"Sınıf Savaşı Evet, Millî Mücadele Hayır"
i s m e t ö z e l

Değiştik, değişiyoruz. Evet, kolayca herşeyin en başından beri alelade bir akışa bırakıldığını söyleyebiliriz. Ah, evet; ben de herşeyin akış halinde olduğunu işitenler arasındayım. Nelerin değiştiğini, kimler eliyle değişim uygulandığını bilmek beni ömrümün fevkalâdeliği fikrine götürdü. Değişene rağmen değişmeyeni anlamış olmakla, attığım her adımdaki, aldığım her nefesteki fevkalâdeliği kavradım. Ömrümdeki fevkalâdelikten, başkalarının alelâdeliğini istihraç ettim. Herkes başından beri “sefalet” deyip kadeh kaldırıyordu. Herkes çoktan beri alelâdelikte bir isabet olduğu fikrini kabullenerek alelâdeleşmişti. Kadeh kaldıranlarla ben de kadeh kaldırdım. Babamdan kalma hafif bir sağırlığım var. Sanıyordum ki “asalet” diyerek kadeh kaldırıyorlar. Yani ben, hayatı kavrayış tarzımı onlara da teşmil etmiş ve kadeh kaldıranların fevkalâde bir tarafları olduğuna vehmetmiştim. Sırf bu sebepten insanların bütün sabahlarını merak ettim. Ben hep derin bir merak içinde kaldığım ve kaldığım yerin manzarası çok güzel olduğu için olduğum yerden hiç ayrılmadım. Yanımda bir Allah'ın kulu daha olup olmadığını da merak ettiğim için bir yerlere uzandım. İsmet Özel olarak benim, bir zamanlar Marksist, daha sonra Şeriatçı ve nihayet Türkçü olduğumu iddia eden ve bu iddilarını herkese duyurmak isteyenler var. Bunlar benim yanıma gelmeyi kendi felâketleri olarak görenlerdir. Yanımda hiç olmadılar, hiç olmayacaklar. Gayri-Müslim dünyanın “truism” hastalığı asırlar içinde hepsini ifsad etmiştir ve söylediklerinin, “İsmet Özel bir zamanlar çocuktu, daha sonra gençlik çağını yaşadı ve nihayet ihtiyarladı” demekle aynı kapıya çıktığını anlayamayacaklardır.
Var mıydı? Var olabilir miydi yancağızımda bir Türk daha? Suali müsbet cevaplandıralım ve var sayalım. Varsa, onunla ben “biz” olarak devam edelim.Bilinsin ki, bizim maksadımız asla bağcıyı dövmek değildi ve biz gerçekten üzüm yemek istiyorduk; ama aramızda yaşayan ve Türklükle ilişkisi hiç de müspet olmayan birileri, bağcıyı dövmedikçe üzüme el süremeyeceğimize bizi ikna etti. Onlar bizim kanaat önderlerimizdi. Bizler kanaat getirmişler olarak, bize mühlet olarak tanınan tüm zamanı ve elde bulundurduğumuz imkânın tamamını bağcı dövmeye ayırdık. Vakit öyle ilerledi ki, iştihamızla üzüm arasındaki irtibat koptu. Üzüm yemedik ve bağcıyı dövdüğümüzle kaldık. Cumhuriyet tarihimizin özeti bundan ibaret. Aklımız az da olsa başımıza geldiğinde, (biz Türklerin gidip gelen bir aklımız olduğunu itiraf edelim) hatamızı tamir etmek istedik. İşlediğimiz eğer bir maddî hata olsa idi tamirat çoktan bitmişti. Gelin görün ki, biz bir “tarihî hata” işlemiştik ve ne olacaksa olmuştu. Tarihî hataya “hata” demekle, onun aynı zamanda tamir edilemez hususiyetini zikretmiş oluyorduk. Halbuki, hata değil, cürüm bahis konusuydu. Tarihin, biz Türkler üzerindeki bütün ağırlığı tamir edilmemiş hatalara “tarih” demiş olmamızdan ibaretti. Üzerimizden tarihin ağır yükünü atabilmek için kaderimize gönüllüce dahil olmamız zarureti vardır.
Cürüm işlenmişti ve işlenmekte berdevam idi. Ben fevkalâde ömrümle hem suçun suç, hem de suçlunun suçlu olduğuna şahidim. Dost ve düşman kim varsa, onlar arasında çoğu, benim bu beyanı hevesle dile getirdiğimi sanabilir. Hayır, ben istiyor değildim “bir şeylere” şahit olmayı. Ben (1899 doğumlu bir babanın, 1902 doğumlu bir annenin oğlu olmam hasebiyle ve) kast-ı mahsusla şahit sandalyesine davet edildim. Beni, Alman Harbi'nin sonuncu yılında doğmuş olan beni, birileri kendi lehlerine yalancı şahitlik yaparım ümidi ile şahit sandalyesine davet etti. Neye şahit olduğum hususunda, yaygın yalanı değil de katışıksız doğruyu dile getirmiş olmam beni çağıranları, beni işe koşanları rahatsız etti. Koşulduğum işin hakkını verseydim ve doğru söylemek gibi bir takıntım olmasa idi, benim bir fikriyattan diğer bir fikriyata geçtiğim uydurması ortalıkta böyle fırıl fırıl dolaşmayacaktı. İşte böylesi bir şahitlik ifademe siz de şahit olasınız diye elinizde bulunan kitabın yer aldığı “dizi” yayınlanıyor. “Dizi”de benim maruzatım yok. Biline ki, eğer görüşten görüşe, kanaatten kanaate, ideologiden ideologiye, teoriden teoriye seyahat etmiş olsaydım ve eğer durulmaya değer sabit bir yerim, müracaatı mümkün, müracaata mümkün değişmez hissiyatım olmasaydı, “bir şeylere” asla şahit olamazdım. Ömrüm boyunca “zaviyemden” çıkmadım. Bugün ölürsem Allah bana zaviyemde ölmeyi nasip etsin diye dua ediyorum. Ben bu duamı da ömrüm boyunca değiştirmiş değilim: Ölürsem bir partizan gibi ölmeliyim.
Benim neye şahit olduğumu fark edebilmeniz demek benimle aynı mensubiyeti paylaşıyor olmanız demektir. Benimle aynı mensubiyeti paylaşmanız için ise bize mahsus ve dolayısıyla müşterek bir dilimiz olmalı. İcbar edildiğimiz dille ne ben şahitlik görevimi yerine getirebilirim, ne de bir başka kişi benim şahitliğimi tasdik edebilir.
Türkiye Cumhuriyeti bir bütün kâfirlerin ağızbirliği ederek iddia ettikleri üzere “ulus-devlet” değildir. Ya nedir? Türkiye Cumhuriyeti yeryüzünden bir siyasi teşkilât ve bir askeri güç olarak İslâm'ın silinmesine gayret edenlerin başarısızlığa uğramaları sebebiyle ortaya çıkmış bir muvazaa müessesesidir.Teessüs etmiş olan bu şey devletmiş gibi etki uyandırır. Şunu akla getirmelidir: Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcudiyeti İslâm düşmanı birilerinin bariz başarısızlığıyla tebellür etmiştir. O halde, başarılı olanlar kimlerdir ve nerededirler? Bu sorunun cevabını kimse kendini sansüre uğratmadan verememiştir. Sarih ve vazıh konuşamamanın sonucu olarak Türkiye'de toplum hayatının her veçhesi hususiyet arz eder. Sansür bunları ortaya çıkarmamıza, neyin hangi sebeple hususiyet arz ettiğini açıklamamıza engel olur. Manialar Türkiye'de yaşayanların böylesi hususiyetlere hassasiyet göstermeden yaşamalarına yaşamak dedirtir. Ahlaken iflâs etmiş biri değilseniz, hayatta kalmaya çabalayıp ömrünüzü tüketmekten başka yapacağınız yoktur. Neden Türkiye’de günü kurtarmak suretiyle yaşamaktan başka yol açılamamıştır? Çünkü Türkiye'de millet hayatının müstenit olduğu her şey tahrip edilmiştir. Buna mukabil millet düşmanlığı yüksek makamları işgal etmektedir. Neyi, kiminle konuşacaksınız? Hangi sular, hangi köprülerin altından aktı? Latince “sui generis” ibaresini “nev’i şahsına münhasır” şeklinde tercüme ederseniz, biraz kafanızı yormakla yerli yerince olmasa bile, yaklaşık bir anlam elinize geçer. Gelgeldim, “kendine özgü” sözü, gerçekte onu ağzına alanı hicve müstahak kıldığı halde; “kendine özgü” diyerek konuşan en anlaşılır şeyi söylüyormuş muamelesi görür.
Ortamın böyle olduğunu bilmekle, mahut “dizi” dolayısıyla müsbet bir hava eseceği vehminden kendimi uzak tutabiliyorum. Türkiye'de Türkler olarak bir düşünce dünyasına sahip olmak istiyorsak, bize ulaşan her “resmî” ve “muteber” iletinin bizim esaretimizin pekişmesine, Allah'tan gayrısına olan kulluğumuzun mühürlenmesine müteveccih olduğunu fark edebilmemiz lâzım.
Milâdın XVII. asrından, yani Türklerin mağlup edilebileceği kanaatini benimsedikleri zamandan itibaren Avrupalılar ve onların devamı olarak Amerikalılar temelsiz ve gerekçesiz iktidarları bir köken, bir mazeret bulunabilsin diye insanlığı kendi mankafalıklarına ortak olmaya icbar etti. Bu sebepten ötürü “sosyologi” var. Ben gençliğimde hem Merkezi Haberalma Teşkilâtı, hem de “sosyologi” mevcudiyetlerini nasıl temin ettiklerini merak eder durur idim. Biri varsa diğeri olmamalıydı. Bunlardan birinin diğerine var olma hakkı tanımadığı apaşikar ortadaydı. Ortada başka neler yoktu ki!
Bütün bildiklerimiz onları bize öğretenlerin gücünü ispata yarar. Bilgi kaynağımızla bilgimiz arasındaki bağı istesek de koparamayız. Koparma yönünde herhangi bir gayret gösterirsek sözünü ettiğimiz bağ kavileşir. Dünyada sınıf savaşı olduğunu bize kim öğretti?
Dünyada millî mücadele olduğunu bize kim öğretti? Sınıf ne demek? Millet nedir? Bütün bu soruların mensubiyetle ve aidiyetle irtibatlı cevapları var.
Türk milleti bütün diğer milletlerden farklı ve üstün olduğu için Türk milletine mensup olmayanların tarif ettikleri “millî mücadele” evsafı Türklerin intisabına uygun hale getirilememiştir, getirilemeyecektir. Türk milleti içinde “beraya” sınıfı tarih içinde hep kendi savaşını, yalnızca kendi vermiştir ve vermekten geri durmayacaktır. Beraya kılıç ehlidir ve haraç vermez.
İsmet ÖZEL Rasathane, 22.XII.09
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder