Lafı sözü hiç uzatmayalım.
Lafın ve sözün de bir haysiyeti var...
Bu haysiyete dokunmamak lazım...
Tayyib Bey bu ülkeye bir iyilik yapsa da gaf üstüne gaf yapan, sözünün nereye gittiğinin hesabını yapamayan, statükocu anlayışın dili zihnine mülkiye ve içişleri memurluğunun en köhne günlerinde kazınarak bu dille konuşan ve onu da beceremeyen, her konuştuğunda gerdanını kırmanın yanı sıra lafın ve sözün de belini kıran, ırkçı ve nefret kokan bir dili kullanmakta bir beis görmeyen, kendisine iltifat eden vatandaşa kaymakam baba tarzıyla hitap edip onu aşağılayan daha nice saymakla bitmeyecek potlarla eski bakan içişleri bürokrasisinden meslektaşı eski Aydın Mebusu sabık Kültür Bakanını bile aratan söylemlere sahip İçişlerine nezaret eden bakanını görevden alsa da millet de utançtan yerin dibine girmekten kurtulsa ve derin bir oh çekse...
Ak Partili yöneticiler bile artık zurnanın zırt dediği yere geldiler... En son beyanatıyla ilgili olarak baksanıza AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bile, ''Sayın İçişleri Bakanımız İdris Naim Şahin'in dün bir televizyon programında Uludere ile ilgili yaptığı açıklamaların önemli bir bölümüne katılmıyorum. Orada hayatını kaybeden insanlarla ilgili elde herhangi bir delil yokken onları PKK'nın figüranları olarak nitelendirmek doğru olmamıştır'' demek zorunda kaldı.
Daha başka söze gerek var mı???????
24.05.2012
16.05.2012
Bir Mayıııs, Bir Mayıs, mitçinin darbecinin bayramııı
13 MAYIS 2012 PAZAR
Sevan Nişanyan'dan
Bir de bu zaviyeden bakmak lazım diyor...
Neden olmasın??? Buyurun bakalım...
1 Mayıs 1977’yi izleyen ilk dönemde, hatırladığım kadarıyla, olayın niteliği konusunda bir tartışma yoktu. Komplo teorileri ilk kez ertesi senenin 1 Mayısında, Ecevit’e düzenlendiği rivayet edilen suikast nedeniyle gündeme geldi. Sular İdaresi üstünden ve Intercontinental Otelden ateş açan keskin nişancılar efsanesi 1980’lerin sonuna doğru itibar kazandı.
Son günlerde tazelenen bilgiler ışığında olayın gelişimi son derece basit görünüyor.
Bir kere keskin nişancı filan yok. Kalabalığın üstüne ateş etmek için keskin nişancı gerekmez. Ayrıca, linç edilen polis memuru ile kurşun yiyen iki üç kişi dışında ölenlerin hepsi izdihamda ezilerek ölmüşler. Sular İdaresi gibi mükemmel bir platformdan kalabalığa ateş edip üç tane bile tutturamamakiçin olağanüstü bir beceri gerekir. Meşhur fotoğrafta görünen tomsonlu kişilerin, olay olup bittikten sonra oraya çıkıp iş yapar gözükmeye çalışan (ya da çatışmadan kaçıp arazi olan) polisler olduğu, mükerrer tanık ifadeleriyle sabit.
Kazancı Yokuşunun ağzına park edilip çok sayıda insanın sıkışarak ölümüne neden olan kamyonetin DİSK’li bir sendikaya ait olduğu o zaman da ortaya çıkmıştı; otuz sene aradan sonra gene hatırlandı. Muhtemelen rakip sol grupların meydana girmesine karşı tedbiren oraya park edilmiş.
Kalabalığın üzerine beyaz Renault süren polislerin şeytani bir planın parçası olmadığı, arkadaşları linç edildikten sonra panik ve/veya öfke içinde öyle davrandığı, her iki taraftan çok sayıda tanık ifadesiyle doğrulandı. Kalabalığın üstüne sürülen panzerlerin ardında da yine polis beceriksizliği/ işgüzarlığı/ aptallığı hikâyesi var. Kontrolden çıkmış bir durum karşısında polis “bir şey” yapmak zorunda. Aptal komiserin biri, panik ve öfkeyle bir emir veriyor. Memur sürüsü, amirinden fırça yememek için emri yerine getirir gibi görünmeye çalışıyor. (“Lo Hamza, milletin üstüne mi sürecez şimdi panzeri?” “Sen bi tur at, komserim ateş püskürüyor.” "Bas gaza amk, devirir lan bunlar bizi." "Iıı, karı ölmüş lan." "Sür olum, durursan bizi de paralar allahsızlar.")
Olayların, meydana girmeye çalışan Halkın Kurtuluşu grubundan bir veya birkaç kişinin havaya ateş etmesiyle başladığı konusunda herkes hemfikir. İlk bir veya birkaç el silah sesinin duyulmasından sonra meydanı ölüm sessizliği kaplıyor. Meydandaki “sol” grupların hepsi silahlı ve çatışmaya hazır bir ruh halinde. Kısa bir kararsızlıktan sonra herkes deli gibi havaya ateş etmeye başlıyor. Panik çıkıyor. Bir sürü insan ezilip ölüyor. Bir alaturka klasiği.
*
Bu olaydan beş yıl önce, aynı meydanda, Kültür Sarayı yangını hadisesine birinci elden tanık olmuştum. Hiç şüphem yok ki o seferinde de baş aktörler tedbirsizlik, cehalet ve suçu başkasına atıp kendini aklama güdüsü idi. O sefer devlet önce davranmış, suçu hayali bir sol komploya yüklemişti. İnsanlar tutuklandı, soytarı mahkemeleri kuruldu, sonunda bir şey çıkmadı.
*
Mitinge gelen silahlı grupların bir kısmı provokatör müydü? Oradaki o akıldışı çatışma ortamı TC veya diğer aktörler tarafından haince tasarlanıp uygulanmış bir planın ürünü müydü?
Mümkündür. Hatta muhtemeldir. Ama “solun” masumiyetini savunanlar bu argümanı sonuna kadar götürmeyi gerçekten ister mi, ondan emin değilim.
Kaç kişiydi acaba provokatör ajanlar? Yüz? Bin? Onbin?
Diyelim ki çok değildiler. Etkin önder kadrosundaki oranları neydi peki? O gün o grupları çatışma hırsıyla Taksim’e gitmeye azmettirenlerin kaçta kaçı ajandı? Yarısı? Hepsi?
Diyelim ki birtakım provokatör unsurlar taktik öncülüğü ele geçirdi. Taktiği belirlemeye gücü yetenlerin, stratejiyi ve hatta ideolojiyi de belirlemiş olmadığı ne malum?
“Biz masumduk, haberimiz yoktu,” diyecekler elbette, ama inandırıcı değil. Hemen her silahlı eylemin içinde polisin, MİT’in ve askerin adamlarının bulunduğu daha o zaman herkesin bildiği bir şeydi. Ama konuşulmazdı. Her fraksiyonun askeriye içinde “güvenilir” bağlantıları, Harp Okulunda “dost” hücreleri, silah temin eden “sağlam” adamları vardı. Ama bunlardan söz etmek caiz değildi. Benim tanık olduğum kadarıyla Bulgar büyükelçiliği sol fraksiyonlara şaşılacak kadar samimi bir ilgi ve dostluk gösterirdi. Ama sebebi sorulmaz, enternasyonalci dayanışmaya hamledilirdi.
Philip Agee’nin Inside the Company kitabı 1975’te çıkmıştı. Türkçeye hemen çevrilmiş miydi hatırlamıyorum; ama isteyen, Amerikan istihbaratının Ecuador ve Meksika’da komünist harekete karşı Maocu ve diğer “devrimci” grupları nasıl örgütleyip finanse ettiğine dair son derece ayrıntılı bilgiye ulaşabilir, Türkiye hakkında da gerekli sonuçları çıkarabilirdi.
Evet, bazıları saftı. Evet, bazıları saf olmasa bile inandığı bir dava uğruna şeytanla işbirliği yapmanın gereğine inanmıştı. Evet, bazıları bilerek ve isteyerek alet olmuş olsa da otuz sene sonra insanları affetmeyi bilmek gerekir. Kim bilebilir hangi çıkmazın, hangi korkunun ve hayalin sonucundao yola girdiklerini?
Ama otuz sene sonra hala aynı budalalıkta ısrar edenlere ne demeli, onu bilmiyorum.
*
Kenan Evren yargılansın diye tepinen solcular nasıl bir çelişkiden mustarip, farkında mısınız?
İki ihtimal var. Ya solcular masumdu. Vatan ve insanlık sevgisiyle eline silah almış idealist gençlerdi. Hayalleri uğruna memleketin zembereğini çıkardılar. O zaman, affınıza sığınarak söyleyeyim, Evren’in ciddi bir suçla itham edilebileceğini sanmıyorum. Adamın işi düzeni korumaktı; işini yaptı. Eline silah alıp zenginleri soymak veya anayasayla müesses rejimi devirmek hoş bir ideal olabilir; takdir de edersin kerataları. Ama askerin görevi bunu önlemektir. Esas onu yapmasa suç olurdu.
İkinci ihtimal, ki son zamanlarda tartışılmaz veri gibi kabul edilen odur, Evren ve şürekâsının iktidarı ele geçirmek amacıyla yıllar önceden memlekette sağ sol çatışmasını körüklemiş olmasıdır. 12 Eylülde çatışmalar bıçakla kesilmiş gibi kesilmedi mi? Demek ki darbe arifesine kadar kendileri manipüle etmiş olmalı. O çatışmalarda ölen yirmibin insanın kanı ellerindedir.
Eğer böyleyse Evren ve yardakçılarını en acımasız şekilde cezalandırmak gerekir, kabul. Ama onlarla beraber o komploda rol alan TÜM siyasi aktörlerin cezalandırılması gerekmez mi? Bilumum sol ve sosyalist örgüt sorumluları ve kanaat önderleri dahil?
*
Yanlış anlaşılmasın diye belirteyim, Evren ve şürekâsını yargılamak ve en sert şekilde cezalandırmak gereğine inanıyorum. Ama saçma sapan komplo kuşkularından ötürü değil, askerin kibrinin kırılması için. O kibir iyice kırılmadan memlekette medeni bir siyaset dili kurmak mümkün olmadığı için.
Ayrı mevzudur, başka zaman tartışırız.
Din ve Siyaset
Rahat rahat at koşturulabilen iki alan… Herkes bu konularda
laf söyler…
Genel olarak kimse bu iki hususta söz söylemekten çekinmez…
Mesela din konusunu özelde İslam konusunu ele alalım…
Öyle anlaşılıyor ki bu konuda konuşmaya devam edilecek…
Din konusunda konuşanlar kategorik olarak iki sınıftır…
Birinci kısma dahil olanlar haliyle dinin müntesiplerini bu
hususta bilgilendirmeye, eğitmeye ve öğretmeye yönelik faaliyet alanında yer
alanlardır… Bunlar dinin insan hayatında olmazsa olmazı üzerinden hareket
ederek insanları ibadat ve taat hususunda hassas ve daima uyanık olmaya ve dini
kaynaklarında belirtildiği vechile yaşamaya çağırırlar…
İşi bilenler öze hitap eder ve İslam’ın beş esası üzerine
insanları bilgilendirirler…
Bu da işin esasıdır zaten…
Hayat tarzıdır…
Bundan başka bir kesim daha vardır… Bunlarda sözün ölçüsü
endazesi her şeyi farklıdır…
Alanları o kadar geniştir ki her şeyi dillerine dolarlar…
Genel olarak dinle ve diyanetle pek alakaları, ilgileri
olmaz lakin bir kısmının ailelerinde geçmişlerinde muhakkak başörtülü ve dini
yaşan ninelere rastlanır…
Bunların kimisi Hıristiyanlıktaki gibi günah çıkarma
müessesesini İslam’da var olduğunu zannederek itiraflar eşliğinde bir nevi
günah çıkarır… Muazzeb ruhunu rahatlatır…
Bu tipler her camiada vardır ama genel olarak medya,
siyaset, sanat ve tiyatro camiasında daha çok boy gösterir… Yılmaz Erdoğan
misali… Bazı siyasi zevat misali…
Hoş!!! bu tür çıkışlar bazen gündem olmanın bir yolu gibi de
tezahür eder, reklamın iyisi kötüsü olmaz misali…
Kimileyin dini yaşayanlar aşağılanır… Sakız gibi çiğnenir…
Vesayet rejiminin yıllarca uygulaya geldiği bir yöntem
olarak zihinlerde yerini muhafaza eder…
Kimisi de dini din olarak yaşayanlara özel olarak siyaset
alanında faaliyet gösterenlere nizamat verir…
İcraatlarını eleştirirken dindarlıklarından dem vurur… Ahmet
Altan misali…
İktidardaki bir kısım siyasiler dini bütünlükleri ile
tebellür ettiği için eleştirilerde yumuşak karın ve belaltı vuruşların merkezi
dini yaşantıdır…
Bunlar bunu yaparken dinin ne kadar ulvi bir şey olduğunu da
belirtmekten geçemezler..
Ama ne hikmetse eleştiri ve itiraflarda bulunurken bu
güzellikleri örnek almayı da akıllarından geçirirler mi bilinmez…
El hasılı din en rahat kullanılan ve hakkında söz söylenen
alandır…
Bir kısım siyasiler bile dini karşı tarafı siyasete alet
ediyor ithamı veya icraatlarını eleştirirken “Sen nasıl Müslümansın?
Müslümanlıkta böyle bir şey var mı?” şeklinde uzayıp giden eleştirilerle
siyasete alet ederek kullanmakta bir beis görmezler…
Bugün iktidar partisinin muhaliflerince en çok
eleştirildikleri yanıdır bu durum…
Bir diğer konuya gelince siyaset de rahat at koşturulan
alandır…
Herkes her şeyi bilir…
Akıl verir, eleştirir, devlet kurar devlet yıkarlar…
Siyaset edenler siyasetin icabı zaten bu konuda konuşurlar
neden duruma ve sorumluluk alanına göre eli taşın altındadır…
Ama bunun yanı sıra kerameti kendinden menkul olanlar vardır
ki zaten atışın serbest olduğu alana da bunlar sahiptir…
Spor yazarları gibidirler…
Duruma ve eleştirdiği siyasetçinin anlayışına ve zihniyetine
göre peşin hükümlü olabilir…
Bu tipler her şeyi bilir…
Uzun lafın kısası!..
Din ve siyaset, ihtisas isteyen iki mühim mevzudur. Ama
maalesef ikisinde de herkes konuşur…
Etrafa iyi bakın durum ve ahval tam da böyle değil midir???
Siyaset edenler bile bu iki konuyu birbirine karıştırmaz
mı???
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)