30.04.2010

Sami Selçuk Bey ve Bidon Kafanın Mucidi; Lütfen

Lütfen!!!

Bu kelime çok güzel bir kelimedir...

Nezaket ifadesidir...

Beyefendi tabir edilen insanlar birinden bir talepte bulunurken lütfen demeyi hiç ihmal etmezler...

Çünkü bu kelime aynı zamanda bir gönül almayı da içerir...

İngilizler bunu yaygınlaştırmışlar...

Hemen hemen her talep içeren her cümlenin sonunda lütfen demeyi ihmal etmiyorlar...

Öyle ki lütfen kullanılmayan bir istek ifadesinde bazen kabaca lütfen demediniz diye hatırlatmayı ihmal etmiyor ve bu kelimeyi duymadan harekete geçmiyorlar...

Bu nedenle karşınızdaki şahsa derdinizi anlatırken bu kelimeyi de kullanırsanız taştan kalbleri bile yumuşatmayı başarırsınız...

Bu kelime bizde de kullanılır ve değişik versiyonları da vardır...

Rica etsem, rica ediyorum, mümkünse ve daha başka versiyonlarla sorulu ve farklı şekillerde karşımıza çıkar...

Lütfen zaten asıl şekildir ve kullanımı bakidir...

Çok zor durumlar içinse yalvarma moduna girenlerin de kullandığı şekli vardır...

Lütfeeen diye uzatılarak karşıdaki kişi etkilenmeye çalışılır...

Burada duygulara hitap edilir...

Çocuklar ebeveynlerini etkilemek için bu moda çok girerler, başkaları da...

Yanlış olan ve nahoş bir durum karşısında da kullanılır...

Mesela bir dedikodu veya birini çekiştirme durumu söz konusu olduğunda ortamdan hoşlanmayan hatırı sayılır birisi etraftakileri uyarmak için sesinin tonuna hafif bir sertlik vererek "Beyler -duruma göre- bayanlar kendinizi çeki düzen verin lütttfen" derler...

Ya da "konuşmalarınıza dikkat edin lütttfen" derler...

Yani kısaca lütfen kelimesinin hayatımızda önemli bir yeri vardır...

Bugünlerde lütfen kelimesi iki yerde gözüme çarptı...
Hem de ne çarpma taş olsa gözüme zarar verebilirdi...

Birisi kendi deyimiyle "Bu satırları; 55 yıl hukukun içinde hukuk için çırpınmış; bir hukuk öğrencisi ve yargıç stajyeri iken 1955-1960 arası güçlü yürütmenin yargıçları, savcıları nasıl sağa sola savurduğunu, bunun acılarını, yıkımlarını dehşetle izlemiş; 41 yılını devletin, yargının, adaletin hizmetinde tüketmiş; yargı kararlarını ve uygulamayı bilimin ışığında konuşmalarında, yazılarında, karşı oylarında sürekli gücü yettiğince sorgulamış, eleştirmiş; yargısal yaşamını gerilerde bırakmış bir eski yargı insanı ve bugün üniversitede hukuksal bilgisini ve deneyimlerini öğrencileriyle paylaşan biri olarak kaleme alıyorum."

Cümlesiyle yazısına giriş yaparak ucundan kıyısından Deniz Baykalvari bir girişle en azından "Çağrım şudur: Parti kapatma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa Mahkemesi konularıyla ilgili üç önemli konuyu erteleyelim." cümlesinin ardına sığınarak aslında anayasa değişikliğine zımnen karşı çıkan hukuk adamı, sabık Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'a ait...
Bu yazıyı bu büyülü kelime ile sonlandırmıştı...

Lütfen...

Bir önceki yazımızda isteyen açar okur Star Gazetesinde ki yazısını demiştik ama biz yine de bir link atalım siz zahmet etmeyesiniz diye...

Bu hukuk adamı söz konusu yazısında "Anayasa yapmak ve değiştirmek, bilimsel bilinçle olur.

“Ben seni mat ederim” çocuksu yarışıyla olmaz." şeklinde kurduğu garip bir cümlenin ardına sığınarak direk olarak karşı çıkamadığı değişikliğe zımnen karşı çıkıyor... Zımnenin ne anlama geldiğini en iyi hukukçular bilir...

Üstelik TBMM'ni de istiskal ediyor...

Bu istiskali bilinçsiz yaptığına inanasım da gelmiyor...

Lafa gelince Meclisin İradesi...

Kime göre diye sormak lazım...

Aynı hukuk adamı bakın geçmişte ne söylemiş...

1999-2000 Adli yıl açılış konuşmasından:


"Devlet, `çok hukuk, az devlet` formülünün de ötesinde, hukukun üstünlüğünü yaşama geçirirse devleşmez, ama gerçekten devlet olur ve meşruluk katsayısı arttığından güçlenir."

"Özgürlüğü yerli yersiz sınırlayan bir hukuk ve devlet, insanı insan yapan temel öğeye, özgürlüğe ihanet etmiş bir hukuk ve devlettir."

"1982 Anayasası biçimsel meşruluktan yoksundur, geçersizdir."

"Türkiye, meşruluk debisi neredeyse sıfıra yaklaşmış bir anayasa ile yeni yüzyıla giremez, girmemelidir."

"Siyasete bulanmış ya da bulanma olasılığı bulunan, adaleti siyaset terazisinde tarttığı izlenimi uyandıran bir yargı, ne denli duyarlı olursa olsun kirli adalet salgılar."

"Devletimiz yasama organınca benimsenen ulus üstü hukuku bir türlü içine sindirememiş, yalnız kovboyu oynuyor."

"Türkiye, yasalarla, beyinleri ezilmeye, sesleri kısılmaya çalışanların ülkesi olarak 21. Yüzyıla girmemelidir."

"İçleri boşaltılmamış, sulandırılmamış evrensel kavramlarla düşünen ve üreten; dünyanın kıyısında köşesinde değil, odağında yer alan; tarihe maruz kalan değil, tarih yapan, çağın ruhuna denk düşen bir Türkiye istiyorum."

"Düşünceleri, inançları yasaklamayan, yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde, düşünce ve inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine kattığı halkına güvenen, yansız ve meşruluğunu hukuktan alan güçlü bir devlet istiyorum."

Kendinizi kandırıyorsunuz bari bizi kandırmayın Sami Bey....

Lütfen...

10 yıl önce neşter vurduğunuz yaraya bugün yeniden neşter atıyorlar, eksik olabilir ama bunu bir adım sayın...

İkinci lütfen ise bidon kafa dahil halkı aşağılayan bilumum yakıştırmaların mucidi, adı hürriyet olan ama Vay Şerefsiz manşetini atarak literatüre giren, Türkiye Türklerindir garip sloganıyla gizli ırkçılık yapan, hürriyetlerin sınırını evrensel kurallara göre değilde kendi mantığına göre şekillendiren, balık hafızasını kendine rehber edinmiş gazetenin yazarlığını yapan birine ait...

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/14574142.asp söz konusu linkteki yazısını Lütfen diye bitirmiş...

Alakasız iki konu Lütfen diye bitiyor...

Yani ortak noktaları lütfen...

İlk kullanan Sami Selçuk olduğuna göre besbelli alakasız olsa da kelimenin kullanıma girmesinin ilham kaynağı o...

Sana gelince; Bidon kafanın mucidi!!!

Sen şeytana bapucu ters giydirmiyor aksine düz giydiriyorsun...

Halkla dalga geçmeye devam et...

Lütfen...

Bakın gördünüz mü üçüncü Lütfen'ini de biz kullandık...

Lütfenli yazıların arkası gelsin artık...

Lütfennn...


8.04.2010

Mızrak Çuvala sığmıyor... Ya da Adalet Gözü Bağlı Kızın Adı mı?



MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Günümüzde cereyan eden olaylara bakarken ister istemez geçmişte yaşananlar da bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçmiyor değil...
Özellikle BALYOZ nam Harp Oyunu Semineri(!) dolayısıyla açılan dava ve ardı sıra gözaltılar ve tutuklamalar gırla giderken her türlü Ali Cengiz oyununu dahi aratacak oyunlar arasında boğulmadan yaşadığımıza şükrediyoruz...
Birinin ak dediğine kara bir diğerinin kara dediğine ak demek artık sıradanlaştı.

Mızrak Çuvala sığmıyor...

Şu hale bakın!!!???
Savcılar bir operasyon için düğmeye basıyor... Az uz da değil geniş çaplı...
14 ilde... Çoğu muvazzaf 80 küsür gözaltı talimatı var...
Harekete geçiliyor... bir de bakıyorsunuz Başsavcı ilgili savcıları o görevden el çektirmiş...
Yerine başkalarını görevlendirmiş...

Adına şok olma mı dersiniz?
Abandone olma hali mi dersiniz?
Sadme hali mi dersiniz?
Aman canım ne derseniz deyin...
Sonuç tam bir çeşni...

Şimdi ayıklayın pirincin taşını...
Başsavcı ile ilgili ortaya saçılan iddiaların bini bir para...

Eskisi gibi de değil ki mubarek...

Hiçbir şey gizli kalmıyor...
Mısır'daki sağır sultan bile duydu sözü artık demode oldu...
Başdöndürücü bir hızla gizlenmeye çalışılan veya yapılan, yaptırılan bir hata yanlış kısaca her şey iyiniyetli veya kötü niyetli ortalık yere saçılıveriyor...

Hele ard niyetli hazırlanan bir takım komplolar, oyunlar, bizans oyunları öyle ya da böyle mutlaka gün yüzüne çıkıyor...

Oyunun bir parçası olanlar istedikleri kadar inkar etsinler; inkar ettikleri gerçekler belgeleriyle sahaya sürülüyor...

Birisi de çıkıp da her şey bu kadar orta yerde aleni olarak açık hale gelmişken açık yüreklilikle evet bunları biz yaptık, ben yaptım diyemiyor...

Bu yüreğe sahip olmayanların geçmişte bu millet üzerinde oynadığı oyunlar var...

Dinime dahleden bari müselman olsa demişler ya...

O gün kapalı kapılar ardında seminer düzenleyenler ve milletin emaneti üzerinden her türlü imkanı kullanarak kahraman edasıyla orta yer de boy gösterenler bugün yaptıklarının arkasında duramayarak hastane köşelerinde köşe kapmaca oynuyorlar...

O günlerden bugünlere kendinizden bu kadar mı emindiniz de hastane köşelerini mesken edeceğinizin de hesabını yapamadınız?...

Halbuki bu işi bilen bilir ve kadim gelenektir...

Sizin yaptığınız türden bir işe soyunanların geçmişte hep iki gömleği olmuştur... Bilmem söylemeye gerek var mı gömlek cinslerini...

Örnek vererek geçelim isterseniz...

Birisini 27 Mayısçılardan başlayarak 12 Martçılar, 12 Eylülcüler 28 Şubatçılar giydi...

Diğerini ise 27 Mayıs sonrası tasfiye ettikleri bir ton general -ki aralarında o dönemin genelkurmay Başkanı Şükrü Erdelhun da vardı ve çok trajik bir durumdur onun ki- Talat Aydemir ve arkadaşı, 9 Martçılar giydi...

E-Muhtıracılar ise iki arada bir derede kaldı...

Neden??? Çünkü kırılma noktasıdır da ondan...

İki gömleğim var sözünü siyasilerden duyardık biz...


Turgut Özal'dan geçmişte işitmişliğimiz var...

Bir de şimdinin Başbakanı Tayyip Bey bu sözü telaffuz etti geçmişte...

E- Muhtıra sonrası iki gömleğin hangisini giyerek cevap verildiğini görmüş olduk...

Bugün mahkeme kapılarına gelmek zorunda kalıpta cezaevlerini veya hastane odalarını mesken tutanlar anlaşılan kendilerinden o kadar eminlermiş ki ikinci gömleği hiç hesaba katmamışlar...

Birinci sınıfa dahil olanların başarı oranı yüksek olunca zahir kendilerini o sınıfa dahil etmişler ama devir o devirler değil ki...

Dünya 1960'lı yılların, 1970'li yılların, 1980'li yılların havasını solumuyor...

1994 yılından beridir artık hiç bir şey gizli kalmıyor...

Silahsız Ekonomik Kuvvetler

Tamam geçmişte 28 Şubat sürecinde olduğu gibi "Bu defa işi Silahsız Kuvvetler yapsın" diye bir mevkuteye manşet de atıldı ama sonrası gelişmeler o dönemde yaşananlarda Silahlı Kuvvetlerin içinde bir takım silahlı bürokratın Silahsız Ekonomik Kuvvetlerin oyununun bir parçası olduğu anlaşıldı...
O süreçte başı çeken ve adı aleni olarak ifşa edilen silahlı bürokratların sonra ne hale geldikleri herkesin malumu...

Bugün mahkeme kapılarına getirilenler o gün yok muydu??
Elbette varlardı...

Ama o günün şartlarında daha geri planda idiler zahir...
Malumunuz mahkeme kadıya mülk değil makamlar sürekli aynı şahıslar tarafında işgal edilemez...

İhtilalin kudretli albaylarına ve sonraki süreçte 12 Mart ve 12 Eylül sürecine dahil olunanlara verilen makamlar dahi sonuçta gün geldi miadını doldurdu...

Bir Kenan Evren kaldı netekim...

Şimdi anayasa değişikliği çalışmalarında onlarla ilgili geçici 15. maddeyi kaldırmak için bile harekete geçildi...

Evet geri plan demiştik...
Ama darbecilik ve cuntacılık da bulaşıcı hastalık gibi virüs bir kere birilerine bulaşınca bünyesi zayıf olanlara habire bulaştırıyor...

Ey şanlı ve muzaffer ordu bu hastalık senin vücudunu ne zaman terk edecek diye soru soranların varlığından haberdar mısın???

Konuya dönelim...

Bugün kendilerini birinci sınıfa dahil görüp de ikinci sınıfta olduklarını yaşayarak öğrenenlerin hiç olmazsa Talat Aydemir ve Arkadaşı gibi tavır sergilemeleri beklenirdi...

Bu durum silahlı bürokrasi kanadı ile ilgili idi...

Bir de işin silahsız bürokrasi ve siyasi kanadı var ki içler acısı...
Medya kanadına gelince onların hali ortada çırpındıkça batıyorlar...

İşin bir de yargı bürokrasisi açısından içine düştüğü durum var ki buna ne söyleyeceğimizi şaşırdık...

Neresinden tutalım derken aklımıza gelen tekrar da olsa eskiden yargı bürokrasisi üzerine yazılmış olanları yeniden hatırlamak ve hatırlatmaktı...

Biz de öyle yaptık affınıza sığınarak...

Aşağıdaki makale 2008 yılının 8. ayının 4'ünde tarafımızdan yazılmıştı...


Adalet gözü bağlı kızın adı mı?
Devlet-i Osmaniye`nin tarih sahnesinden silinmesinin sebeplerini iyi araştırılacak olursa üç temel nedenin öncelikli olduğu görülecektir…
Bunlar adaletten ayrılma, geniş ve kontrol edilmesi zor topraklara sahip olma ve devlet eliyle israf…
Adaleti tesis etmede ve israfı önlemede başarılı olamadığı gibiTürkiye Cumhuriyeti elinde Osmanlı bakiyesiAnadolutopraklarında küllerinden yeniden doğunca devraldığı mirastan kalan küçük toprak parçasıyla yetinmek zorunda kalmasına rağmen bu toprakları yeniden kontrol edilebilir de kılamamıştır…
Her ne kadar reddi miras üzerine bir yapılanma ile hayatiyetini sürdürse de geçmişindeki bu bozuk sicil kendisini terk etmemiştir…
Bu üçleme bugün de ciddi bir biçimde can sıkıcı serüvenini devam ettirmektedir…
Bu üçlemenin ilk ayağı adalet meselesidir…
Adalet Mülkün temelidir özdeyişi mahkemelerde yargıçların arkasında fonu süslese de adaletten sapmalar ve doğru kararların altına imza atmalar sağlıklı bir seyir izleyememiş, ayrıca en basit meselelerde dahi uzun yargı süreçleri baş göstermiş ve sonu gelmeyen duruşmalara şahit olunan ve uzun yıllar sonuç alınamayan davaların önü alınamamıştır…
Anadolu`nun birçok yerinde özellikle arazi davalarında neredeyse bir nesil çözümsüzlüğün hâkim olduğu davalar vardır…
Bunların yanı sıra birçok meselede kişiye özel muamele anlayışını geliştiren dava seyirleri kamuoyunun gündemini oluşturmuştur…
Dünyayı sarsan Lockheed Skandalı başka ülkelerde cesur bir şekilde soruşturulurken bizde nedense olayın üzerine gidilememiş ve adalet mekanizması ciddi yara almıştır…
Adalet mekanizmasının sağlıklı işlememesi zaman aşımı kavramını güçlendirmiş ve birçok meselede yargı önüne çıkarılan davalarda bu kavram öncelikli yer edinmiş ve bir çok dava izahı zor süreçlerden geçerek zaman aşımı nedeniyle düşmüş ve suçlular yargılanamamış veya suçlananlar davalarda zaman aşımı nedeniyle yaptıklarıyla kalmışlardır…
Bütün bunların üstüne devletin en önemli adalet dağıtan kurumlarında birbirinin aynısı veya benzeri olan davalarda biribirinin tam zıddı kararların altına farklı veya aynı yargıçlar tarafından imza atılabilmiştir…
Bunun örneği Danıştay`da görülen davalar arşivinde mevcuttur.
Bu durum çeşitli basın organlarında çifte standart tabiriyle gündeme getirilmesine rağmen karar tashihine de gidilmemiş ve uygulama sonuçları görmezden gelinmiştir…
Bu yetmiyormuş gibi üst düzey yargıçların gündeme getirmesiyle literatüre cüzdanlar ile vicdanlar arasına sıkışma tabiri yerleşirken adalet mekanizması farklı bir yerden ciddi bir yara daha almıştır…
Asıl önemli yarayı ise yargıya takılan bir takım davalarda siyasiler müdahil oluyor denilerek yargı siyasallaştırılıyor kavramı ortaya atılmıştır…
Bu söylem her ne kadar masum bir ifade olarak karşımıza çıksa da söyleyenlerin kimliğine bakıldığında davalara rejimin bekçiliği ve savunuculuğu bahane edilerek taraflı bakmayı meslek edinmiş insanların ağzından çıkması hasebiyle söylem şüpheyle karşılanılacak bir zeminde tartışmaları beraberinde getirmiştir…
Adalet mekanizmasındaki sıkıntıları açığa çıkaran ve son on yıllara damgasını vuran asıl yaralar ise siyasi meselelerden ve siyasilerin yargılandığı davalardan sonra oluşmuştur…
Burada en önemli rolü ise 1961 Anayasası ile oluşturulan ve varlığı ve icraatları özellikle son zamanlarda sürekli tartışılanAnayasa Mahkemesi oynamıştır…
Parti kapatma davalarının ve TBMM`de kabul edilen kanunların Anayasa Mahkemesine taşınmasıyla mahkemenin vermiş olduğu kararlar bu tartışmaların dozunu artırmıştır…
Parti kapatma davalarında en önemli çifte standart Refah Partisinin kapatıldığı zamanlarda gündeme gelmiş ama her nedense üzerinde durulmayarak basın meseleyi görmezden gelmiştir.
Bu görmezden gelinen mesele RP`ne karşı dava açarak partinin kapatılmasında önemli rol oynayan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş`ın bir tv programında itiraf ettiği bir meseledir ve konu Bülent Ecevit`in Genel Başkanlığını yaptığı DSP ile ilgili bir davadır.
DSP İÇİN NEDEN KAPATMA DAVASI AÇILMADI?
Parti kapatma davalarının gündemini oluşturduğu bu programda DSP`nin kapatılmasına apaçık delil teşkil eden bir meselede Vural Savaş dava açmak yerine konuyu görmezden geldiğini itiraf etmiştir…
Neden dava açmadığı sorulduğunda ise Bülent Ecevit`in genel başkanlığını yaptığı bir partiye dava açmanın şık olmayacağı gibi tuhaf bir gerekçeyle meseleyi geçiştirmiş, işin ilginç tarafı gerek program sunucuları gerekse konuya müdahil olabilecek kesimler olayın üzerine gitmekten imtina etmişlerdir…
Bunun yanı sıra Anayasa Mahkemesine özellikle muhalefeti temsil eden sol partilerden taşınan birçok davada mahkemenin vermiş olduğu kararlar yine adaleti yaralayan kararlar olarak mahkemenin tarihine damga vurmuştur…
Özellikle Ak Parti iktidarında mahkemeye rekor denilebilecek sayıda TBMM`de kanun haline gelen yasaların iptali için muhalefetin yaptığı iptal başvurularının hemen hemen hepsi mahkeme tarafından kabul edilerek yasama faaliyetleri önemli ölçüde sekteye uğramıştır…
Bu meselede mahkemenin bir önceki başkanı ve dönemin cumhurbaşkanının da önemli rolü olduğu unutulmamalıdır…
Bundan başka mahkemenin önüne gelen davalarda sürekli olarak iptal kararlarının çıkması gelen davalara bir önyargı ile mi yaklaşılıyor ve anayasaya uygunluğu hiç incelenmeden karar mı veriliyor şeklinde soruların oluşmasına yol açtığı da tartışılmaktadır…
Açılan bu davaların sonucu TBMM`nin adeta çift dikiş çalışması ve bir çok konuyu ötelemek zorunda kalması maddi ve manevi külfetin artmasından başka bir şey getirmemiştir…
Kurumlar adeta yoğun bir mesai içinde olmasına rağmen iş gücü ve üretimi bakımından yerinde saymış ve bir kısır döngünün içinde kalakalmıştır…
Böyle olunca da mahkeme kamuoyunda verdiği kararlarla bir ülkenin hayati meselelerinde engel vazifesi gören bir baraj gibi algılanmış ve birçok kesimin tepkisini çekmiştir…
Günümüze gelecek olursak mahkemenin önüne gelen en ciddi meselelerden birisi TBMM`nin iradesine ciddi anlamda ipotek koyan 367 meselesidir…
Alınan karar bir hukuk garabeti olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır…
Sonrasında benzer bir konuda vermiş olduğu lehte bir karar bir geri adım gibi akılları karıştırmıştır…
Ak Parti hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açtığı dava ile bundan önce ana muhalefet partisi CHP`nin DSP ile birlikte mahkemeye başvurması sonucunda açılan başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliğinin iptali istemli dava sonuçları bakımından tartışmayı daha da alevlendirmiştir…
Anayasa değişikliğinin iptaline gerekçe `9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası`nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun`un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa`nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir.` açıklamasıdır…
Söz konusu gerekçeler Devletin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri, değiştirilmeyecek hükümler ve görev ve yetkileri içermektedir…
Bu gerekçe sıkıntıyı artıran en önemli dayanak olarak ifade edilebilir…
Zira işin aslına bakılırsa tuhaf bir zorlamanın olduğu açıktır…
Kurdun kuzuyu yemeyi kafasına koyması ile suyu bulandırıyorsun demesi misali…
Adalet ve Kalkınma Partisinin hakkında açılan kapatma davasının sonucunda alınan karara gelince; her ne kadar parti kapatılmamışsa da mahkeme üyelerinin oylama sonucu oluşan oy dağılımı ve ortaya çıkan karar gerekçe açıklanmamış olsa da yeni bir tartışmaya beraberinde getirmiştir…
Zira kapatmaya esas teşkil eden 7 oy çıkmamış ama hazine yardımının kesilmesine dayanak teşkil eden rekor bir kanaat oluşmuş ve 6 artı 4 oy ile yukarıda ifade ettiğimiz gibi yeni bir tartışmanın kapısı aralanmıştır…
Kapatma davasına esas olan gerekçe malum laikliğe karşı odak meselesi idi…
Şimdi söz konusu karar sonucu odak mı değil mi odaksa ölçüsü ne, odak değilse ölçüsü ne?…
Mahkeme ilginç bir kararın daha altına imza atmış ve kesin bir karar yerine yoruma açık bir kararsızlığı karar haline getirmiştir…
Alınan karar kamuoyunda da tartışıldığı gibi hiçbir şeye benzememektedir…
Sonuç olarak ADALET yerini bulmakta güçlük çekmeye devam etmektedir…
Bu gidişle bir elinde terazi bir elinde kılıç olan gözü bağlı genç kız kaybolan adaleti elleri de dolu iken, üstelik gözleri de kapalı bulmakta güçlük çekecektir…
Sahi bu kızın ellerinde terazi ve kılıç varken gözlerini neden bağlamışlardı???
mehmetnatik1@gmail.com
www.cafesiyaset.com Kaynak:Cafe Siyaset

7.04.2010

Ne Olacak Bu Memleketin Hali???


MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

Bir basın Savcısının deyimiyle canına okunan mevkutelerin sayfalarına taşınan Ergenekon nam soruşturma çerçevesinde gözaltına alınarak tutuklanan ama tutukluluk halini hastane odalarında bir yıla yakın süredir geçirmeyi başaran Prof. Mehmet Haberal'ın mahkeme tarafından en nihayet sorgusuna başlandı...

Dünyada eşi ve benzeri az rastlanan olaylara şahit olmak artık bizim için kanıksanacak bir durum olmadığı için gözaltına alındığında gayet sağlıklı olan Sevgili dünyaca ünlü doktorumuz alanı dışında organize işlere adı karıştığı için savcılara tarafından tutuklama talebiyle mahkemeye sevkedilince hastalanıvermiş ve o gün bugündür günlerini kendi deyimiyle hiç çıkmadan bir hastane odasında geçirmeye başlamıştı.

Polislerin arasında gözaltına alındığı ilk gün kameralara bakıp el sallayışını hatırlıyorum da ne sağlıklı günlerdi o günler...

Üniversite çalışanlarının etrafında kurduğu sevgi halesi arasında güle oynaya gitmişti sorguya...

Ne oldu ise işte ondan sonra oldu ve geldik bugünlere...

İddianame hazırlandı mahkeme safahatı başladı, yargılama başladı sanık sıfatıyla adı geçenler mahkeme sürecinde hakim karşısında savunmalarını yapmaya başladı ama bir türlü kendisine yöneltilen suçlamalara yönelik olarak Sayın Haberal'ın savunması alınamadı...

Sonunda yöntem bulundu ve video konferans yoluyla şu anda çapraz sorguda savunmasını yapıyor...

Mevkutelere ve İnternet ortamına düşen haberlere göre kendisine hakim tarafından yöneltilen sorulara zaman zaman sinirlenerek tepki gösteriyormuş...


Ben, Hipokrat yemini etmiş biriyim


Müteveffa Başbakan Bülent Ecevit'in sağlığı ile ilgili sorulan soruya kızmış mesela...

“Karın ağrısı ve birkaç şikâyeti vardı ama bunları anlatamam. cevabını vermiş.


Hamsi Kokteylinde buluşurduk.


Tutuksuz sanıklardan Erdal Şener’i tanıyıp tanımadığı sorulduğunda da, Şener’i Genelkurmay Başkanlığı Hukuk Müşaviri olduğu dönemden tanıdığını anlatarak, “Erdal bey çeşitli yemeklerde karşılaştığım biridir. Ben Rizeliyim çocukluğumdan beri hamsiyi çok severim ve hamsiyi iyi bilirim. Gölbaşı’ndaki Patalya Oteli’nde her sene hamsi kokteyli düzenlerdim. Bu toplantıya bütün dostlarım katılırdı. Şener’le de o vesileyle karşılaştım” demiş.

http://www.beyazgazete.com/haber/2010/04/07/haberal-kursun-yesem-daha-az-etkili-olurdu.html

Üstteki linkte hakimin sorduğu sorulara verdiği cevapların çoğu mevcut...

Buradan ne dediği hakkında bir bilgi sahibi olunabilir...

İlginç ayrıntıları ihtiva eden o kadar çok ilginç bağlantılar var ki çarşaf çarşaf... İstemediğin kadar...

Üstelik her sorunun bir cevabı da var... Evlere şenlik...


Bu sorular ülkeme yakışmıyor


Hakim'in, "Milli Egemenlik Hareketi"nden sonra oluşturulan "Eşgüdüm Komitesi"nin amacına yönelik sorusu üzerine Haberal, şöyle demiş: 

"Bu sorular çok enteresan. Bunlar bana sorulurken düşünüyorum, ülkem demokratik hukuk devleti mi yoksa başka bir şey mi... Bu, Anayasa'da hakkımız olan bir şeydir. Ben burada terör örgütü kurmak, hükümeti yıkmakla suçlanıyorum. Bu suçlamalar yerine bana kurşun atılsa daha az etki yapar. Bu bahsettiğiniz şey bir organizasyondur. Buradaki amaç, ülkemize hizmettir, bir siyasi oluşum kurabilmektir. Burada bir yönetim bir de komite kurulmuştur 18 Ocak 2008'de. Bir siyasi oluşum kurmak Anayasa'ya aykırı mı? O zaman bugünkü Hükümet de Patalya Oteli'ndeki toplantılarla aynı suçu işledi. Bu sorular ülkeme yakışmıyor. Haberal, organ naklini Türkiye'de başlatıyor, dünyayı Türkiye'nin ayağına getiriyor, hastane açıyor, ünivesite kuruyor. Benim suçum bunlar mı?" 

Verilen cevaplar gerçekten enteresan ve garip bir biçimde "Bu sorular ülkeme yakışmıyor" derken sanki ülke suçlanıyor...

Üstelik Hakim'in "Amacımız, anayasal haklarını sorgulamak değil, iddialara açıklık getirmektir"demesine rağmen "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bu sorulardan rahatsız oluyorum" diye teyiden verdiği cevap bunu açığa çıkarıyor...

Bu sorgulama esnasında benim dikkatimi celbeden en ilginç cevap şu Diyalog Grubu toplantılarında yaptıkları faaliyet ve çalışmalar hakkında verdiği cevap oldu...

Diyalog Grubu

Sayın Haberal, Kâmran İnan’ı, politikaya atıldıktan sonra ismen bildiğini ancak kendisiyle daha sonra ‘Diyalog Grubu’nu kurmaya çalışırken tanıştığını, toplantılarda Türkiye’ye daha iyi hizmet etmenin yollarını tartıştıklarını ifade etmiş...

Şimdi doğruya doğru...

Bizim ülkede sıradan insanların dahi bir araya geldiklerinde ülkeye nasıl daha iyi hizmet edilmesi hususunda bir kaç kelam etmediğini kimse iddia edemez...

Bizim halkımız evine ekmek götürmekte zorlansa dahi etrafında olan bitenlere baktığında hele hele bir kaç kişiyle bir kahve köşesinde, ya da bir evde misafirlikte veya aklınıza neresi gelirse dernek, vakıf kısaca çatısı olan ya da olmayan her yer de sohbette laf söz dönüp dolaşıp ülke ve Türkiye meselelerine gelince derin derin iç çekip "Ne olacak bu memleketin hali" deyip ülke meselelerini tartışmaya başlarlar...

Kimileri de biraz titr biraz makam biraz sahiplenme ve sair başka başka saiklerle her meslekten dayanışma ruhu ile bir araya gelirler ve ne olacak memleketin halinden bir adım öteye gider ve memleketi kurtarmaya kalkışırlar...

Millet memleketi kurtarmaya kalkışanlardan bizar oldu ama milletten onlara ne???

Önemli olan memleket...

Dedik ya ilklerin ülkesiyiz diye...

Yeni bir ilk olarak Darbe ve sair meseleler çetecilik meseleleri mahkeme salonlarına ciddi ciddi taşınmaya başlayınca hal başka bir hal oldu...

Eskiden kulp takılıp sürünenler vardı... Ama bu Ergenekon nam Dava süreci işin rengini değiştirdi...

Kulp takanların sanki oyunları açık veriyor...

Evet o değilmiş gibi davranmayıp da neden böyle bir mahkeme safahatında bulunduğunu sorgulasa Sayın Haberal ve kendisi gibi ülkeyi kurtarmaya kalkışanlar daha iyi olmaz mıydı???

Ülkem demokratik hukuk devleti mi yoksa başka bir şey mi?

Sayın Haberal hakime böyle sormuş!!!

Bize anlı şanlı çevreler hep derler Demokratik Hukuk Devletiyiz diye...

Üstelik Anayasada da yazar bu ifade...

Ülkem Demokratik Hukuk Devleti değil mi yoksa?

Şunun için soruyorum...

Bu ülke hukuk dışına kaymalara çok şahit olmuştur...

Devlet bazen rutinin dışına kayar sözünün en üst düzey makamlardan şahidiyiz...

Binlerce faili meçhul madalya gibi boyunlarda asılıdır...

Mehmet Barlas'ın aşağıda alıntıladığımız yazısının bir bölümü ile ironi yaptığı ülkeyiz biz...

Adalet ve mülk

"Tarihten bugüne "Adalet mülkün temelidir" söylemi benimsenmiştir böyle toplumlarda.

Ama sadece devlet-birey ihtilaflarında değil, mülkiyet hakkını delen kamulaştırma davalarında da insanlar "Nasıl olsa sonunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidebileceğiz" diyerek yola çıkarlar.

Gelişmekte olan ülkenin siyasetçileri de idarecileri de "Ancak" kelimesini hemen her söylemlerine yerleştirirler.

Örneğin "Bu ülkede azınlıklar da çoğunlukla aynı haklara sahiptir" dedikten sonra "Ancak mütekabiliyet meselesi unutulmamalı" eklemesini seslendirmeyi hiç unutmazlar.

Gelişmiş ülkelerde siyasetin temel nedeni ülke gündemindeki sorunlara çözüm üretmektir.

Gelişmekte olan ülkelerde ise, sorunlar çözülmez ve kriz konuları halinde gelecek kuşakların gündemlerine aktarılır.

Böylece toplumlar yüzyıllık, yarım yüzyıllık, çeyrek yüzyıllık çözümsüz sorunlar üzerinde tartışarak kamplaşır.

19'uncu yüzyılın sonundaki siyasetin polemik konuları 21'inci yüzyılın ilk 10 yılını da sürükler.

Bu biz miyiz?

2'nci Dünya Savaşı öncesinin yurt ve dünya sorunlarına bakış açısı, 21'inci yüzyılın bakış açılarına aktarılır.

Bu söylediklerimizin tabii ki bizimle ilgisi yok.

Eski Demirperde'nin, komünistken şimdi AB üyesi olmuş bir ülkesi değiliz ki biz...

Çözümsüz bırakıp gelecek kuşaklara aktardığımız bir sorunumuz var mı ki?

Bu ülkede azınlık olmak, herhangi bir ayrımcılığa konu kılar mı insanları ve toplulukları? "Zorunlu göç, zorunlu mübadele, yirmi kura askerlik, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül olayları, 1964 ihraçları, 'Vatandaş Türkçe konuş' kampanyaları, vakıfların yağmalanması" benzeri olaylara rastlandı mı sanki burada?

Yargı yürütmenin yerine geçti mi hiç?"

Yoksa biz biz değil miyiz???
Biz demokratik hukuk devletiyiz...
Sözü nerden aldık nereye getirdik...
Bizimkisi de iş değil ama!!!

3.04.2010

Tecavüz ya da Haddi Aşmak


Tecavüz ya da Haddi Aşmak

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

mehmetnatik1@gmail.com

Sadesuyatirit niyetine...

Bugün eskilerin anlattığı ve adalet mecrasından saptığında her dem tazeliğini koruyan bir darbı meseli gündeme alalım...

Hoşgörünüze sığınıyoruz...

Adaleti sağlamak için çırpınanları, sosyal statülerine bakmaksızın kamu vicdanını yaralamaktan kaçınanları, hukukun üstünlüğünü savunanları,Adaletten yana taraf olanları, tanırım iyi çocuktur telkini altında kalmayanları, yargıyı siyasallaştırmayanları, falan mahkeme bizden sözüne göre hareket etmeyenleri, suç işleyenleri makam ve mevkilerine bakmaksızın hakim önüne çıkarmaktan kaçınmayanları, "Suç vasıflarının değişme ihtimalinin bulunmaması, bir kısım şüphelilerin savcılıkça mahkemeye sevk edilmeden doğrudan bırakılmaları, bir kısım şüphelilerin mahkemeye sevk edildikten sonra hakimlikçe serbest bırakılması, şüphelilerin tutuksuz yargılanmalarının yargının amacına ulaşmasına engel oluşturmaması ve kuvvetli suç şüphesi olgusunun bulunmaması." gibi garip gerekçeleri öne sürmeyenleri, objektif kriterleri göz ardı etmeyenleri, adamına göre muamele yapmayanları ve dahi bilumum hakkaniyet kriterlerini göz önünde bulundurarak karar verenleri tenzih ediyoruz...

Eski zamanlarda genç bir delikanlı yol kenarında oturmuş içinde bulunduğu ruh halinin kendisini sürüklediği duruma göre iç çekerek, hıçkırarak ve dahi hüngür hüngür ağlıyormuş...

Bu durum haliyle gelip geçenlerin dikkatini çekiyormuş...

Birisi dayanamayıp halini sormuş: Delikanlı nedir seni bu şekilde ağlatan???

Derdini ifade etmiş delikanlı: Anam tecavüze uğradı... Benim elimden bir şey gelmiyor ve çaresizlik beni kahrediyor demiş...

Halini soran "Kolayı var evladım Kadıya gidip derdini anlatıp tecavüz edenden şikayetçi olsana demiş...

Delikanlı kafasını kaldırıp adamın gözlerinin içine bakmış ve derin bir iç çekmiş...

Anama tecavüz eden şikayet et dediğin derdini anlat dediğin kadının ta kendisi demiş...

Ne kadar zor bir durum değil mi???

Adalet???

Kızım senin gözünü neden bağlamışlardı???

Terazi ile kılıcı eline neden tutuşturmuşlardı???

Seni neden beyaz bir örtü içinde resmediyorlar???

Beyaz çok çabuk kirlenir...

Senin elbisen sana onu giydirenler tarafından kirletilirse temizlemek kimin nasibi olur???

Kirlenmek kararmak demektir...

Kararırsan inandırıcılığın kalır mı???

İnandırıcılığına darbe vuranlar ne yapmaya çalışıyorlar bir fikrin var mı???

Yoksa sen kuşatıldın da haberin mi yok???