...

Ferdi olarak bürokrasiyi temsil edenlere bürokrat deniyormuş.
Bulundukları makamı halka ve devlete hizmet olarak görüp de önce insan ve devlet diyenleri tenzih ederiz...
Onlar zaten bulundukları yere neden geldiklerini bilir ve yastığa başlarını koydukları zaman gönül rahatlığı ile deliksiz uyku uyurlar...
Müsterihdirler...
Ama biz bürokrasinin şahsı manevisinde genel olarak bürokrasi makamını kendi çıkarlarına kullananları ele alacağız...
Bunlar her devirde bulunurmuş...
İltimas, rüşvet, adam kayırma, liyakatsizlik, partizanlık, yanlış yaptırma, torpil yapma ve yaptırma sözlerinin kavram olarak literatürde yer almasına bu tipler ilham kaynağı olmuş...
Silahlısı varmış, silahsızı varmış...
Başka ülkelerde nasıldır bilmem amma bizde silahlıya muhabbette korku da dağları sararmış...
Silahlı olanlar kendilerine paşam denilmesinden çok hoşlanırlarmış...

Onlara paşam diyenler hiç eksik olmaz ve genellikle bu iltifatı silahsız ve cübbeli olanlar yaparmış...

Bir de bir kısım siyasiler ve diğer meslek mensupları tabi ki unutmadan söyleyelim...
Örnek verecek olursak Basın'ı Baskın diye anlayanlar bu gruba giriyorlar...

Monşer diye tabir edilenleri varmış...
Hükümetleri, bakanları ve siyasileri bile istiskal edecek derecede kendilerini kudretli görürlermiş...

Önce mülkiye sonra Türkiye gibi garip bir vecizenin literatürde yer almasına bile kaynaklık edenleri varmış...
Ordu göreve vecizesini bunlar icad etmiş...
Elleri kalem tutması gerekirken başka şeyler tutmuş...
Akademisyenlik ve akademiyi başka akademilerle bunlar karıştırmış...
Bu karıştırma işi ile zihin karışıklığına tutulan ve sebep olanlardan bazıları baba baba toplantılara katılmış, bu toplantılarda kurumları yerine ülke kurtarma meselelerine daha çok ilgi duymuş...
İsimleri darbeye zemin teşkil eden Ergenekon nam davada iddianamelere girmiş...
Eğitimciye hiç yakışmayan sözler sarfeden acı biber sürülesi ağızlara sahip olanları varmış...
Bunların en büyük özellikleri dara düşünce balık hafızasına sahip olup herşeyi unutmalarıymış...

Dokunulmazlık zırhı üzelerinde iken sapasağlam olanları zırh üzerlerinden kalkınca hastane köşelerini mesken tutarlarmış...
Kronik rahatsızlıklar bunların bünyelerinde yer almak için sıraya girerlermiş...

Hükümet bize müdahale ediyor, bizi siyasallaştırmayın diye bas bas bağıranları varmış...

Cüzdan ile vicdan arasına sıkışanları varmış...

Her ne hikmetse bir siyasiden daha siyasi davrananları çokmuş...
Devlet elden gidiyor sözü bunlardan sadır olmuş...

Durumdan vazife çıkaranların brifinglerine en çok bunlar ilgi gösterirmiş...
Siyasilerin dokunulmazlıkları sürekli tartışılırken kendilerinin dokunulmazlıklarından hiç söz etmezlermiş...

Bulundukları makamlarda hükümet ve meclis üstü tavır çizerlermiş...
Meclisin aldığı kararları hiçe sayan çelişkili kararların altına imza atarlarmış...
Adamına göre muamele ederlermiş...

İcraatlarındaki çelişkilerden hiç rahatsızlık duymazlarmış...
Adaleti gözü bağlı kız olarak görenleri varmış...
Zavallı kız elleri de dolu olduğu için çaresizlikten kıvranırmış...
Çünkü ellerindekini bırakmaması gerekirmiş...
Jüristokrasi kavramının literatürde yer almasına bunların bazıları sebep olmuş...
Her zaman devletin asıl sahibi biziz tavrını sergileyerek hükümet ve devlet ayrımına sebep olan zihniyete kaynaklık ederlermiş...
Demokrasi dedikleri kendi algılamalarına göre şekillenebilirmiş...
Darbesavarlık yerine darbeseverliği tercih ederlermiş...
Davetleri en çok bunlar dillendirir en çok da kendileri öncelikle koşar adım icabet ederlermiş...
Bunların bir kısmına göre halka rağmen halk için tavır sergilenebilirmiş...
Bunlara göre halk zaten bir şey bilmezmiş....
Halkı kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya gider ya da zurnacıya mantığı ile değerlendirirlermiş...

Bürokrasi her ne kadar genel bir anlam olarak devlet memurlarından oluşan yapıyı ifade eden bir terim olsada daha çok makam ve mevki sahibi olanlara atfen kullanılan bir terim olarak literatürde yerini almış.

El yanında sen benimsin ben senin
Tenhalarda düşmanımsın sen benim
-Hakkını verenleri tenzih ederek-
Çanak yalamak oldu mu hep beraber.
Sözüne ilham kaynaklığı edermiş...

Bürokrasi devleti idare etme sanatıymış.
Bürokrat ise hem idare sanatının hem de yanlış yaptırma sanatının üstadıymış...
Zihniyetine ve algısına göre değişiyormuş.

Asıl hizmetinin halka ve onun menfaatlarına olması gerekliymiş.
Lakin makamlar şahsi çıkarlara göre de şekillenirmiş.
İdeolojik tavır şahsı manevilerinde şekil almış...

Makamın cazibesi şehvet hissini uyandırırmış.
Bu şehvet hissine ve makamın cazibesine kapılan çok olurmuş.

Onun için şuyuu vukuundan beter sözüne istinaden yukarıdaki sözü icadına vesile olmuş...

Arabasını satlığa çıkaran hasbelkader sonradan bürokrat zata arabanızın kilometresi bayağı da düşükmüş fazla kullanmamışsınız sözü üzerine devletimiz sağolsun altımıza araba veriyor sözünü söyletirmiş...

Bürokrasi bürokrata çevre de başka şeyler de değiştirtirmiş....
Hepsi yapmazmış ama bu bazıları için kaçınılmaz bir tavır olurmuş...

Bürokratın mülkisi yaşlı vatandaşa bazen evladım diye hitap edebilirmiş...
Bürokratın mülkisi terörist bir saldırı sonrası devlet dimdik ayakta sözünü sarfedebilirmiş...
Böyle olunca ben devletim diyebilirmiş...

Aslında her halukarda ben devletim dermiş...
Hal böyle olunca devletin ve milletin hizmetkarı olduğunu da unuturmuş...
Makamın diğer tarafında olsaydı hizmet edilmesi gerekenlerden olduğunu unuturmuş...

Makama gelinceye kadar asıl şahsiyetini gizlemeyi makama geldiği zamanda ise gerçek kimliğine bürünerek parmak ısırtma sanatını iyi becerenleri varmış...

VİP salonlarına ilk defa girdiği zaman gördüğü izzet ve ikram sonrası oluşan sarhoşluk makamından ininceye kadar başından gitmezmiş...

Her ne kadar bürokratın siyasi görüşü olmaz dense de ziyadesiyle politize olmanın örneklerini sergilermiş...

Daha da ötesi mensubu olduklarını ifade ettikleri siyasi düşünce muhalefette iken kendileri iktidarı paylaşırlarmış...

Mış ve miş gibi davranmanın en güzel örneğini bunlar sergilermiş...

Sıkı iktidar yanlısı olurlarmış(!)...
Bu hususta herkese parmak ısırtırlarmış...

Öyle inandırıcı olurlarmış ki bu inandırıcılıkları ile yanlış yaptırmanın yanı sıra faturayı da iktidara çıkartmayı iyi becerirlermiş...

Gizemli tavır sergilemeyi severlermiş...

Milli akademilerde güvenlik testinden geçtikten sonra kendilerini bürokrat üstü bürokrat gibi görürlermiş...

Makamdan alınacakları endişesini sürekli sinelerinde taşırlarmış...
En ufak bir alınma endişesi taşıdıklarında üst makamlara aracı üstüne aracı gönderirlermiş...
Gönderdikleri aracılar ya istihbari ya da halaskaran bürokrasisine mensup olurmuş.
Ya da üst makamın hatırını kırmayacağı birisini her nasılsa bulurlarmış...

İstihbarat teşkilatı ve silahlı bürokrasi ile iltisaklı olmayı ayrıcalıklı hal sayarlarmış...
Bunu üstü kapalı olarak her yerde hissettirmeyi marifet sayarlarmış...

Tüyü bitmemiş yetimin hakkı derlermiş ama bu söz en iyi silahları olurmuş...
Koparırken tüy müy demezlermiş...

Hemşehricilik, etnik kimlikçilik, particilik, vesaire bilumum kanallar makamı korumak, kollamak ve buralara gelmek için kullanılırmış...

Bukalemun bile bunların halini görünce şaşar kalırmış...

Her türlü iktidarda makama gelmek için en çok siyasilerin kapısını aşındırırlarmış...
En çok da özellikle onlar aleyhinde konuşurlarmış...

Her şeyin en iyisini onlar bilirmiş...
Ama bunu hep kapalı kapılar ardında dillendirirlermiş...

Bilgisizliklerini örtmenin en iyi yolu olarak her türlü mekanizmayı kullanmayı mübah sayarlarmış...

Gerginlik sanatının üstatları onlarmış...

İş bilenden ziyade emir kulu olanlar ile çalışmayı severlermiş...

Yalan söylemek onlar için ahlaki davranışın ötesi sanat haline gelmiş...

Bizans oyunlarını iyi bilirlermiş...
Bırakın siyasi iktidarı şeytana bile pabucu ters giydirirlermiş...
Kendileri gibi olanlarla dirsek teması ve dayanışma içinde olmayı iyi becerirlermiş...
Bunların her daim altına sığınacakları bir şemsiyeleri varmış...
Başları derde girdikçe yanlışlarını örtmek için resmi ideolojiyi ve halaskaran-ı vatanı kendilerine kalkan olarak kullanırlarmış...
Ağlama duvarı haline getirdikleri yeri çok sık ziyaret ederek şikayette bulunurlarmış...
Şu anda en büyük korkuları Ergenekon nam soruşturmanın kendilerine ne zaman uzanacağını merak etmeleriymiş...
İçin için hal böyle giderse sıra bize de gelir diyesilermiş...
Dokunulmaz üstü dokunulmazlık günleri elden gidiyor diyesilermiş...

Bürokrasi ve bürokrat latince kelimelermiş...

Bürokrasi ve bürokrat en başta söylediğimiz gibi bu değildir...
Lakin Burası Türkiye, Biz nev'i şahsına münhasırız sözü de bunların yüzünden icad edilmiş...

Dış Siyasette Monşer Etkis(izliğ)i

21 ARALIK 2009 PAZARTESI

Önce bir özür...


Yazıların bir kısmının uzun olduğunun ve bir kısmınızın canını sıktığının farkındayız...

Lakin uzun da olsa yazıların tarafınızdan okunur hale gelmesi için çaba sarfettiğimizi değerli idrakinize sunmak boynumuzun borcudur.

Sürçü lisan affola...

Bu bahis de uzun soluklu olacak zira zaman tünelindeki gezintilerimiz meramı anlatma çabasına boyut katıyor.

Hal böyle olunca da söz uzuyor yüzyıl oluyor...

Hani laf lafı açar laf da cigara tabakasını derler ya işte onun gibi bir şey...



Efendiiim gündemi soğumaya yüz tutmuş bir monşer değinisini daha daha sevgili okuyucularımız ile paylaşalım dedik...
Niye böyle söyledik?


Şu çengel taktığımız linkte yer alan makalemizde o günlerin sıcak gündemini değerlendirerek iç siyasette hariciyeci etkisini geçmişi hariciyeci olupta farklı alanlarda boy gösteren bir kaç karakter üzerinden değerlendirmeler yapmış ve



"Bilenler bilir Monşer Türk Siyasi Literatüründe Dış İşleri mensupları için kullanılan bir terimdir. Hariciyeninyapısındaki yabancılaşmayı ortak akıl bir kelimeyle ifade edip işin içinden çıkmıştır.


Bu monşer vasıflandırmasından son zamanlarda bir iki emekli hariciye mensubu duydukları rahatsızlığı kendileriyle yapılan röportajlarda dile getirmiş olsalar da bu tanımlama kalıcıdır…"


İfadeleri ile bir vasıflandırmayı tekrar hatırlatmışortak akılın bize armağanı olan monşer tabirinin kalıcılığına, bilinçaltlarının canlanmasına katkı sağlamıştık...

Sayın Başbakanın Davos Zirvesindeki one minuteçıkışının akabinde her cenahtan hariciye mensuplarının diplomatik teamülleri dillerine dolayarak sıcağı sıcağına acımasız eleştirilerinin sonrasında muhatap Şimon Peres'in özür beyanı, dillere dolanan diplomatik teamülleri alt üst edince eleştiri sahibi hariciye kökenliler başbakanın ağzından monşer tabiri ile karşıt eleştiriye maruz kalmışlardı.

Hal böyle olunca da şehir efsanesi gibi halk arasında kullanılan monşer tanımı siyasi literatürümüzde yerini pekiştirdi ve tedavüldeki kalıcı ve gerçek yerini aldı.

Laf aramızda tedavüle girişine acizane katkımızın olmuşluğu Sayın Başbakanın MONŞER ifadesini kullanmasından sekiz ay önce yazdığımız yukarıda linki verilen makalemiz ile tescillidir.

Böyle biline...

Biraz kendimize pay çıkaralım di mi?

Gelelim şimdiye...

Dış siyasetteki etkileri zaten belli olduğu için İç Siyasette Monşer Etkisi yazımızda ne oluyor? diye sormuştuk...

Hoş dış siyasetteki etkilerinde de tuhaflıklar vardı ama sorgulama cesareti kimsede olmadığı için serzenişlerle geçiştirilirdi bu fasıl...

Rivayet odur ki Rahmetli Turgut Özal yakın çevresine Maliye Bürokrasisinde Mülkiye tekelini kırmayı başardığını ama Hariciye bürokrasisinde ki aile içi dayanışmayı aşamadığını serzenişlerle dile getirirdi...

Bunun sıkıntısını diplomatların diplomat ötesi tavırlarla davranarak dış siyasette onun aykırı kişiliğini törpüleyen ön yargılı siyasetlerinde o günlerin gündemini takip edenler gayet iyi bilirler...

Özal'ın dış siyasi manevralarından daha çok Türk Hariciyesinin bu manevralara nasıl baktığı ve tepki verdiği içeride ve dışarıda her mahfilin önem atfettiği meselelerdi...

Hafızam beni yanıltmıyorsa dönemin dışişleri müsteşarı Büyükelçi Nüzhet Kandemir'in -sanırım konu İran ile ilgiliydi- yanına aldığı hariciye mensupları ile yaptığı basın toplantısı dönemin hükümetinin giriştiği siyasette geri adım atmasına sebep olmuş ve kimse itiraz cümlelerini cılız bir sesle dahi dile getirememişti.

Bu tavır hariciyenin hükümete bir ültimatom gibi orada dur bu bizim işimiz demesinin hükümet üstü diplomatik tavrı idi...



Nitekim sonra ki hükümetler de diplomat üstü diplomatlara rağmen dış siyaset üretemediler...

Şimdi geriye bakıyorum da çok partili döneme geçişten sonra da üretememişler...

Amma ve de lakin her ne yaptıysa Adnan Menderes'in hariciye kökenli Dışişleri Bakanı darağacında sallandırılan üçlemenin üçüncüsü olarak canı ile bedel ödedi...



Bilenler bilir Refahyol Hükümetinin yıkılmasına da katkıları çoktur...

Kırılma noktasını da dönemin Başbakanı Erbakan Hoca'nın İran ziyareti ve ziyaret esnasında dışişleri diplomatik çevreleri ile Erbakan Hoca'nın gezi heyetinde yer alan birkaç danışmanın sürtüşmeleri oluşturur...

Bir de D-8'ler projesine diplomatik bakışlar...

Artık Libya Ziyareti ve Kaddafi'nin tavrını ne sayarsanız sayın... Orası size kalmış...


Sonrası mı???

Zamanımıza kadar af buyurun Dışişleri Bakanları Savunma Bakanları misali konu mankeni gibi olmasalar da Hariciyemizin yapısına uygun karakterlerden oluşturuldular...

Ortak akıl nasıl ki monşer tabirini fısıltı halinde kullana geldi.



Sonraki kullanacağım cümleye şimdiden bir şerh koymak istiyorum zira kullanacağım ifadeler bana göre korku üreterek bilinçaltlarını etkileyen mahfillerin ekmeğine yağ süren bir yapıya daha fazla katkı sağlıyor ama bunu başka şekilde de maalesef ifade edemiyoruz...

Yeni bir tarz bulununcaya kadar herkesin şimdiki haliyle kullandığı tanımlamalarla yetineceksiniz.



Aynı şekilde Dışişleri Bakanlığı makamını dolduran şahsiyetlere de her zaman masonik bir yakıştırma yapıldı.

İşin doğrusu bazıları masonluklarını gizlemeye ihtiyaç da duymuyordu...

12 Eylül öncesi Dışişleri Bakanlarından Hayrettin Erkmen bu gerekçe ile gensoru neticesinde hükümetin yıkılmasına sebep teşkil etmişti...

İlginçtir aynı değirmene su taşımasına rağmen usta(!) siyasetçi, yılların kurt politikacısı Kamran İnan hayallerini süsleyen bu makama her türlü vasfı taşımasına rağmen oturamamıştı.

Eksiği ne idi hep merak ederim.

Hanımının yabancı uyruklu olması mı? Aşiret reisi olması mı? Başka gerekçeler mi?

Bu engel engelleyenlerle mezara gider herhalde ser verip sır vermiyor bu zihniyet...

Asıldığı için listenin ilk sırasını alan F. Rüştü Zorlu'yu, Sıradışı siyaset ikonu, Sarışın Güzel Kadın Tansu Çiller Hanımı ve Diplomat kökenli Ak Partili siyasetçi, Diplomat Kökenli, Aykırı Yaşar Yakış'ı parantez dışı tutarsak Dışişlerindeki bu gelenek Sayın Abdullah Gül'ün o makama gelmesiyle bozulmaya başladı...

Yani bu iktidar zamanında her alanda olduğu gibi bu alanda da taşları yerinden oynamaya başladı...

Allah var elbirliği ile diyeceğim elbirliği ile...

Taşların yerinden oynamasında her kesim kıyısından köşesinden enteresan katkılar sağladı...



Yani anlayacağınız monşer tabiri içi boş bir kavram değildi ve muhteviyatı genişti...



Evet girizgahı bu kadar uzun tuttuktan sonra gelelim asıl mevzuya İç Siyasetteki Monşer Etkisinden bahsettikten sonra zaten dış siyasetteki monşer etkisinden her ne kadar yukarı da bahsetsek de etkinin tepkilerinin yansımalarının nasıllığına bakarak tekrar değinelim...



Taha Kıvanç'ın 11 Aralık 2009 tarihinde yazdığıWashington'dan iki portre başlıklı makaleyi okuyordum.
Konu müstafi büyükelçi Nabi Şensoy... Görevden alındı demek de uygun mu bilemem...

Orada bir cümle vardı “Kendisini son iki en önemli göreve bu hükümet getirmemiş miydi?” şeklinde...

Cümleyi okuyunca aklıma Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Bey'in "Biz Türkiye'nin Partisiyiz" söylemi geldi...

Bu ifade herkesi kucaklıyoruz anlamının yanı sıra ülke hepimizin bu ülkenin hizmet üretecek katkı sağlayacak her ferdi ile ülkeye hizmet noktasında çalışırız düşüncesini de içinde barındırıyordu...

Her ne kadar hariciye bünyesinde öyle kolayına yeni yüzlerle çalışmak kolay değilse de mevcudun uyum sağlaması ve mevcuda uyum sağlamak da kolay değildi...



Fakat sıradışılık sessiz ve derinden hariciye koridorlarında da ayak seslerini duyuruyordu...



Stratejik Derinlik mesafe almaya şimdinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun büyükelçi payesiyle o koridorlara adım atmasıyla başlamıştı...

Aslında ilk adım Davutoğlu Hoca'nın kitabının yayınlanmasının akabinde dışişleri çevrelerinde kitabın dillendirdiği konulara duyulan ilgi sebebiyle yazarından içerik hakkında bilgi talebinin gelmesiyle başlar...

Bu farklı bir bakıştır ve daha önce emsaline de rastlanmamıştır...

Bu bilgi talebi üstelik Ak Parti henüz siyasi hayatımıza girmeden önceye dayanır...

Dolayısıyla ön tanışıklık, sonraları yabancılık duygusunu; kalın zırha rağmen -bana göre- kısmen de olsa bertaraf etmiştir...

Yabancılık duygusunun bertaraf olması kronik refleksleri kolay kolay etkilemiyor...

Yeni Bakan ve adımları çok önceden atılmış yeni dış politika mecrasını genişletirken dar alanda paslaşmayı büyük oyun gibi düşünenlerin bu duruma karşı ayak sürümeleri de kaçınılmazdı...

Her ne kadar yeni konjonktürü hem izle ve gör, hem de olması gereken bu mantığı ile karşılayanlar olsa da mevcudiyetini koruyan ana damar kronik refleksle hareket etmeyi sürdürmeye devam etmek istiyor ve her fırsatta bunu yapacak da...

Bu kronik reflekse sahip zihniyet kendisini önceleri sık gösterirdi.


Lakin bir bürokratın şahsında bakacak olursak; 80'li yıllarda bir ABD ziyaretinde dönemin Dışişleri Bakanını dönemin Başbakanının Abd Başkanı ile görüşmesi esnasında istiskal etmesi ve istifa etmesine sebep olmasıyla, sonrasında bir koalisyon döneminde bir başka başkentte koalisyon ortağı parti vekillerini bir toplantıdan istiskal etmesiyle kendini gösterdi...
En son olarak da amiri olan Bakanını yine bir görüşmeye katılmasını engelleyerek istiskal etmesiyle yeniden kendisini gösterdi...


Fakat bu sefer farklı bir şey oldu ve bu yapının temsilcisi istiskal eden olurken bu tavrı istiskal edilmesine sebep oldu...


Biz bunu dış siyasette MONŞER etkis(izliğ)i diye nitelendirebilir miyiz???
Yoksa bekle ve gör siyaseti mi izleyelim???


Ah Bu Silahkaran-ı Zabitan



mehmetnatik1@gmail.com

İçinde bulunduğumuz süreçte silahlı bürokrasinin tavrını anlayan var mı bilmem...

Genelkurmay Başkanının son yaptığı konuşmayı basın ve medya kuruluşlarında takip ettikten sonra son zamanlarda sık sık yaşandığı gibi tam isabet salvo atışlara müsait bir konuşma diye düşündüm...

Görünen köy kılavuz isteyecek değil ya...
Davet icabeti gerektirir...
Hele sofra cömertçe sergilenmişse misafiri çok olur...

Nitekim öyle de oldu...
Yanlış zamanda yanlış mekanda yanlış tespitler üzerine kurulu yanlış bir konuşma...
Bir şeylerin yanlış gittiğinin görülmesi için ne yapılması lazım???

Bugüne kadar yaşanan hadiselerde rol oynayanların bu rollerini hangi gerekçelerle oynadıklarını, zorlama yaklaşımlarla içinde bulundukları vasatı ne hale getirdiklerini görmeleri için ne yapmak lazım???

Adı suç teşkil eden organize işlere bulaşanların hangi kurumların içinde barındıklarına bakmaları için ne yapmak lazım???

Ergenekon nam davanın özünün darbe girişimi olduğunun açıkça dillendirildiği bir ortamda askerlerin isimlerinin geçmesi anormal bir durum değil?

Milletin işi gücü yok da organizasyon ve mizansenler kurgulayıp ona uygun suçlu profili mi çizecek?

Her işimiz bitti de bir bu mu kaldı???
Her rütbeden askerin adının karıştığı gayrı meşru bir yapılanma söz konusu...

Ortalığa saçılan bu kadar bilgi ve belge, silah ve mühimmat bir hayal ürünü mü?

Bu kadar bu bilgi ve belgeyi hazırladığı gerekçesiyle toparlanan, soruşturmaya tabi tutulan insanlar bir hayal ürününe mi kurban ediliyorlar???

Ne yani cinnet mustatili mi olduk???

Şimdiye kadar bir kabus mu yaşadık toplum olarak???
Bir rüya aleminde mi yaşıyoruz yani???
Birileri bizi kabus dolu uykudan uyandırsın o zaman...

Acı olan gerçek inkar politikası üzerine kurgulanmaya çalışılan yaşadıklarımızdır...
Kimse kendini kandırmasın...

Kimse TSK’ya karşı örgütlü asimetrik psikolojik savaş yürütmüyor...

Aksine kendi halkına ve ülkeyi meşru yollarla idare etmeye çalışanlara karşı asimetrik savaş yürüten ve kendi kurumlarını buna kalkan olarak kullananlar deşifre oldukları için bunlar yanlışlarının görmezden gelinmesi için mücadele ediyor ve mücadelelerine hem kurumlarını hem de idarecilerini alet ediyor...

Yaygara koparmaları bundandır...
Onların yanlışlarını görmezden gelen mış gibi davrananlar ve meseleyi sulandıranlar da onlara bu yanlışlarında ortak olduklarındandır...

TSK'nin üst düzey komutanları bunlara kafa yormayı denesin...
Bir akıl karışıklığıdır gidiyor sen sağ ben selamet...

Yanlışlara ortak olmasınlar...
İpliğini pazara çıkardılar diye bir deyim vardır ya...
Kurumun, kurumların ipliği pazara çıkarılmasın...

Kimsenin kurumla yani TSK ile işi yok...
Bunca yazılan çizilenin ve soruşturmalara zemin teşkil edenlerin kurum içinde yuvalanan yanlış davranış sergileyenler olduğu gerçeği görmezden gelinmesin...

Aleme nizamat vermeye kalkışanlar önce kendilerine nizamat versin...
Salvo atışı yapanlar da nokta atışı yapmayı denesin...

Hükümet de devlet erbabı da eli kalem tutanlarda, el hasılı kelam, savunanlar da sözünü direkt söylesin...
Tekrar etmekten bıkmasın...

Adı suça karışanların oyunlarına gelmesin...
Birileri üst düzey silahlı bürokratlara hedef TSK değil TSK içinde durumdan vazife çıkarmayı olağan hale getirenlerdiri iyi anlatsın...

Üst düzey silahlı bürokratlar da hedefin TSK olmadığını bildikleri halde öyleymiş gibi davranmanın normalleşme sürecine bir katkı sağlamayacağını ve asıl bu davranışın işleri daha da içinden çıkılmaz hale getireceği anlasın...
Herkes üstüne vazife olanı yapmayı bir denesin...

Gözleme Ve Tarassutta Yanlış Adres

24 ARALIK 2009 PERŞEMBE

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

mehmetnatik1@gmail.com


Bilgi sızdıran askeri izliyorlardı!!!

Kimler TSK Özel Kuvvetlere bağlı subaylar!!!

Bilgi nereden sızıyormuş?

Asakir-i Mansura'nın içinden...

Bilginin içeriği???

Bakın işte orası su götürür boyutlara gelen çok karmaşık(!) bir vaziyetin cirit attığı bir alan...

Malumunuz darbedir, Ergenekondur, adı şaibeli işlerle anılan bir takım muvazzaflar...

Kamuoyu uzun süreden beri bu olaylarla yatıp kalkıyor...

İntihar edenler, hastane köşelerde ömür tüketenler...

Hal böyle olunca teyakkuz hali...

Sanki olağanüstü hal...

Ama bunların dışında daha vahim ve serapa bir durum söz konusu...

Düşünün bir kere...

Sanki Yer Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil Soğuk Savaş dönemi iki kutuplu dünya..

Devletin içinde devletin en önemli kurumları elbirliği içinde olması gerekirken garip bir biçimde rakip devletler misali kıran kırana mücadele ediyor...

Siyasi iktidar devlet yönetimindeki bürokrasinin şahsı manevisinde bazı bürokratlar tarafından kaleyi fethetmeye gelen harici bir unsur ya da kaleyi içten fethetmeye çalışanlar gibi algılanıyor...

Birisi devleti sahipleniyor(!)

Diğeri ise sanki devleti zaptetmeye çalışan düşman kuvvetler gibi görülüyor...

Siyasilere -ki onun içinde de partisine göre geliştirilen tavır neticesinde- siz gidicisiniz biz kalıcıyız mantığı ile muamele çekiliyor...

Devletin kurumlarının tamamının birbirini tamamlayan mütemmim cüz olması gibi siyasi partilerin aynı hale içinde yer alması görmezden geliniyor.

Zihinlerde yabancı unsur gibi telakki edilen bir yapı yaratılıyor...

Devletin idareye seçimle gelen Hükümeti, Başbakanı ve sair unsurlarına garip bir biçimde farklı gözle bakılarak farklı muamele gösteriliyor...

Bunu yapan kim devletin sahibi biziz diyenler...

Koruma kollama refleksi geliştirenler...

Bu refleksin kime karşı ve nasıl geliştirilmesi gerektiği çok açık...

Ülke topraklarında gözü olan yabancı güç ve düşman unsurlar...

Ama içinde bulunduğumuz hale ve yaşadıklarımıza baktığımızda koruma ve kollama refleksinin ters çalıştığı gözlerden kaçmıyor...

Sistemin yegane meşruluk aracı olan TBMM ve Siyasi Partilerin seçim sonucu iktidara gelerek kurdukları hükümet maaşlı bürokrasi tarafından istiskal edilmeye çalışılarak koca bir ülke halkının kaderi üzerinde satranç oynanıyor...

Ve kaçınılmaz olan son...

Ülkenin en köklü ve halka hizmet aracı olan kurumları içinde barınan bir kısım bürokratların algılarının kendilerini yanlışa sürüklemesi ile ülkenin ve halkın menfaatlarını korumak ve kollamakla mükellef kurumları yıpranmaya başlıyor...

Kurumları yıpratan kurum mensupları garip bir biçimde aynı gemi içinde yolculuk ettiklerini unutuyorlar...

Evet gözleme ve tarassut yapılmalı ama gözler hudut haricinde olmalı dahilde değil...


Gözleme ve tarassutun yanlış adrese yönelik olmasıdır ki bunların sayesinde güç duruma düşen ve düşürülen koskoca bir TSK kamuoyu önünde arz-ı endam etmeye başladı...

...

Tabi bu durum kaçınılmaz olarak evladını koruyan anne refleksiyle hareket eden bir kurum adına hareket eden ve açıklama yapan onun komutanlarını savunma yapar ifadelerle huzura çıkardı...

Biz eskiden rastlıyorduk...

Alışkındık(!) flaş açıklamalara ama böylesine değil...

O açıklamalar sözde değil özde olurdu...

Tanırım iyi çocuktur şeklinde olurdu...

Balans ayarı şeklinde olurdu...

Ayaküstü ağzı sulanarak bir demeç almaya çalışan -Gazeteci Ergün Babahan'ın deyimiyle- yarı askeri medya mensuplarına söylenenler ve onların allayıp pullayıp korku tünellerine sokarak güya haberleştirdikleri bak döverim haaaa kıvamında söylemler olurdu...

Adı açıklanmayan bir üst düzey komutana ait olurdu...

Televizyon ekranlarında açık oturumlarda arzı endam eden ve ağzının suyu akıtarak sizi dinliyoruz efendim pozlarındaki programcıların ağzına bakılan emekli generallerin tehditkar ve akıl verici konuşmalarında kendini bulurdu...

Akredite edilmiş bilgilendirme toplantılarında embettet gazetecilerin tepeden bakmalarla söylenenleri heyecanla aktardıkları gazetelerinin sayfalarındaki sütunlarda yer bulurdu...

Ama dikkatlerden kaçan ve üzerinde durulmasına bile gerek duyulmayan bir ayrıntı vardı...

Hukuka uygunluk meselesi...

Hukukun hiç adı bile anılmazdı...

Hukuk çerçevesi gözetilmezdi...

Ben yaptım oldu olurdu...

Neden çünkü yapılanlar Hukuk Devleti çerçevesine sokulduğu zaman kalıba uymazdı...

Çünkü hukukdışı idi...

Hukuk diyenler ise urun söyletmen takımı tarafından linç ediliyordu...

Şimdi aynı refleksi sergiliyorlar...

Aynı tavrı sergiliyorlar...

Lakin tavır farklılıkları da beraberinde getiriyor...

Mesela abanın altındakilerin durduğu üstü kapalı vurgulanmakla beraber yanlış anlaşılmalardan dem vuruluyor...

Yapılan açıklamaların çok geçmeden yanıltıcı olduğu ortaya çıkıyor...

İnkar edilenler ispat ediliyor...

Yalan dedikleri görüntülü ve sesli kayıtlarla doğrulanıyor...

Yargı önüne çıkanların önceleri pervasızca sarfettikleri sözleri tevil etmeleri, yargı önüne çıkınca aniden sağlıklarının bozulmalarını bahane etmeleri, zoru görünce kaçmaları, hastane köşelerini mesken tutmaları içlerinden çıktıkları kurumların mensuplarını da rahatsız ediyor...

Kişilik zaafiyetleri sağlam kişilikleri sarsıyor...

Hayal kırıklıklarını artırıyor...

Böyle olunca da oynanan oyuna tahammülsüzlük içeriden dışarıya taşıyor...

Sızdırma(!) faaliyetleri başlıyor...

Sızdırma dedikte kendini Yenilmez Armada gibi gören yapı sızdırıyor...

Sızdırılan ise gerçekler...

Keşke gerçekler sızdırma yoluyla ortaya çıkmasa...

Şu çelişkilerle dolu son açıklama işin üzerine tüy dikiyor...

İnternet sayfasına düşünce kalıcı hale geliyor...

Enkaz olan bir yapının enkaz olduğu gözler önüne seriliyor...

Sisler arasındaki silulet netleştikçe vehametin boyutları daha da belirli hale geliyor...

Her tarafı dökülmüş yıkık dökük hale gelmiş bina yeniden sıfırdan imar edilecek anı bekliyor...