25.11.2010

askerleranlatiyor/Naber Lan Allahsız Asker?

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

Bir arkadaşım var...
Şu anda ellili yaşlarda...

Askerlikle ilgili tek bir hatıra anlatılmasına bile tahammül edemez...

Askerliğini yapanların öyle ya da böyle mutlaka bir fotoğrafı vardır ama bu herifin tek bir kare fotoğrafı bile yok...

Bir tane varmış onu da yırtmış...

Nedenine gelince askerlikten bir kare dahi olsa fotoğrafının olmasını bile istememiş kendi deyimiyle...

Kendisi de hatıra olarak tek bir şey bile anlatmak istemez bir kaç şeyin dışında...

Hatıraların ve anıların olmadığından mı???

Hayır der öyle ya da böyle anlatacak bir şey var acı ya da tatlı ama anlatmak istemiyorum der...

Ama yine de binbaşıların aktör olduğu bir dörtleme var der ve sadece onu dile getirmekle yetinirdi...

Bugün dili çözüldü bir iki şey daha ilave ederek...

Askerliğine 1988 celbinde kısa dönem er olarak Amasya Er Yatağı Çavuş Talimgahta piyade olarak başlamış, usta birliğine Tatvan'a 6. Zırhlı Tugay'a Tankçı(!) olarak gitmiş...

Orada kantin görevlisi olarak askerliğini hitam erdirmiş...

Eline tek bir gün silah almamış ve tek atış dahi olsa kurşun sıkmamış...

Terör var ama o pek etkisini hissetmemiş...

Usta birliğine vardığının ikinci günü Bölük Komutanı binbaşının kendisine ettiği ana avrat sinkaflı küfürleri unutamıyor ve hala zoruna gidiyor...

Nasıl unutsun evli barklı adam... Çoluk çocuk sahibi, ana sahibi, herkes gibi...

Üç yıl sonra sivilde bu binbaşıyla karşılaşmış ama adama ettiği küfürlerin aynısıyla karşılık vermemek için yönünü değiştirmiş...

Her neyse ne de olsa okumuş yazmış adam, Ordu evi kantininde çalışmaya başlamış...

Pardon...

Askerlik hizmetinin ifasına burada devam etmiş...

Kantin ile İnzibat Komutanlığı yanyana imiş ve inzibat Komutanı binbaşı ile sık karşılaşmak zorunda kalırlarmış...

İnzibat Komutanı da kantine geldikleri ilk gün aynı tarz sinkaflı küfürlerle bu arkadaşa ve yanındaki diğerlerine hoş geldiniz demiş...

Bu da unutulmayanlar arasında yerini almış...

Bu kısa süre içinde değişen inzibat komutanın yerine gelen yeni komutan da binbaşı imiş ve zaman zaman ziyaret ettiği kantinde görev yapan askerlerle haliyle teşviki mesaide bulunurmuş...

Namaz kıldığını bildiği bu arkadaşa bu hal hatır sorarken kullandığı cümle "Naber Lan Allahsız Asker" olurmuş...

Arkadaş sinkaflı küfürler her neyse onu zoruma gitse de yutuyordum ama bu hitap tarzı çok farklıydı diyor...

Sonunda dayanamayıp bütün askerin baba bildiği Kantin Komutanı Binbaşıya konuyu aktarmış...

Kıdemi yüksek olan Kantin Komutanı diğer meslektaşını uyarmış ve inzibat komutanı bir daha bu ifadeyi ağzına almamış...

Arkadaşım kantine gelen subay astsubay eş ve çocuklarının kendilerine yaklaşım tarzlarını, zaman zaman kantine alışverişe gelen sivil giyimli sakallı ve bıyıklı muvazzaf subay oldukları her hallerinden belli olan askerleri, kendisine lan oğlum diye hitap eden okuldan yeni mezun tüyü daha bitmemiş kendisinden en az on yaş küçük astsubayı unutamıyor...

Zaman zaman çıktığı çarşı izninde rastladığı PTT binası ve diğer bazı binaların gözle görünür yerlerine yapıştırılmış olan ayetler ve hadislerin bol bol kullanıldığı Terör örgütünü kötülemeye(!) yönelik ilanları da unutamıyor...

Bir de malumunuz askerliğini yapıp da dayak yemeyene rastlanmazdı o zamanlar...

Mutlaka ve mutlaka dayak bir şekilde her Türk Askerinin nasibi arasında güzide yerini alırdı...

Bunu da herkes bilir ve ben dayak yemedim diye askerlik hatırası anlatanlara kimse itibar etmez ve hadi canım sen de derlerdi...

Bu arkadaş da son günlere kadar dayak yememiş ve en azından bunu hatıra olarak saklamayı hep aklının bir köşesinde tutarmış ama bu maalesef gerçekleşmemiş...

Zira sebebi tam olarak anlaşılamayan bir meseleden dolayı kantindeki askerler suçlanmış meğerse bu suçlama da en düzeyde gündeme gelmiş ve günlerden bir gün hışımla içeri giren Tugay Komutan Yardımcısı Yarbayın attığı tokat dayak yememe hatırasının yerine yediği tokat olarak hatıraları arasında yerini almış...

Ben askerlik yaptım ama dayak yemedim diye hayalini kurduğu basit hevesi kursağında kalmış...

Adını hatırlayamadığı Bölük astsubayının terhis olurken kendisine verdiği 6 günlük yol izni, onun iyi niyetli ve insani davranışları ve Kantin komutanı Kıdemli binbaşının baba tarzı onun unutulmayanları arasında...

Beraber terhis oldukları kısa dönem er Eskişehirli arkadaşının terhis sonrası kendisini arayarak kendisini tokatlayan Yarbayın taklidini yaparak kendisini gırgıra almasını hatırladıkça halen acı acı gülümsüyor...

Naber Lan Allahsız Asker???

24.11.2010

Muktedir Ol/ama/manın Dayanılmaz Cazibesi

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Dün akşam bir tv kanalında bir tartışma programına takılmıştım...

Gazeteci olan konuklar güncel olayları değerlendiriyorlar ve çeşitli yorumlarda bulunuyorlardı...

Ne zaman rast gelsem bu programı izlerim...

Çünkü cedel tarzı bir dedin dedi şeklindeki diğer programlara benzemiyor...

Genellikle üçlü bir sürekli katılımcıya bir gazeteci konuk oluyor...

Konular çeşitli...

Ne olacak bu CHP'nin hali???'nden tutun da

BDP ittifakı, Baydemir ve İmralıya kadar bir sürü konu...

Sohbet tarzı yorumlamalar devam ederken konunun birisiyle ilgili olarak misafir edilen gazeteci "O bir devlet projesiydi" dedi...

"Devlet projesi"

Bu kavram yeni bir kavram... Devlet Projesi!!!

Bu kavramı özel ve önemli kılan ise mevcut iktidar...

Neden???

Daha önce yapılan projeler ne projesiydi de şimdi bir takım projeler ve operasyonlar devlet projesi veya operasyonu olarak tesmiye edilir oldu???

Bu kavram ilk olarak hafızam beni yanıltmıyorsa Uzan Ailesinin sahip olduğu Rumeli Holding ve bu bünyedeki şirketlere yönelik operasyonlar başladığında kullanılır oldu...

İlk olarak da bu kavramı derin(!) gazeteciler ve derin(!) siyaset erbabı ve dahi derin(!) bürokratlar ki bunlara oligark yapılı bürokratlar da diyebilirsiniz kullandılar...

Ama yazılı medyada değil fısıltı gazetelerinde, kendi aralarındaki konuşmalar ve sohbetlerde...

Hani diyorlar ya of the record... İşte öyle...

Bu kavramı kullanırken altını özenle çizdikleri husus 8 yıldır iktidar olan bu mevcut hükümetin o zamanlarda böyle operasyonların altına tek başına imza atamayacağı hususu idi...

Yani devlet buna izin vermezse hükümet böyle bir adım atamaz!!!

O zaman şöyle sorular insan zihnine üşüşüveriyor haliyle...

Devlet dediğiniz ne?

Kim???

Devletin oluşturan unsurlar nelerdir???

Hükümet dediğin ne???

Devletten ayrı bir şey mi???

İktidar nasıl bir şey???

Kim iktidar???

Nasıl iktidar olunur???

İktidar nerede olunur ve iktidar ne işe yarar???

İktidar bir tane mi yoksa çok mu olur???

Paylaşılır mı???

Paylaşılırsa nasıl ve kimler tarafından paylaşılır???

Soru çok zincirin halkaları gibi uzar gider...

Aslında bu soruların basit bir cevabı var...

Darbeler ve hukukdışı yapılanmalarla dolu yapılanmaların daha çok yer kapladığı devlet yönetimi zihinlerde öyle bir algı oluşturmuş ki Vesayet Sistemine uyum sağlayamayan yeni iktidarı ayrıştırma ihtiyacı hissedilmiş...

Bu algı ve anlayış halen süregidiyor...

Birileri ısrarla hükümeti görmezden gelmeye çalışıyor ve bilinçaltında vesayet rejiminin travmatik ruh hali sürüyor...

Yakın zamana kadar kullanılan iktidar olup da muktedir olamamak tabiri de bu minval üzere değerlendirilecek bir yaklaşımdır...

Devletten kast edilen algı ve anlayış birilerinin zihninde halen; rejimin mirasçısı ve bekçisi vazifesini durumdan vazife çıkararak sahiplenen her kesimden oligark bürokratların iktidarı olarak duruyor...

Gözünü vesayet sisteminde açan ve bu sistemin hükümranlığında her olaya bakmaya alışmış olanlar normalde olması gerekene doğru giden ve algıların bu minval üzere değiştiği yapıya uyum sağlamakta güçlük çektikleri için yanlış olan her hususu düzeltmek için atılan adımlara devlet projesi yakıştırması yapmayı kolay bir yöntem olarak tercih ediyorlar...

Bir ülkede seçimle gelen iktidar devleti temsil makamındadır...

Zira halkın tercihidir ve devlete yön veren de iktidardır...

Biz de bu hal kabullenilemediği için normale dönüşün sancısı sürmeye devam ediyor...

Yani anlayacağınız ve anlayacağımız iktidarda kim varsa devlet odur...

İktidarı da devleti de elde tutmak hazmı zor bir lokma gibidir ama eninde sonunda hazmedilen bir lokmadır...

22.11.2010

NATO ve Kedi Meselesi

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
NATO'nun Lizbon Zirvesi ile ilgili bizim gündemimizi işgal eden en önemli konu Füze Kalkanı projesi idi...

Bu zirvede NATO yeni savunma konseptini oluşturdu ve Füze Kalkanı projesi de bu konseptin bir parçası...

NATO'ya sürekli bir düşman lazım ki varlığı ve meşruluğu sürdürülebilir olsun...

Düşman(!) eskiden Varşova Paktı Ülkeleri ve Sovyetler Birliği idi...

Soğuk Savaşın rüzgarı dinince İngiltere Başbakanı Demir Leydi lakaplı hanfendiye atfen İslam Dünyası bir yeşil kuşak olarak adı konulmamış düşman olarak belirlendi...

Yazılı kayda geçecek hali yoktu çünkü işin içinde halkı Müslüman olan bir NATO üyesi Türkiye vardı...

Her ne kadar o zamanlarda esamesi(!) okunmasa da dikkate alınmayacak kadar değersiz değildi ve i'rabta her zaman yeri vardı Türkiye'nin...

Bir ordu kurmuşsanız ona bir düşman bulmak zorundasınız...

Ya da başka bir deyişle ordunuz varsa onu kendi meşguliyet alanı içinde tutmak zorundasınız...

Tutmazsanız emir almak yerine emir vermeye kalkışır...

Bu da nahoş olaylara sebebiyet verir...

NATO böyle bir ordudur... Düşmanı olan bir ordu... Ya da düşmanı olmak zorunda olan bir ordu...

Her ne kadar adı Savunma Paktı olsa da bu böyledir...

Soğuk savaş NATO'yu oluşturan sebepleri yeterince barındırıyordu...

Ama bitti...

Bitince de yukarı da ifade ettiğimiz gibi resmi olmayan bir düşman gayri resmi olarak dillendirildi...

Gelin görün ki böyle bir ordu hareket etmeyince her ordu gibi sancılanır...

Sancısı giderildi...

Nasılını biliyorsunuz...

Muvazaalı bir saldırı adı 11 Eylül...

Düşman????

Düşman belli bir devlet değil...

Düşman her yerde...

Terörizm... Üstelik az uz da değil uluslararası!!!

Üstelik rengi de yeşil...

Uluslararası ama çok dinli değil...

Tek dinli...

Daha da ilginci bu terörizmin ve teröristlerin mensubu oldukları din yeşil kuşak cinsinden...

Yani İslam...

Yani teröristler Müslüman Dünyasından...

Meğer İslam Dini terörün kaynağı(!) imiş...

Her yerdeler ama yuvalandığı yerler varmış(!)

Önce Afganistan!!!

Sonra Irak!!!

NATO buralarda devreye sokulur...

Nasıl mı???

Meşhur 5. madde...

Saldırıya uğrayan bir üye ülke olunca bütün ülkeler saldırıya maruz kalmış gibidir...

Eh saldırıya üstelik bir terör saldırısına maruz kalan bir ülke var...

Saldırı terörist bir saldırı ama teröristlerin yuvalandığı ve teröre yardım eden ve nükleer silah potansiyeli olan ve bu potansiyeli terör örgütlerine kullandırmaya niyetli(!) ülkeler var...

O zaman önleyici saldırı gerekir...

Tam da öyle oldu...

Önleyici saldırı, bahaneler, bahaneler ve yalanlar...

Bugün bir kaos var bataklık olduğu bilinen bir coğrafyada batağa saplanmış bir önleyici saldırı mensubu Savunma Paktı üyesi ülkeler çıkmak için can atıyorlar ama çıkamıyorlar da...

Her şeye rağmen düşman üretmeye de devam ediyorlar...

Denklemi tamamlamak istiyorlar...

Füze Kalkanı projesi de tam böyle bir şey...

Türkiye'nin bu hususta talepleri çok net ve istediği şekilde projeyi onaylatıyor...

İsim yok...

İsim kim???

İran

Bölgesinde komşusu olan bir ülkenin isminin zikredilmesine razı olmuyor...

Diyeceksiniz ki Irak, Afganistan ne o zaman???

Doğruya doğru; stratejik bir hata ve büyük oyunun önlenemeyen bir parçası...

Tezkere öncesi ve tezkere sonrası oluşan konsept...

Evet her şeye rağmen isim yok ve daha bilmediğimiz bir dizi arz ve talep...

Her kart masada ve taraf ve ortak olan taraflar...

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy yeni NATO Konsepti onaylandıktan ve Füze Kalkanı anlaşması imzalandıktan sonra isim zikredilmemesi önemli değil babından "Biz kediye kedi deriz" demiş...

Fransa Cumhurbaşkanının bilmediği bir şey var...

Biz de kediye kedi deriz...

Lakin bizim literatürümüzde kediye ayrıca pisi pisi de denir, püsük de denir...

Mesela köpeğe de ayrıca it deriz...

Anlayacağınız bizim literatürümüzün en zengin olan kısmı argo tabirleri barındıran kısmıdır...

4.11.2010

Korku İmparatorluğu???

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Bir olaya kimin, nereden ve nasıl baktığı çok önemlidir...

Aynı durum kavramları kullananlar için de geçerlidir...

Kimin neye ve hangi gelişmelere göre kavramları kullandığı bu açıdan çok önemlidir...

Şu Korku İmparatorluğu meselesi de bu açıdan önemli bir husus...

Bizim yazılarımız takip edenler bilirler...
Bu kavramı öteden beri kullanmışızdır...

Neye istinaden kullandığımız da çok açıktır...

Kanla ve irfanla kurulan bir rejimin ülke üzerinde oluşturduğu puslu hava tam da bir Korku İmparatorluğu habercisiydi...

Bu rejimin müntesipleri vesayet sistemini ikame ederek kurucu babalarının kendilerine bıraktıkları mirası daha sağlam temellere oturtmak üzere gerek tek parti döneminde gerekse zaruretten -değişen dünyada yer almak için- geçilen çok partili dönemde adı cumhura atfen cumhuriyet olsa da adı konulmamış Korku İmparatorluğunu hayata geçirdiler...

Halkın özellikle köylerde jandarmayı görünce kaçın devlet geliyor sözü bu imparatorluğun özüdür...

Bu konu ile ilgili örnek isteyenlere tavsiyem Türk İdareciler Derneği'nin tarihsiz olarak yayınladığı İdareci Anıları kitabını mutlaka bulup okumalarıdır...

İbretlik levhalarla hınca hınç doludur...

Kitap güzide ülkemin dört bir yanında görev yapmış vali, kaymakam ve maiyet memurlarının oluşturduğu 66 bürokratın anılarını içerir...

1949 yılı itibariyle 80'li yıllara kadar uzanan anılar ve hatıralar aktarılır...

O günlerde özellikle 50'li yıllardan sonra halkla iletişim kurmaya idarecilerin gözlemleri ile geçmişte yaşananlardan dolayı halkın özellikle köylülerin sergiledikleri tavırlar nasıl Korku İmparatorluğu kurulduğunu çok net ifade eder...

Etkileri ise halkın oyları ile seçilen ilk serbest seçimler sonrası iktidarın üç yöneticisinin yapılan askeri darbe neticesinde alenen idam sehpasında hayatlarının sonlanması ile devam eder...

Korku İmparatorluğu kendini açık etmiştir ve sonraları bu psikolojiyi ve yaşananları dillendirenler ile kaleme alanlar Korku İmparatorluğunu kavramını yaşananları tarif ederken kullanacaklardır...

Bu zihniyetin sahipleri ardından da ellerine geçen her fırsatta korku dağları oluşturmaya devam edeceklerdir...

Son 60 yılımız Korku İmparatorluğunun tahakkümünün çok net hissedildiği zamanlardır...

Ama son zamanlarda
içinde bulunduğumuz süreçte
kavramın kullanıcıları değişmeye başlamış ve azınlık üzerinde çoğunluğun diktatörlüğü gibi daha nice ifadelerin arkasına sığınarak halkın gizli oy açık tasnif oylarıyla iktidara seçimle gelen kesimini Korku İmparatorluğu kurmakla suçlamayla başlamışlardır...

En son duruma gelince...

Korku imparatorluğu ifadesini iktidarı suçlamak için kullananlar kervanına katılan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu bu kavramın değişen kullanıcıları arasında yerini alırken malumu ilam etmiş ve CHP içi iktidar kavgasını ve parti içi hesaplaşmayı tanımlarken "Partideki korku imparatorluğunu yıktık" cümlesiyle ülke üzerinde yıllardır kabus gibi duran imparatorluğun adresini de aleni hale getirmiştir...

Korku İmparatorluğu ifadesini kullananlar artık öncelikle nereye bakacaklarını daha bilecekler...

Sözlerimizin daha iyi anlaşılması için meraklıları CHP'nin Tek Parti yönetimi arşivlerine de göz atarlarsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır...

2.11.2010

29 Ekim Resepsiyonu ve Anayasal Suç

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

Geçen akşam özel bir televizyon kanalında bir tartışma programını izliyordum...

Malumunuz bizde tartışma programlarına malzeme teşkil edecek mesele çok...

O nedenle bu tür programların yapımcıları hiç malzeme sıkıntısı çekmezler, hal böyle olunca dişe dokunur dokunmaz bir sürü konuk da bulunur...

Çağrılanlardan daveti reddedenlere nadiren rastlanır...

Bu nedenle davet edilenleri kalitesi programı izlenir kılan etkenlerden birisi olur...

Her neyse gelelim meseleye...

Programın gündemi yoğun olmakla beraber şu meşhur reception meselesine de değindiler...

Nedense her konuya el atmak ihtiyacı hissettikleri için kıyısından köşesinden her konuyu ele almaya çalışıyorlar...

Efendim vaktimiz dar...

Bir reklam arası vermek durumundayız...

Reklamlardan sonra size yine söz vereceğim...

Zamanı iyi değerlendirelim istiyoruz teraneleri arasında izleyici de misafirler de bir hal olur ama tartışma programlarının kültürü böyle gelişmiş elden ne gelir...

Evet yine her neyse diyelim...

Söz konusu programın konuklarından birisi BDP Muş Milletvekili Nuri Yaman'dı...

Kendisi bilmeyenler için söyleyelim...

Vekil olmadan önce İçişleri Bakanlığı bürokratı idi...

Yıllarca İçişleri Bakanlığının çeşitli kademelerinde çalışmış bir şahsiyet...

Bu bilgi birikimi ve bürokratik yanı da göz önünde bulundurularak Reception meselesinde askeri erkanın alternatif(!) resepsiyon düzenlemelerine nasıl baktığı soruldu...

Nuri Bey soruya cevap verirken kelimeleri özenle seçiyordu...

Özenle derken yanlış anlaşılmasın konunun ciddiyeti ile ilgili daha önceden benim bilmediğim ve bu hususla sadece konuyu yakından bilen devlet erkanının bildiği ve bilmesi gerektiği bir hususu aktardı...

Meğerse efendim 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları dini bayramların dışında resmi bayramlar arasında arefe günü gibi bir gün öncesinin öğleden sonrasından kutlama ve resmi kabullerine başlanan ve 29 Ekim günü akşamına kadar kutlaması yapılan tek Resmi Bayram imiş...

Sıkı durun...

Bu bayramı diğer bayramlardan ayrı kılan özelliği ise Anayasal bir statüye sahip olmasıymış...

Her türlü yetki devleti temsilen Cumhurbaşkanında ve onu temsilen de ülke için de illerde vali, ilçelerde ise kaymakamlar, yurtdışı temsilciliklerinde de büyükelçilerdeymiş...

Yani kimse kafasına göre ben şöyle bir tören düzenleyeceğim, biz ayrıca kendimize göre bir resmi kabul vereceğiz, resepsiyon düzenleyeceğiz, diyemezlermiş...

Eğer böyle bir durum söz konusu olursa bu bir anayasal suç kapsamında değerlendirilmesi gereken devletin kuruluş ilkelerine aykırı bir tutum olurmuş...

Dolayısıyla bunu devlet erkanının bilmesi gerekiyor ve buna da uyulması gerekiyormuş...

Davet edilir siz katılmazsınız o ayrı mesele ama bu da davete icabet etmeyenin kimliği ve makamına göre önem arzeden bir husus...

Düşünsenize Başbakan, Bakanlar ve ordu üst düzey yöneticileri katılmıyor...

Hem devleti temsil makamında olacaksınız hem de davete icabet etmeyeceksiniz...

Böyle şey olur mu???

Olmaz elbet...

Tam bir kriz oluşturursunuz...

Şimdi katılım gerçekleşmeyince krizin çıkması muhtemel olan bir durum da alternatif bir resepsiyon düzenlenince ne olur???

Üstelik bunu komuta kademesi yani ordu üst düzey yöneticileri yaparsa???

Üstelik bir önceki genelkurmay başkanı tertipler ve bunu şimdiki genelkurmay başkanı devam ettirirse???

Üstelik bunu Cumhurbaşkanının vermiş olduğu resmi kabul töreni saatine denk getirir ve protesto eder gibi bir tavır içine girerlerse???

Üstelik bunu emekli genelkurmay başkanlarının ve emekli ordu komutanı orgenerallerin baskısıyla yaparlarsa???

Herşeyden önce resmi komuta kademesinin üst düzey yöneticilerinin emir komuta zincirinde cumhurbaşkanını istiskal etmeleri sebebiyle meşruiyetleri sorgulanmaz mı???

Bu devlet içinde ciddi bir sıkıntı oluşturmaz mı???

Devletin temsilcisi Cumhurbaşkanına ve devlete karşı bir aykırı duruş olarak algılanmaz mı???

Atanmış bürokratların devlet içinde devlet gibi davranarak devletin temellerini sarsan bir tutumu olarak algılanmaz mı???

Hangi devleti korumak için teşkil edilmiş bir ordunun komuta kademesidir bu erkan diye sorgulanmaz mı???

Bir siyasi bu husus için emre itaatsizlik benzetmesi yapıyor...

Eksik bir benzetme...

Herşeyin ötesinde bu husus ANAYASAL BİR SUÇ...

Anayasal suç işleyenler için yasalarda ki hükümler çok açık...

Üstelik bu suç yeni işlenmemiş...

İkinci sene-i devriyesini devirmiş ve yaprak kıpırdamamış...

Sanki herkesin üzerinde ölü toprağı serpili...

Bu durumda harekete geçmeyen ve gereğini yapma makamında olanların sessizlikleri bu ülkede her makamın meşruiyetini sorgular hale getirir...

Kimse kalkıp "Biz Aşiret Devleti değiliz" deme hakkına sahip olamaz...

Zira Aşiret Devletlerinde dahi sistemi sarsanlar hakkında gereği en hızlı bir biçimde yerine getirilir...

Aşiret Devletlerinde yasalar daha hızlı işler ve kesin sonuçlar alır...

O nedenle Aşiret Devletleri büyük devlet olabilmişlerdir...

Vay ülkemin haline!!!

Devletin temelini sarsanları başka yerde aramıyorlar mı???

Tam bir cambaza bak havası!!!

Biz bunu hak etmiyoruz...

1.11.2010

Beyaz Türkler ve Pozitivist Ahlak

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

Ülkemizde sistemin mantığı pozitivist akıl üzerine bina edilmiştir...

Pozitivizmin metafizik algıları reddeden ve manevi ve soyut yapıya karşı duruşu göz önünde bulundurulduğunda içinde serpildiği ve geliştiği zaman dilimi ve şartlar çerçevesinde diğer ideolojiler ve ideolojilere öncülük eden akımlar arasında bizim ülkemizde sisteme temel teşkil etmesinin nasıl akıllıca olduğu dikkatli gözlemciler tarafından hemen fark edilir...

Dönemin şartları içerisinde, dini duyguların güçlü olduğu bir iklimde, komünizm gibi ideolojilerin dine savaş açan yaklaşımının kabul görmeyeceği kabul edilirse, dini yaşamayı vicdanlara ve bireysel daireye hapsetmenin yolu elbetteki doğrudan bir ideoloji olmayan bir akıma tutunmaktır...

Osmanlı bakiyesi topraklar üzerine bina edilen genç cumhuriyeti kuran Osmanlı Paşaları da temeli pozitivizm olan ama din dışı her türlü ideolojiden biraz biraz alarak oluşturdukları anlayışla bugün sisteme temel teşkil eden ideolojiyi oluşturmuşlardır...

Mevcut ideoloji sistem yapıcıları tarafından ustalıkla şekillendirilmiş la dini her rengi bünyesinde barındırabilmiştir...

Bunu yapan kurucu babalar dini ritüelleri ve kavramları ve dini olan her şeyi aynı ustalıkla ve rahatlıkla kullanmıştır...

Dini hayat ve bu hayata müteallik her husus müessese olarak bir başkanlık bünyesinde kontrol altına alınırken sufi hareketler tarikatların kapatılması suretiyle yeraltına girmeye zorlanmış ve legal yapılar illegalite haline getirilmiştir...

Bir yandan din ve dine dair her şey kişilerin vicdanına vatandaş nezdinde hapsedilirken bir yandan devlet bürokrasisinde görev alanların vicdanına müdahale edilmiş ve dini hassasiyetlere sahip olma asgariye indirilmiş hatta bu yapıda görev alanların dini hassasiyetlere sahip olmaları engellenmiştir...

Bundan başka başkanlık vasıtasıyla camilere tayin edilen imamlar devletin memuru haline getirilmiş ve cuma hutbelerinde ne okuyacakları kendilerine dikte edilmiştir...

Bugün de bu böyledir...

İşin garip tarafı din manen kontrol edilmeye çalışılır ve maaşları devlet tarafından karşılanırken geriye kalan maddi her şey halk tarafından karşılanmaya cebredilmiştir...

Bugün de hal böyledir...

Toplumda ki çok kültürlülük, azınlıklar meselesi daha önce müslim gayri müslim kavramları ile karşılanırken etnik isimlendirmeler ön plana çıkmaya başlamış ve tek bir ulus bilinci yaklaşımı farklı etnik yapılara sahip ülkemiz insanı üzerinde bir baskı unsuru gibi rüzgar estirmeye başlamıştır...

Bir yandan müslim teba vatandaş olmaya zorlanırken bir kısmına tek bir etnik yapı dayatılmış ve dağa taşa yazılan yazılarla hem etnik kimlikleri hatırlatılmış hem de bundan vazgeçmeleri dayatılmıştır...

Bu dayatma birlik yerine ayrıştırmanın sembolü olmuştur...

Millet kavramındaki dini algı yerini ulus algısına bırakmış, görünürde herkes tek millet kavramını dillendirirken içten içe etnik dayanışma ve azınlık psikolojisi baskın çıkmış ve kan bağı ve ırki dayanışma zaman içinde toplumun her kesiminde ve devlet idaresinde dahi kendini göstermeye başlamıştır...

Bugün en basit şekliyle hemşehricilik şemsiyesi altında tezahür eden yapılanmalar özellikle devletin bürokrasi kesiminde çok rahat gözlemlenebilir...

En basiti hemşehricilik olan bu yaklaşım duruma ve konunun, mevkinin hassasiyetine göre daha dar ve geniş kapsamlı yaklaşımlara kendini bırakır...

Dolayısıyla bugün toplumun her kesiminde dokunsan patlayacak bir yapının temelleri böyle oluşmuştur...

Bu hususta liste uzayıp gider...

Bugün sorun olarak karşımıza çıkan ve çıkarılan her mesele bu anlayış neticesinde büyüyüp serpilmiş ve geliştirilmiştir...

Toplumu bir arada tutan sac ayakları bir bir kırılırken sadra şifa bir yapının oluşturulması için gerekli adımlar atılması yönünde bir gayret bu yapıyı oluşturanlar cenahında pek görülmez...

Sınıfsız bir toplum yaratmak için yola çıkanlar oluşturdukları elitist bürokratik bir yapıya sahip oligarklarla yollarına devam etmektedirler...

Bu oligarklar ekonomiye müdahale eden bir burjuvaziye benzer bir yapı oluşturmayı da başarmışlar ve medya camiasından kurdukları bir yapıyı sistemlerine entegre ederek kendi yapılarının sac ayaklarını meydana getirmişlerdir...

Siyaset dünyasındaki temsilciler ile yargı ve akademik camia ise bu yapının lojistik ve müdahaleci kanadını oluşturmaktadır...

Oluşan bu yapı sürekli olarak dönüşüme müsait halk kanadından gelen katılımcılarla sağlamlaştırılmaya çalışılmakta ve buna devam edilmektedir...

Bugün tartışılan Beyaz Türkler meselesinin özünde bu yapı vardır...

İlk zamanlarda pek sorun yaşanmayan mevcut yapının sürekliliğinde son zamanlarda katılımcıların geldikleri mahallelerden dolayı zaman zaman sorun yaşansa da, bu alan medya dünyası ile göze çarpan kesim olarak tebarüz etse de vaziyet idare edilmeye çalışılmaktadır...

Halkı asimile edenler kendi içlerine kabul ettiklerini de asimile etmeye devam etmektedirler...

Dönüşüm ve değişimin zor hale geldiği bir ortamı yaşasalar da iktidar alanlarında muktedir olmak için ellerinde her türlü argüman mevcuttur...

Zira sırtlarını dayadıkları ve güçlerini aldıkları yegane kesim yine halk ve onların alın teridir...

Siyasete ve siyasilere çok iş düşüyor ve işleri çok zor...

Sürekli istim üstünde olan ve gündemi en ufak bir sarsıntıyla dahi allak bullak olan bir ortamda yaşadığımızdan belli olmuyor mu bu???

Bilim ve teknoloji dünyasının duvarlarını aşarak güvenliği sarsan hackerlar gibi sürekli bir ya da iki adım önde gitmeye devam ediyorlar...

Bunu da tartışılan konuları sürekli kendileri belirleyerek yapıyorlar...

Mahalle Baskısı gibi nice meseleyi ortaya atarak tartışma konusu yapmaları ve son olarak servise sundukları Beyaz Türkler meselesinde olduğu gibi gündemi oluşturmalarından belli olmuyor mu???

Söz konusu olan sistemin sahibi bizleriz anlayışına sahip olanlar olunca gerisi onlara göre teferruattır...

Tekrar etmekte fayda var hükümet edenlerin işi çok zor...

Gergef gibi işlemeleri lazım...

Yapı halen çok kırılgan...