i s m e t ö z e l

Nöbet! Neyin nöbeti? Bunun sarahaten bir sara nöbeti değil de devriye nöbeti olduğunu ben söylüyorum. Ben? Kimim ben? Kime ne benim kim olduğumdan! Dediklerim neye dair olursa olsun, bununla kim, kendine ne yer temin edecek? Benim söylediklerim kimi yerinden edecek? Benim bir şeyi sarahatle söylemişliğim, ne zaman aklımın başımda ve ruh sağlığımın yerinde olduğunu sarih kılmış? Nasibimde iler-tutar birisi sayılmak var mıdır? Daha da ileride mânâsı buruk bir husus: Adamdan saymadığım kimselerce iler-tutar sayılmak benim umurumda mıdır? Olsun veya olmasın; kimin başı sıkışırsa, "Hepimiz insanız," demez mi? Varsın, ben de öyle demiş olayım... Olduğumuz kadarıyla, biz insanlar, insanlığın bize kâfi geldiğine inandığımız takdirde, istenilen sonuca kavuşmak için şahitler -en az iki tane- gerektiğine de inanırız. İnsanlığımızın ispatına onlar da yetmez. Şahitliği geçerli kılan, geçerli şahitlikle varlık kazanmış bir cemaate ihtiyaç duyarız. Bütün bunlar bizim kan-ter içinde kalarak uğraştığımız işlerdir. Biz insanlar kolay kolay "Şahit olarak Allah yeter," demeyiz. Demez, deyip kenara çekilmeyiz. Bazılarımız nöbet yerini terk etmemekte ısrar eder. Yıllar ne getirdi, ne götürdü? Ömrüm insanlığıma, insanlığım ömrüme nasıl tesir etti? "Şairin Devriye Nöbeti" hakkında şimdilik ben ne söyleyebileceksem söyleyeyim de, gerisi gelir mi, bakalım.
Nice zamandır -ki bir ömür bu- nöbet mahalli olarak Türkiye'yi tercih etmişliğim var. Genç yaşımda, daha yirmi değildim, tercihimi yaptım ve halen bu tercihimin bana yüklediği mes'uliyet altında bir Türkiye devriyesiyim. Neden tek başımayım? Yanımda biri daha olmalı değil miydi? Çırpını çırpını geçtiğim yerlerde sair devriyeler görmemi akıl gerektirmiyor mu? Yahut şöyle soralım: Benim dolanıp durduğum gibi dolanıp durmayı akıl ve ruh sağlığı gerektirir miydi? Akıl ve ruh sağlığı bunu mu gerektirirdi? Akıl ve ruh sağlığının gerektirdiği bir iş üzere olduğumdan emin değilim. İştiraklarımdan, müştereklerimden emin değilim. Bana nöbet çıktığını da bir çizelgeden öğrenmiş değilim. Ne bir kişi oldu bana nöbet yazan, ne bir makam. İşin aslına vâkıf olan şununla karşılaşır: Türkiye'yi bekliyorum sözünü sarf ettiğim zaman, söylediğim tek şey kendimi beklediğimdir. Türkiye'yi beklemekle, kendimi bekliyorum. Burada bir anlam kayması, bir yanılsama doğmasın. Dikkat edilsin ve ifade yerinden edilmesin: "Türkiye'yi bekliyor, bunu yaparken de, bu arada, kendimi, aynı zamanda kendimi" bekliyor değilim. Beklediğim bilhassa kendim ve sadece kendiliğimdir.
Bencilim ve tek başınayım. Diktatörlerin hepsi bencillik etmişler ve istisnasız hepsi, tek başlarına kalmışlardır. Ben de, dünyanın görüp geçirdiği bütün diktatörler gibi, her şeyimi yaşadığım ve diktatörlüğüme itiraz edenleri sindirerek hükmümü yürüttüğüm ülke ile, ülkenin tamamı ile özdeşleştirmiş bulunuyorum.Hiç kimse benim dünyada tuttuğum yere talip olmadı. Doğrusu, beni diktatörlüğe mecbur bırakan şey, bundan başkası değil. Benim bulunduğum farz edilen yere talip olsa idiler de, hiç kimse benim yaptığımı yapmayacaktı. Yapmadı da; yapmak bir tarafa, yapmaya da yeltenmedi. Türkiye'de yaşayan ve şiir yazmaya heveslenen kimseler arasından hiçbiri, şiirini 1965 yılında PARTİZAN, 1974 yılında AMENTÜ; 2005 yılında SAVAŞ BİTTİ, demek suretiyle berkitmedi. Benim berk bir şiirim mi var? Bu hususta, sualin edebiyat tekniğine mahsus tetkikat ile cevap verilecek kısmının ötesine geçilerek şu söylenebilir:Sağlamlaştırma faaliyeti, İsmet Özel'in şiirini muhkem kılmak için takip ettiği bir çalışma değildir. Doğrudan doğruya Türk şiirinin tahkimatına taalluk eder.Bunu anlamak için anılan şiirleri tenkide tâbi tutmak zarureti yoktur. Sadece bu şiirlerin yayınlanmasından önceki ve sonraki şiir ortamını tarassut etmek ve mezkur ortamları kıyaslamak kâfidir.
Neden böyle oldu? Diğerleriyle aramda zekâ, yetenek, bilgi farkı vardı da, ondan mı? Hayır, bu fark elbette vardı; ama vakıa ondan dolayı cereyan etmiş değildi. Arada hesap dışı tutulamayacak bir fark vardı; ama bu, ne zekâ, ne yetenek, ne de bilgi farkı idi. Farkın esası, "aidiyet" farkından ibaretti. Beni şiir alanında şöyle veya böyle hareket etmeğe sevk eden, Auden'ın, Pound'un, Ginsberg'in, Yevtuşenko'nun ne yaptığı değildi. Çaldıysa beni taştan taşa Türk toprağına ve Türk milletine ait olmanın illetinden başka bir illet çalmadı. Bu sebepten olsa gerek ki, benden, başına diktatörlük kalan benden başka hiç kimse dikkatini Türkçe'nin neye tekabül etliğine, neye karşılık geldiğine çevirmedi.Türkçe ile bir şekilde irtibatlı insanlar, kaldırımdan indirime gittiler, çıkmazın onları götürdüğü yer ise çıkardan başka bir yer değildi. "Kaldırımın" nasıl kendilerini "indirime" ulaştırdığına inandılarsa; "çıkmaz" vasıtasıyla "çıkar" elde etmeyi de bildiler. Çıkar "maddî" ve "manevî" olarak ikiye ayrılıyorsa, her ikisini de. Cümle âlem, kendini indirim ve çıkar sayesinde teskin ediyorsa; acaba "aidiyet" hissiyle hareket edenler, zekâdan mahrum, istidatdan nasipsiz, zihinleri bilgi yerine abur cuburla doldurulmuş kişiler mi? Bu soruya herkes kendini teskin ettiği aidiyetle cevap verecek.
Türkiye: Burası, fırdolayı devriye gezdiğim nöbet yerim. Türkiye'nin niçin Türkiye olduğuna dair fikrim sağlam, nöbetçiliği emre itaat sebebiyle yapmadığım için de gönlüm ferah olmalı. Nereyi, niçin beklediğimi bilmeliyim.1923'den 1950'ye kadar Türkiye, dünya şartlarının icap ettirdiği bir rejimin sultası altındaydı. İhdas edilişi üzerinden yirmi bir sene geçtikten sonra dünyaya geldim. Ben, kendine mahsus manâsıyla, Türkiye'nin bekçisiyim; sıkıntıların hepsini millete, tatlı hayatın hepsini muhafızlarına havale eden rejimin değil.Dikkatinizi çekmek isterim: Bir ülkenin yönetimini izah etmek üzere "rejim" kelimesine başvurulması, dünyada SSCB'nin teşkiliyle yaygınlaşmıştır. Faşist İtalya, SSCB'ne mukabil farklı, yeni bir rejimi temsil ediyordu. Alçak gönüllü Türkiye Cumhuriyeti "biz bize benzeriz" rejimine sahip çıkmakla hayat buldu. Nasyonal Sosyalist Almanya kendi rejimine finans hakimiyetiyle arasındaki bütün köprüleri atacak ölçüde güvenmişti. Franko İspanyası yenilik iddiasındaki rejimlerin tümünü reddeden bir rejimin timsali olmuştu.
Alman harbinin sonu rejimlerle ele geçen prestijin de sonu oldu. İkinci Cihan Harbi'nin yegâne galibi ABD, iki harp arasında doğan bütün rejimlerin devrini, bütün büyük anlatılar çağını kapattı. Yeni dönemde ABD fiilen dünyanın kutbu oldu. Yeni dönem bir PAX AMERICANA icraatı demekti. Bundan böyle, yetkili ve etkili Amerikalılar, dünyanın diğer yerlerine mensup okuyup yazmış insanlar arasında hiçbir büyük anlatının yaygınlaşmasına izin verilmeyeceği ikazıyla meşgul oldu. 1945 sonrasında neler oldu? Yaşamakta olduğumuz günlerde revaçta olan şu şaka durumu izah ediyor: "ABD ile iyi geçinin, sakın ABD ile aranızı bozmayın, yoksa sizin ülkenize de "demokrasi" gelir.
Nitekim, Türkiye'de 1946 yılının netameli genel seçimi yapıldı.
İlkokula 1950-51 ders yılında başladım. Bu, 1950'nin Eylül'ü demek. Demek, ben okula gitmeden, ülke olarak niçin bizim bugünlere geldiğimizin izahını muhtevi her şey olup bitmiş, Pandora'nın kutusu açılmıştı. 14 Mayıs'ta Türk tarihinde hiç vaki olmamış bir şey gerçekleşmişti. Türkler tarihleri boyunca ilk defa başlarında kimlerin olmaması gerektiği hususundaki fikirlerini beyan etmişlerdi. Türkiye'yi anlamak için ezberlenmesi gerekli cümle şudur: "14 Mayıs 1950'de vuku bulan olayın izahı Demokrat Parti'nin genel seçimleri kazanarak iktidara gelmesinde değil; CHP'nin bir daha hiçbir; ama, ne yapılırsa yapılsın hiçbir seçimi kazanamayacağı bir duruma düşmesinde yatar." Bütün dünya, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden Türklerin millî vasfına dair bir şey öğrendi.
Öğrenenler ki, kâffesi gayri-Müslim ve bilhassa gayri-Türk idiler, süreç boyunca neyi öğrendi iseler onu iyi kullandılar. Süreç içinde Türkler kendi millî vasıflarına dair herhangi bir şey öğrenmedi. Öğrenemedi değil, öğrenmedi. Öğrenmelerine engel olan yoktu. Onlar için çıkmaz varsa, çıkar da vardı; onlar kaldırıma çıktılarsa, indirime de uğrayacaklardı. Böyle bir sürecin yaşanmasında zararlı çıkan Türk milleti oldu. İstiklâl Harbi'nin kazanılması an sich bir Türk milletinin varlığının ispatıydı. Mantıken bunu Türk milletinin für sich başarılarının takip etmesi gerekiyordu. Böyle olmadı, Türk milleti önüne hiçbir hedef koymadan yıllar geçirdi. Bize mantık gerekmiyordu; bize nutuk yetiyordu. Yıllar Türkiye'den "çıkma" birçoklarına bir çok şey kazandırdı; onların kazandıkları Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmadı.
Olan bitenin aslı neydi? Niçin bilek hakkı marjinalleşiyor, her bakımdan, haksız kazancı kural kabul edenler taltif ediliyordu? 14 Mayıs 1950 - 27 Mayıs 1960 arası, Türkiye'nin bir şey kazanıp kazanmayacağı, kazanacaksa bunu nasıl gerçekleştirebileceği sorusunun capcanlı olduğu bir on yıldır. Eğer NATO'ya girmek, bir ABD müstemlekesi haline gelmek anlamı taşımasaydı soruların cevabını milletçe öğrenebilecektik.
Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının bir yolu vardı, o da Türkiye'nin bir sosyalist dönüşüm yaşamasından geçiyordu. Türkiye İşçi Partisi'ne kuruluşundan bir süre sonra, 1963 yılında kaydoldum. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar Türkiye'nin, ABD büyük elçisi tarafından sunulan görüşme teklifini geri çevirmiş yegâne parti başkanıydı. O, Türkiye'nin yegâne parti başkanı idi ki, iktidara geldiği gün değil, geldiği saat, dış ticareti, bankacılığı ve Sigortacılığı devletleştireceğini beyan etmişti. Mehmet Ali Aybar, AMD'yi Vietnam savaşının sanığı olarak yargılamak üzere Bertland Russell tarafından kurulan mahkemede yer aldı. Vietnam'dan şahsen bana da arkasında "Gözlerinden öperim," yazılı bir kartpostal gönderdi. 1968 baharında Sovyet tanklarının Prag'a girmesini protesto edince siyaset yapma ruhsatının iptaline sebep oldu. M. A. Aybar'ın gösterdiği bu gözüpeklik nedendi? Bunu cesaret örneği vermek için yaptığını sanmıyorum; besbelli ki Türkiye'nin her şeye rağmen millî bir odağı bulunduğuna inanan safdillerden biriydi. Türkiye'de bunlardan çok vardı. Baştan beri millet olarak ikisinden birisi başımıza geliyordu: Ya bir ordu teşkil edecek rütbeye yükseliyorduk veya sürüleşip köpeklerin müdahalesine mazeret temin ediyorduk. Türk milleti "ordu millet" derecesine yükselemediği zaman, "koyun millet" derekesine düşüyordu. Bu düşüş Türk milletini kurt saldırısına maruz bırakmıştı. Saldırı son sür'at devam ediyor.
Genç yaşımda ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Bilseydim ne yapardım? Onu hiç bilmiyorum. Vahşi bir hayvanla uğraştığımı, hakkından gelmem gereken ne ise onun bir vahşi hayvan özelliği taşıdığını biliyordum. Orta yaşta, gazete yazısı yazmaya başladığım sırada ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Çabalarımın en basit sonuca dahi ulaşmadığını görüp gazete yazısı yazmayı bıraktığım ihtiyarlık yıllarımda da, ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Ne zaman ki "bende, benden koparılacak bir şey yok" dedim, işte o zaman, insanların benimle işlerine yarayacak ne varsa onu benden koparmak üzere bağlantı kurduklarını anladım. Siyasete bulaşmış olan kimselerin güç özlemlerinden başka bir şeyleri yoktu. Yani onlar ancak koparan olabilirlerdi, koparılan değil. Yine benden bir şey koparamadılar. "Bende, benden koparılacak bir şey yok" dediğim zaman, bu sözlerden, artık bende koparılacak bir şey kalmadı, şimdiye kadar verebileceğim ne idiyse hepsini verdim, mânâsını çıkarmak yanlıştır. Bende ben işin içine girdiğim günden beri koparılacak bir şey yoktu. Benden koparılmak istenen "vatan hissiyatı", "millet endişesi" olduğu gibi yerinde duruyor. Düşmanlarım, bana değil, sahip olduğum hissiyata, hissettiğim endişeye düşmandırlar.Bunun böyle olduğunun açık seçik bilinmesine yarar ümidi ile elinizdeki kitabın tertibine rıza gösterdim. Görülsün ki bende benliğimi inşa eden, bana bencillik irkâb eden anâsır eskimemiştir.
1963 yılında Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının bir yolu vardı, o da Türkiye'nin bir sosyalist dönüşüm yaşamasından geçiyordu. Kısa müddet içinde bu yol tıkandı. 1973 yılında Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının başka bir yolu açıldı, o da Türkiye'nin bir İslâmî dönüşüm yaşamasından geçiyordu. Bu yolu tıkamak için uzunca müddet uğraşıldı. Günümüzde artık bu yol da tıkalıdır. Her iki yolu da havayı puslandıran tok kurt tıkadı. Tok kurt havayı, neyle ve nasıl doyduğunu gözden uzak tutabilmek için puslandırır. Türkiye'nin bir yeni düzenlemeye ihtiyaç duyduğu fikri yaygınlaşınca kurt kuzu postuna bürünür.Milâdın XIII. asrından günümüze kadar Türkiye'de kimin kurt, kimin kuzu olduğu yerli yerince ve hakkaniyetle ne teşhis, ne de tespit edilebilmiştir.
NATO'dan kurtulmayı devre dışı bırakan bir sol ve aynı gayeyi bir omurga şekline getirmiş bir sağ. Havanın puslanmasına bu kadarı yetti. Türkiye'nin sosyalist bir dönüşüme ihtiyacı olduğu fikri "hızlı, etkin, parlak" solculukla okka altına alındı. Türkiye'nin İslâmî bir dönüşüme ihtiyacı olduğu fikri "hızlı, etkin, parlak" Müslümanlıkla okka altına alındı. Siyaset piyasasının müessir elemanları "tezgah altı" mamulatındandılar; onlara müessiriyet gerekçesi temin edenler hep okka altında kaldı. Türkiye'yi öne çıkarmak -böyle bir ülke gerçekten varsa- sisi dağıtacak. O zaman kimin yerinin neresi olduğunu görebilecek, anlayabileceğiz. Görmüş ve anlamış olmamıza rağmen herkes yerini alabilecek mi? Bu soruya nazarî bir cevap verilemez. Amelî netice nelersiz yapabileceğimize delil olacaktır.
Nelersiz yapamayacağımızı farzediyoruz? Onlar olmadan olmaz dediklerimiz bizi yüceltiyor mu, gülünçleştiriyor mu? "Âli olan ve gülünç olan çoğu kez birbirleriyle öyle yakından alâkalı kılınmışlardır ki, bu ikisinin yek diğeriyle münasebeti kesilerek bir sınıflandırmaya tâbi tutulmaları çok güçtür. Gülünç dediğimiz şeyi âli dediğimiz şeyin bir basamak üstü ortaya çıkarır, gülünç olandan bir basamak yukarı çıkıldı mı da orada âli yine kendini gösterir." Yıllar önce, Tom Paine'e ait bu sözleri okur okumaz, ifadeye yeltenilen hakikatin tesiri altında kalmıştım. Her ne kadar ululuk ve gülünçlük arasındaki anılan irtibatı kabul ettiysem de, ifadenin kendimce bir topografya hatası ile malûl olduğu fikrine varmadan edemedim. Benim anladığıma göre, âlî ve gülünç arasındaki inkâr edilemez sıkı münasebetin altlık-üstlük bakımından kurulmaması daha akla yakındı. Âli olanı ve gülünç olanı üst üste koyan diğerleriydi. gayri-Müslimlerdi. Gördüğüm kadarıyla, benim ülkemde, Türkiye'de âlî ve gülünç, bir nesnenin iki yüzü gibi bitişikti, yan yana idi bunlar ve hemzemin idiler.
Dünyanın hali bu: Biri bir şekilde diğerlerinin nedense işitilmeğe değer buldukları bir şeyi söylüyor ve o diğerlerinden biri olarak ben, onun dile getirdiği şekilden bir mânâ çıkarıyorum. Demek ki neyin söylenildiği kimin söylediği kadar kimin işittiği ile de sıkıdan sıkıya irtibatlı. Bu merbûtiyyet gözden uzak tutularak, ne "anlama" mümkün olur, ne de "anlatmak".
Eğer devlet, toplum, sınıf, kültür ve medeniyet varsa, bunların bizim dikkatimizi çeken ve gündelik hayatımıza tesir eden hususiyetleri varsa, geçmişte bunların her biri, bizim bugün hesaba katmadan edemeyeceğimiz vakıalara hayat vermişlerse bunların tabiatlarıyla bizzat kendi tabiatımız arasındaki münasebet ortaya çıkarılmalıdır. Ona öncesinden ne intikal etmiş olursa olsun; Orta Çağ veya Karanlık Çağ dedikleri dönem Batı'nın başlangıcıdır. Yani Batı'yı aşılamaz sınıf farklarının şekillendirdiğini söylememek söze yalanla başlamak demektir. İbranî-Hıristiyan temelleri olmayan bir Batı'dan bahis açmak yalandan başka hiçbir şeyin geçerli olamayacağı iddiasıdır. Tom Paine, âlîden yukarısı gülünç, gülüncün yukarısı yine âlîdir derken; Batı'da en önemli hususun kimin üstünde kimin olduğu hususu olduğunu belirtmiş oluyor. Frengistan'da herhangi bir şeyi, bu şeyin mahiyeti ne olursa olsun, "üstte" veya "altta" bulunmasıyla anlamlandırmak zorunludur. Oysa şimdi yamulmuş kendi dairemiz içinde, yaniTürk dünyasında istisnasız her şeyin anlamı sadece "cephede" veya "cephe gerisinde" oluşuyla onaya çıkar. Bizim buralarda aşağı düşmekten ürkme, üste çıkmaya merak devlet hayatında İbranî-Hıristiyan esaslarının ağır basmasıyla uç verdi.
Yukarıdan aşağıya tatbikata konan modernlik kesafet kazandıkça her Türk'ün hayatını âli ve gülünç görünme mecburiyeti altında bıraktı. Türkiye'de yaşamak çamurda yüzmek gibi; kulaç atmanız, gülünç görünmenize kâfidir. Hayatiyetini muhafaza etmek isteyen her Türk bunu bilhassa bilir. Aklınız başınızdaysa görürsünüz ki, Tanzimat Fermanı'nın ilânından sonra, hangi bakımdan, hangi hususta olursa olsun, âlî olmaktan sıyrılmış bir Türk hayatı çok çabuk gülünçleşir. Buna mukabil farklı bir işleyiş de vardır: Türk olmayanlar bir Türk'ün hayatını bütün çabalarına rağmen gülünçleştirmeyi başaramadıysa, işte o zaman, o Türk'ün âlî vasfı önünde geri adım atar. Bu meyanda bir çok med ve cezir gördük. 1571'den günümüze Türk'ün zelil gülünçlüğü, gâvurun sinsi pısırıklığı neye, nerelere kadar uzandığını kimse kestiremiyor; henüz son söz söylenmedi.
Benim gazetede yayınlanmak üzere yazı yazmam gülünç mü; yoksa âlî mi idi? Ben dinini pazarlayarak makam ve servet sahibi olan rezillerden biri miydim; yoksa beni harekete kendi dairemizin yamuğunu işaret etmek vazifesini üzerine alma ulvîliği mi geçirmişti? Soruların cevap bulmasının şartı pusun dağıtılmasıdır. Kim dağıtacak pusları? İnsanlar ciddiye alınmak için deli taklidi yapıyor. Bu tavır Türkiye'yi hiçbir sahile yanaştırmayacaktır.
İsmet ÖZEL Rasathane, 20.07.09