MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Günümüzde cereyan eden olaylara bakarken ister istemez geçmişte yaşananlar da bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçmiyor değil...
Özellikle BALYOZ nam Harp Oyunu Semineri(!) dolayısıyla açılan dava ve ardı sıra gözaltılar ve tutuklamalar gırla giderken her türlü Ali Cengiz oyununu dahi aratacak oyunlar arasında boğulmadan yaşadığımıza şükrediyoruz...
Birinin ak dediğine kara bir diğerinin kara dediğine ak demek artık sıradanlaştı.
Mızrak Çuvala sığmıyor...
Şu hale bakın!!!???
Savcılar bir operasyon için düğmeye basıyor... Az uz da değil geniş çaplı...
14 ilde... Çoğu muvazzaf 80 küsür gözaltı talimatı var...
Harekete geçiliyor... bir de bakıyorsunuz Başsavcı ilgili savcıları o görevden el çektirmiş...
Yerine başkalarını görevlendirmiş...
Adına şok olma mı dersiniz?
Abandone olma hali mi dersiniz?
Sadme hali mi dersiniz?
Aman canım ne derseniz deyin...
Sonuç tam bir çeşni...
Şimdi ayıklayın pirincin taşını...
Başsavcı ile ilgili ortaya saçılan iddiaların bini bir para...
Eskisi gibi de değil ki mubarek...
Hiçbir şey gizli kalmıyor...
Mısır'daki sağır sultan bile duydu sözü artık demode oldu...
Başdöndürücü bir hızla gizlenmeye çalışılan veya yapılan, yaptırılan bir hata yanlış kısaca her şey iyiniyetli veya kötü niyetli ortalık yere saçılıveriyor...
Hele ard niyetli hazırlanan bir takım komplolar, oyunlar, bizans oyunları öyle ya da böyle mutlaka gün yüzüne çıkıyor...
Oyunun bir parçası olanlar istedikleri kadar inkar etsinler; inkar ettikleri gerçekler belgeleriyle sahaya sürülüyor...
Birisi de çıkıp da her şey bu kadar orta yerde aleni olarak açık hale gelmişken açık yüreklilikle evet bunları biz yaptık, ben yaptım diyemiyor...
Bu yüreğe sahip olmayanların geçmişte bu millet üzerinde oynadığı oyunlar var...
Dinime dahleden bari müselman olsa demişler ya...
O gün kapalı kapılar ardında seminer düzenleyenler ve milletin emaneti üzerinden her türlü imkanı kullanarak kahraman edasıyla orta yer de boy gösterenler bugün yaptıklarının arkasında duramayarak hastane köşelerinde köşe kapmaca oynuyorlar...
O günlerden bugünlere kendinizden bu kadar mı emindiniz de hastane köşelerini mesken edeceğinizin de hesabını yapamadınız?...
Halbuki bu işi bilen bilir ve kadim gelenektir...
Sizin yaptığınız türden bir işe soyunanların geçmişte hep iki gömleği olmuştur... Bilmem söylemeye gerek var mı gömlek cinslerini...
Örnek vererek geçelim isterseniz...
Birisini 27 Mayısçılardan başlayarak 12 Martçılar, 12 Eylülcüler 28 Şubatçılar giydi...
Diğerini ise 27 Mayıs sonrası tasfiye ettikleri bir ton general -ki aralarında o dönemin genelkurmay Başkanı Şükrü Erdelhun da vardı ve çok trajik bir durumdur onun ki- Talat Aydemir ve arkadaşı, 9 Martçılar giydi...
E-Muhtıracılar ise iki arada bir derede kaldı...
Neden??? Çünkü kırılma noktasıdır da ondan...
İki gömleğim var sözünü siyasilerden duyardık biz...
Turgut Özal'dan geçmişte işitmişliğimiz var...
Bir de şimdinin Başbakanı Tayyip Bey bu sözü telaffuz etti geçmişte...
E- Muhtıra sonrası iki gömleğin hangisini giyerek cevap verildiğini görmüş olduk...
Bugün mahkeme kapılarına gelmek zorunda kalıpta cezaevlerini veya hastane odalarını mesken tutanlar anlaşılan kendilerinden o kadar eminlermiş ki ikinci gömleği hiç hesaba katmamışlar...
Birinci sınıfa dahil olanların başarı oranı yüksek olunca zahir kendilerini o sınıfa dahil etmişler ama devir o devirler değil ki...
Dünya 1960'lı yılların, 1970'li yılların, 1980'li yılların havasını solumuyor...
1994 yılından beridir artık hiç bir şey gizli kalmıyor...
Silahsız Ekonomik Kuvvetler
Tamam geçmişte 28 Şubat sürecinde olduğu gibi "Bu defa işi Silahsız Kuvvetler yapsın" diye bir mevkuteye manşet de atıldı ama sonrası gelişmeler o dönemde yaşananlarda Silahlı Kuvvetlerin içinde bir takım silahlı bürokratın Silahsız Ekonomik Kuvvetlerin oyununun bir parçası olduğu anlaşıldı...
O süreçte başı çeken ve adı aleni olarak ifşa edilen silahlı bürokratların sonra ne hale geldikleri herkesin malumu...
Bugün mahkeme kapılarına getirilenler o gün yok muydu??
Elbette varlardı...
Ama o günün şartlarında daha geri planda idiler zahir...
Malumunuz mahkeme kadıya mülk değil makamlar sürekli aynı şahıslar tarafında işgal edilemez...
İhtilalin kudretli albaylarına ve sonraki süreçte 12 Mart ve 12 Eylül sürecine dahil olunanlara verilen makamlar dahi sonuçta gün geldi miadını doldurdu...
Bir Kenan Evren kaldı netekim...
Şimdi anayasa değişikliği çalışmalarında onlarla ilgili geçici 15. maddeyi kaldırmak için bile harekete geçildi...
Evet geri plan demiştik...
Ama darbecilik ve cuntacılık da bulaşıcı hastalık gibi virüs bir kere birilerine bulaşınca bünyesi zayıf olanlara habire bulaştırıyor...
Ey şanlı ve muzaffer ordu bu hastalık senin vücudunu ne zaman terk edecek diye soru soranların varlığından haberdar mısın???
Konuya dönelim...
Bugün kendilerini birinci sınıfa dahil görüp de ikinci sınıfta olduklarını yaşayarak öğrenenlerin hiç olmazsa Talat Aydemir ve Arkadaşı gibi tavır sergilemeleri beklenirdi...
Bu durum silahlı bürokrasi kanadı ile ilgili idi...
Bir de işin silahsız bürokrasi ve siyasi kanadı var ki içler acısı...
Medya kanadına gelince onların hali ortada çırpındıkça batıyorlar...
İşin bir de yargı bürokrasisi açısından içine düştüğü durum var ki buna ne söyleyeceğimizi şaşırdık...
Neresinden tutalım derken aklımıza gelen tekrar da olsa eskiden yargı bürokrasisi üzerine yazılmış olanları yeniden hatırlamak ve hatırlatmaktı...
Biz de öyle yaptık affınıza sığınarak...
Aşağıdaki makale 2008 yılının 8. ayının 4'ünde tarafımızdan yazılmıştı...
| |
Adalet gözü bağlı kızın adı mı?
Devlet-i Osmaniye`nin tarih sahnesinden silinmesinin sebeplerini iyi araştırılacak olursa üç temel nedenin öncelikli olduğu görülecektir…
Bunlar adaletten ayrılma, geniş ve kontrol edilmesi zor topraklara sahip olma ve devlet eliyle israf…
Adaleti tesis etmede ve israfı önlemede başarılı olamadığı gibiTürkiye Cumhuriyeti elinde Osmanlı bakiyesiAnadolutopraklarında küllerinden yeniden doğunca devraldığı mirastan kalan küçük toprak parçasıyla yetinmek zorunda kalmasına rağmen bu toprakları yeniden kontrol edilebilir de kılamamıştır…
Her ne kadar reddi miras üzerine bir yapılanma ile hayatiyetini sürdürse de geçmişindeki bu bozuk sicil kendisini terk etmemiştir…
Bu üçleme bugün de ciddi bir biçimde can sıkıcı serüvenini devam ettirmektedir…
Bu üçlemenin ilk ayağı adalet meselesidir…
Adalet Mülkün temelidir özdeyişi mahkemelerde yargıçların arkasında fonu süslese de adaletten sapmalar ve doğru kararların altına imza atmalar sağlıklı bir seyir izleyememiş, ayrıca en basit meselelerde dahi uzun yargı süreçleri baş göstermiş ve sonu gelmeyen duruşmalara şahit olunan ve uzun yıllar sonuç alınamayan davaların önü alınamamıştır…
Anadolu`nun birçok yerinde özellikle arazi davalarında neredeyse bir nesil çözümsüzlüğün hâkim olduğu davalar vardır…
Bunların yanı sıra birçok meselede kişiye özel muamele anlayışını geliştiren dava seyirleri kamuoyunun gündemini oluşturmuştur…
Dünyayı sarsan Lockheed Skandalı başka ülkelerde cesur bir şekilde soruşturulurken bizde nedense olayın üzerine gidilememiş ve adalet mekanizması ciddi yara almıştır…
Adalet mekanizmasının sağlıklı işlememesi zaman aşımı kavramını güçlendirmiş ve birçok meselede yargı önüne çıkarılan davalarda bu kavram öncelikli yer edinmiş ve bir çok dava izahı zor süreçlerden geçerek zaman aşımı nedeniyle düşmüş ve suçlular yargılanamamış veya suçlananlar davalarda zaman aşımı nedeniyle yaptıklarıyla kalmışlardır…
Bütün bunların üstüne devletin en önemli adalet dağıtan kurumlarında birbirinin aynısı veya benzeri olan davalarda biribirinin tam zıddı kararların altına farklı veya aynı yargıçlar tarafından imza atılabilmiştir…
Bunun örneği Danıştay`da görülen davalar arşivinde mevcuttur.
Bu durum çeşitli basın organlarında çifte standart tabiriyle gündeme getirilmesine rağmen karar tashihine de gidilmemiş ve uygulama sonuçları görmezden gelinmiştir…
Bu yetmiyormuş gibi üst düzey yargıçların gündeme getirmesiyle literatüre cüzdanlar ile vicdanlar arasına sıkışma tabiri yerleşirken adalet mekanizması farklı bir yerden ciddi bir yara daha almıştır…
Asıl önemli yarayı ise yargıya takılan bir takım davalarda siyasiler müdahil oluyor denilerek yargı siyasallaştırılıyor kavramı ortaya atılmıştır…
Bu söylem her ne kadar masum bir ifade olarak karşımıza çıksa da söyleyenlerin kimliğine bakıldığında davalara rejimin bekçiliği ve savunuculuğu bahane edilerek taraflı bakmayı meslek edinmiş insanların ağzından çıkması hasebiyle söylem şüpheyle karşılanılacak bir zeminde tartışmaları beraberinde getirmiştir…
Adalet mekanizmasındaki sıkıntıları açığa çıkaran ve son on yıllara damgasını vuran asıl yaralar ise siyasi meselelerden ve siyasilerin yargılandığı davalardan sonra oluşmuştur…
Burada en önemli rolü ise 1961 Anayasası ile oluşturulan ve varlığı ve icraatları özellikle son zamanlarda sürekli tartışılanAnayasa Mahkemesi oynamıştır…
Parti kapatma davalarının ve TBMM`de kabul edilen kanunların Anayasa Mahkemesine taşınmasıyla mahkemenin vermiş olduğu kararlar bu tartışmaların dozunu artırmıştır…
Parti kapatma davalarında en önemli çifte standart Refah Partisinin kapatıldığı zamanlarda gündeme gelmiş ama her nedense üzerinde durulmayarak basın meseleyi görmezden gelmiştir.
Bu görmezden gelinen mesele RP`ne karşı dava açarak partinin kapatılmasında önemli rol oynayan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş`ın bir tv programında itiraf ettiği bir meseledir ve konu Bülent Ecevit`in Genel Başkanlığını yaptığı DSP ile ilgili bir davadır.
DSP İÇİN NEDEN KAPATMA DAVASI AÇILMADI?
Parti kapatma davalarının gündemini oluşturduğu bu programda DSP`nin kapatılmasına apaçık delil teşkil eden bir meselede Vural Savaş dava açmak yerine konuyu görmezden geldiğini itiraf etmiştir…
Neden dava açmadığı sorulduğunda ise Bülent Ecevit`in genel başkanlığını yaptığı bir partiye dava açmanın şık olmayacağı gibi tuhaf bir gerekçeyle meseleyi geçiştirmiş, işin ilginç tarafı gerek program sunucuları gerekse konuya müdahil olabilecek kesimler olayın üzerine gitmekten imtina etmişlerdir…
Bunun yanı sıra Anayasa Mahkemesine özellikle muhalefeti temsil eden sol partilerden taşınan birçok davada mahkemenin vermiş olduğu kararlar yine adaleti yaralayan kararlar olarak mahkemenin tarihine damga vurmuştur…
Özellikle Ak Parti iktidarında mahkemeye rekor denilebilecek sayıda TBMM`de kanun haline gelen yasaların iptali için muhalefetin yaptığı iptal başvurularının hemen hemen hepsi mahkeme tarafından kabul edilerek yasama faaliyetleri önemli ölçüde sekteye uğramıştır…
Bu meselede mahkemenin bir önceki başkanı ve dönemin cumhurbaşkanının da önemli rolü olduğu unutulmamalıdır…
Bundan başka mahkemenin önüne gelen davalarda sürekli olarak iptal kararlarının çıkması gelen davalara bir önyargı ile mi yaklaşılıyor ve anayasaya uygunluğu hiç incelenmeden karar mı veriliyor şeklinde soruların oluşmasına yol açtığı da tartışılmaktadır…
Açılan bu davaların sonucu TBMM`nin adeta çift dikiş çalışması ve bir çok konuyu ötelemek zorunda kalması maddi ve manevi külfetin artmasından başka bir şey getirmemiştir…
Kurumlar adeta yoğun bir mesai içinde olmasına rağmen iş gücü ve üretimi bakımından yerinde saymış ve bir kısır döngünün içinde kalakalmıştır…
Böyle olunca da mahkeme kamuoyunda verdiği kararlarla bir ülkenin hayati meselelerinde engel vazifesi gören bir baraj gibi algılanmış ve birçok kesimin tepkisini çekmiştir…
Günümüze gelecek olursak mahkemenin önüne gelen en ciddi meselelerden birisi TBMM`nin iradesine ciddi anlamda ipotek koyan 367 meselesidir…
Alınan karar bir hukuk garabeti olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır…
Sonrasında benzer bir konuda vermiş olduğu lehte bir karar bir geri adım gibi akılları karıştırmıştır…
Ak Parti hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açtığı dava ile bundan önce ana muhalefet partisi CHP`nin DSP ile birlikte mahkemeye başvurması sonucunda açılan başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliğinin iptali istemli dava sonuçları bakımından tartışmayı daha da alevlendirmiştir…
Anayasa değişikliğinin iptaline gerekçe `9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası`nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun`un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa`nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir.` açıklamasıdır…
Söz konusu gerekçeler Devletin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri, değiştirilmeyecek hükümler ve görev ve yetkileri içermektedir…
Bu gerekçe sıkıntıyı artıran en önemli dayanak olarak ifade edilebilir…
Zira işin aslına bakılırsa tuhaf bir zorlamanın olduğu açıktır…
Kurdun kuzuyu yemeyi kafasına koyması ile suyu bulandırıyorsun demesi misali…
Adalet ve Kalkınma Partisinin hakkında açılan kapatma davasının sonucunda alınan karara gelince; her ne kadar parti kapatılmamışsa da mahkeme üyelerinin oylama sonucu oluşan oy dağılımı ve ortaya çıkan karar gerekçe açıklanmamış olsa da yeni bir tartışmaya beraberinde getirmiştir…
Zira kapatmaya esas teşkil eden 7 oy çıkmamış ama hazine yardımının kesilmesine dayanak teşkil eden rekor bir kanaat oluşmuş ve 6 artı 4 oy ile yukarıda ifade ettiğimiz gibi yeni bir tartışmanın kapısı aralanmıştır…
Kapatma davasına esas olan gerekçe malum laikliğe karşı odak meselesi idi…
Şimdi söz konusu karar sonucu odak mı değil mi odaksa ölçüsü ne, odak değilse ölçüsü ne?…
Mahkeme ilginç bir kararın daha altına imza atmış ve kesin bir karar yerine yoruma açık bir kararsızlığı karar haline getirmiştir…
Alınan karar kamuoyunda da tartışıldığı gibi hiçbir şeye benzememektedir…
Sonuç olarak ADALET yerini bulmakta güçlük çekmeye devam etmektedir…
Bu gidişle bir elinde terazi bir elinde kılıç olan gözü bağlı genç kız kaybolan adaleti elleri de dolu iken, üstelik gözleri de kapalı bulmakta güçlük çekecektir…
Sahi bu kızın ellerinde terazi ve kılıç varken gözlerini neden bağlamışlardı???
mehmetnatik1@gmail.com
www.cafesiyaset.com Kaynak:Cafe Siyaset
|
8.04.2010
Mızrak Çuvala sığmıyor... Ya da Adalet Gözü Bağlı Kızın Adı mı?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder