31.12.2011

Hızlı Öfke Yavaş Akıl

Başlıkta ki ifade yabancı bir diziden alıntıdır ve bizde son zamanlarda bazı devlet ricaline bir kısım olaylara verdikleri tepki nedeniyle yakışmaktadır...

Halbuki devlet ricaline yakışan teennidir, yavaş öfke hızlı akıldır, serinkanlı davranıştır...

Sağduyunun kaybolduğunu en kolay sezen kesim ayağı çarıklı erkanı harp olan halktır...

Onlar entrika çevirmezler ama zamanı gelince alternatif de oluştururlar yönetici de değiştirirler...

Sabır onların yıllardır yediği acı meyvedir...

Sağduyunuzu kaybetmeyin efendiler...

Son zamanlarda ricali devlete hızlı öfke yavaş akıl hakim olmuş durumda...

Orkestrada çatlak sesin artışının yanı sıra aşırı tepkinin de akordu yükselmeye başladı...

Kurt puslu havayı sever malumunuz...

Lakin pusuya yatanlar sadece kurtlardan müteşekkil değil....

Malum fiillerin meçhul failleri sessiz şahitler

Yıllardır orta yeri yangınla bizar olan ülkeme yine ateş düştü.
Bu ülkenin doğusu ile batısı, kuzeyi güneyi otursun kendisine şu soruyu sorsun: Neydi günahımız?
Nedir bu başımızda esen felaket rüzgarları ve nereye kadar esecek?
Nerede hata yaptık?

Yanlış giden nedir?
Düzeltmek için ne yapmalıyız?
Bu saatten sonra halen ters giden şeyleri düzeltmek için birşeyler yapabilir miyiz?

Zira yıllardır öyle tohumlar ekilmiş ki toprağa, atılan veya attırılan yanlış bir adım ülkenin tamamını zelzele olmuş gibi sarsıyor...

Travma hali yakamızı bırakacak gibi gözükmüyor.

Malum fiillerin meçhul failleri sessiz şahitler olarak aramızda dolaşmaya ve yenilerini yetiştirmeye devam ettikçe kanayan yaralarımızdan kan akmaya devam edecektir...

Görülen o ki yanlış yapan ve yaptıranlar halen etkinliklerini sürdürüyorlar...



17.12.2011

Adalet Mülkün Temelidir


Adalet her işin başıdır... Ve de kanayan yaramızdır...

Gündem dışı hatırlatma yapalım ve nacizane bir alıntı ile Adaletin ne olduğuna bir vurgu yapalım dedik...

Zira günümüzde halen en çok eksikliği hissedilen ve yokluğu ve çiğnenmesi ile toplum vicdanında onulmaz yaralar açan bir husus olmaya devam ediyor

Nasihat-i İslamiyye isimli eserden okuyucularımıza faydalı olması temennisiyle



Adâlet mülkün temelidir, ihânetle yıkılır
Devlette her ikbâle ancak adâletle varılır

Beşerin her hayatı bu süzgeci adâletten
Âdil olmazsa ehl-i süzgeç, geçilmez felâketten

Beşerin emvâli, canı, her türlü gerçek hakları
Ayrılmaz bu kapıda, yaptıkça insan farkları

Öyle bir makinedir ki adâlet, onun kuvveti hak
Bu kuvvet kalkarsa aradan, kalmaz arada bir fark

O zaman âdileşir, olur hîleli bir maddeyi gıda
Zehirlenir hakk-ı cemiyyet, bakan olmaz feryâda

Böyle bir zulmün sesi yükseldikçe vatanda
Bundan yaşayan değil, bîzâr olur yatan da

Başlar her tefrika artık, menfaat alır meydânı
Mağdur olan beşerin çekilir var ise bir kanı

Aramaz artık şahâdette erbâbı nâmus ehlini
Hakkı teslim eder ona, kim uzatırsa elini

Hüküm nefsin elindedir, hak, adâlet ona tâbi
Hakkın arasa bir kişi, mücrim olur sâhibi

Freni kopmuş gibi gider cemiyyet uçuruma
Adâletsizliktir şüphesiz sokan bu fecî duruma

Kalkarsa böylece adâlet, yalancıya olur rağbet
Elbette bu gidişin sonu olsa gerektir nedâmet

Kalkarsa adâlet korkusu, kânun olamaz ona hâkim
Kânunu kılmak için hâkim olalım adâlette kâim

Girmezse yalancı bu tezgaha, çalışır adâlet fabrikası
Tesir etmez buna artık haksızların kasası

Şâhidlikte olmayasın haksızlarla berâber
Cürm-i vebâlin artar, bir günde îmânın gider

Hattâ nefsinde dahi olma haksızlığa mübtelâ
Mutlaka erişir sana, tasavvur edilmez belâ

Adâlet mülkün temeli ise, koruyucusu sensin şâhid
Bu öyle bir vazîfe ki, dine, îmâna müstenid

Her zulm-ü nifâkın ateşin söndürecek bil ki sensin
Etmezsen buna ihânet, kesersin her zulmün sesin

Olsa adâlet hâkim her işinde bu beşerin
Olmaz insanın zararı, hatta dağda gezen hayvanın

Merkezidir adâletin korkmak başta ALLAH'tan
Beklenir böyle hareket ancak din-i İslâm'dan

Demek ki hakikat şudur, dindir her temelin taşları
Gayrisine verme kıymet, boştur onların alkışları

İsteme başkasına aslâ nefsine istemediğini
İşte adâlet budur iste nefsine istediğini

Üstad Bekir Sıtkı'dan

16.12.2011

EVET Mİ, HAYIR MI?


"Sınıf Savaşı Evet, Millî Mücadele Hayır" 
i s m e t ö z e l 


Elinizdeki kitap tasarlanan dizinin beşinci kitabıdır. Düzgün bir cümle kurdum; lâkin kurmamış olsa idim daha iyi değil miydi? Eskiler bunun gibisine lâf-ı güzâf demişler. Meselâ, şu “Tasarlanan Dizi” lakırdısı da nereden çıktı? Tamam, bu sorunun cevabını biliyorum. Şuradan çıktı: Bu dizinin dizim dizim dizilmeye başlamasından önce benim yayınlanmış kitaplarımda yer bulmamış yazıların kitaplarıdır bunlar. Gazete yapraklarında mahpus kalmasın, meydana çıksın, tahliye olsun yazılarım diye başlatılan bir kitap dizisi bu. Önsöze neden bu saman tadında sözlerle başladım? Hepinizin bildiği ve hiçbirinizin üzerinde hiç kafa yormaya gerek duymayacağı bir şeyi size neden söyledim? Şundan: Önsözün bu ilk yavan cümlesinden sadece dizi programının neredeyse yarı yerine gelindiğini anlamanın yetmeyeceğini göstermek için. Türkiye öyle bir yere geldi ki, böyle bir yayın hiç yapılmasaydı nelerin değişeceğini düşünmeye başlamalıyız. Seneler boyu benim yazdıklarım anlaşılmadı desem, hakikati dile getirmiş olmam; hakikat şudur: Benim yazdıklarım, hiç okunmadı ve halihazırda da okunmamaktadır. İtiraz edeceksiniz ve “İşte okuyoruz ya!” diyeceksiniz. Hayır, okuduğunuz benim yazdığım değil. Ben “okunmamaktadır” yazıyorum, siz bunu “Okun Mamak tadır” okuyorsunuz. Ben yazdıklarımla bir vakitler herkesi iz'ana davet etmek istemiştim. Aynı davetin bugün de geçerli olduğunu anlamamız kaçınılmaz. Nelere razı olunup olunmadığı hususundaki dikkat uğranılan değişmenin ölçüsüdür. Varsa birkaç tane Türk, biz Türklerin hiç parlak bir durumda olmadığımızı görmek kaç kişiye nasip olur acaba? Kaldıysa birkaç ısrar ölümle yarışacak. Değişme ile elinizdeki kitap arasındaki bağı görmek ve modernlikle malûl her birimizi kader gibi kuşatan alelâdeliği fark etmek için, şu “dizi” kelimesine bir bakın yeter. “Ah! Que la vie est quotidienne!”

Değiştik, değişiyoruz. Evet, kolayca herşeyin en başından beri alelade bir akışa bırakıldığını söyleyebiliriz. Ah, evet; ben de herşeyin akış halinde olduğunu işitenler arasındayım. Nelerin değiştiğini, kimler eliyle değişim uygulandığını bilmek beni ömrümün fevkalâdeliği fikrine götürdü. Değişene rağmen değişmeyeni anlamış olmakla, attığım her adımdaki, aldığım her nefesteki fevkalâdeliği kavradım. Ömrümdeki fevkalâdelikten, başkalarının alelâdeliğini istihraç ettim. Herkes başından beri “sefalet” deyip kadeh kaldırıyordu. Herkes çoktan beri alelâdelikte bir isabet olduğu fikrini kabullenerek alelâdeleşmişti. Kadeh kaldıranlarla ben de kadeh kaldırdım. Babamdan kalma hafif bir sağırlığım var. Sanıyordum ki “asalet” diyerek kadeh kaldırıyorlar. Yani ben, hayatı kavrayış tarzımı onlara da teşmil etmiş ve kadeh kaldıranların fevkalâde bir tarafları olduğuna vehmetmiştim. Sırf bu sebepten insanların bütün sabahlarını merak ettim. Ben hep derin bir merak içinde kaldığım ve kaldığım yerin manzarası çok güzel olduğu için olduğum yerden hiç ayrılmadım. Yanımda bir Allah'ın kulu daha olup olmadığını da merak ettiğim için bir yerlere uzandım. İsmet Özel olarak benim, bir zamanlar Marksist, daha sonra Şeriatçı ve nihayet Türkçü olduğumu iddia eden ve bu iddilarını herkese duyurmak isteyenler var. Bunlar benim yanıma gelmeyi kendi felâketleri olarak görenlerdir. Yanımda hiç olmadılar, hiç olmayacaklar. Gayri-Müslim dünyanın “truism” hastalığı asırlar içinde hepsini ifsad etmiştir ve söylediklerinin, “İsmet Özel bir zamanlar çocuktu, daha sonra gençlik çağını yaşadı ve nihayet ihtiyarladı” demekle aynı kapıya çıktığını anlayamayacaklardır.

Var mıydı? Var olabilir miydi yancağızımda bir Türk daha? Suali müsbet cevaplandıralım ve var sayalım. Varsa, onunla ben “biz” olarak devam edelim.Bilinsin ki, bizim maksadımız asla bağcıyı dövmek değildi ve biz gerçekten üzüm yemek istiyorduk; ama aramızda yaşayan ve Türklükle ilişkisi hiç de müspet olmayan birileri, bağcıyı dövmedikçe üzüme el süremeyeceğimize bizi ikna etti. Onlar bizim kanaat önderlerimizdi. Bizler kanaat getirmişler olarak, bize mühlet olarak tanınan tüm zamanı ve elde bulundurduğumuz imkânın tamamını bağcı dövmeye ayırdık. Vakit öyle ilerledi ki, iştihamızla üzüm arasındaki irtibat koptu. Üzüm yemedik ve bağcıyı dövdüğümüzle kaldık. Cumhuriyet tarihimizin özeti bundan ibaret. Aklımız az da olsa başımıza geldiğinde, (biz Türklerin gidip gelen bir aklımız olduğunu itiraf edelim) hatamızı tamir etmek istedik. İşlediğimiz eğer bir maddî hata olsa idi tamirat çoktan bitmişti. Gelin görün ki, biz bir “tarihî hata” işlemiştik ve ne olacaksa olmuştu. Tarihî hataya “hata” demekle, onun aynı zamanda tamir edilemez hususiyetini zikretmiş oluyorduk. Halbuki, hata değil, cürüm bahis konusuydu. Tarihin, biz Türkler üzerindeki bütün ağırlığı tamir edilmemiş hatalara “tarih” demiş olmamızdan ibaretti. Üzerimizden tarihin ağır yükünü atabilmek için kaderimize gönüllüce dahil olmamız zarureti vardır.

Cürüm işlenmişti ve işlenmekte berdevam idi. Ben fevkalâde ömrümle hem suçun suç, hem de suçlunun suçlu olduğuna şahidim. Dost ve düşman kim varsa, onlar arasında çoğu, benim bu beyanı hevesle dile getirdiğimi sanabilir. Hayır, ben istiyor değildim “bir şeylere” şahit olmayı. Ben (1899 doğumlu bir babanın, 1902 doğumlu bir annenin oğlu olmam hasebiyle ve) kast-ı mahsusla şahit sandalyesine davet edildim. Beni, Alman Harbi'nin sonuncu yılında doğmuş olan beni, birileri kendi lehlerine yalancı şahitlik yaparım ümidi ile şahit sandalyesine davet etti. Neye şahit olduğum hususunda, yaygın yalanı değil de katışıksız doğruyu dile getirmiş olmam beni çağıranları, beni işe koşanları rahatsız etti. Koşulduğum işin hakkını verseydim ve doğru söylemek gibi bir takıntım olmasa idi, benim bir fikriyattan diğer bir fikriyata geçtiğim uydurması ortalıkta böyle fırıl fırıl dolaşmayacaktı. İşte böylesi bir şahitlik ifademe siz de şahit olasınız diye elinizde bulunan kitabın yer aldığı “dizi” yayınlanıyor. “Dizi”de benim maruzatım yok. Biline ki, eğer görüşten görüşe, kanaatten kanaate, ideologiden ideologiye, teoriden teoriye seyahat etmiş olsaydım ve eğer durulmaya değer sabit bir yerim, müracaatı mümkün, müracaata mümkün değişmez hissiyatım olmasaydı, “bir şeylere” asla şahit olamazdım. Ömrüm boyunca “zaviyemden” çıkmadım. Bugün ölürsem Allah bana zaviyemde ölmeyi nasip etsin diye dua ediyorum. Ben bu duamı da ömrüm boyunca değiştirmiş değilim: Ölürsem bir partizan gibi ölmeliyim.

Benim neye şahit olduğumu fark edebilmeniz demek benimle aynı mensubiyeti paylaşıyor olmanız demektir. Benimle aynı mensubiyeti paylaşmanız için ise bize mahsus ve dolayısıyla müşterek bir dilimiz olmalı. İcbar edildiğimiz dille ne ben şahitlik görevimi yerine getirebilirim, ne de bir başka kişi benim şahitliğimi tasdik edebilir.

Türkiye Cumhuriyeti bir bütün kâfirlerin ağızbirliği ederek iddia ettikleri üzere “ulus-devlet” değildir. Ya nedir? Türkiye Cumhuriyeti yeryüzünden bir siyasi teşkilât ve bir askeri güç olarak İslâm'ın silinmesine gayret edenlerin başarısızlığa uğramaları sebebiyle ortaya çıkmış bir muvazaa müessesesidir.Teessüs etmiş olan bu şey devletmiş gibi etki uyandırır. Şunu akla getirmelidir: Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcudiyeti İslâm düşmanı birilerinin bariz başarısızlığıyla tebellür etmiştir. O halde, başarılı olanlar kimlerdir ve nerededirler? Bu sorunun cevabını kimse kendini sansüre uğratmadan verememiştir. Sarih ve vazıh konuşamamanın sonucu olarak Türkiye'de toplum hayatının her veçhesi hususiyet arz eder. Sansür bunları ortaya çıkarmamıza, neyin hangi sebeple hususiyet arz ettiğini açıklamamıza engel olur. Manialar Türkiye'de yaşayanların böylesi hususiyetlere hassasiyet göstermeden yaşamalarına yaşamak dedirtir. Ahlaken iflâs etmiş biri değilseniz, hayatta kalmaya çabalayıp ömrünüzü tüketmekten başka yapacağınız yoktur. Neden Türkiye’de günü kurtarmak suretiyle yaşamaktan başka yol açılamamıştır? Çünkü Türkiye'de millet hayatının müstenit olduğu her şey tahrip edilmiştir. Buna mukabil millet düşmanlığı yüksek makamları işgal etmektedir. Neyi, kiminle konuşacaksınız? Hangi sular, hangi köprülerin altından aktı? Latince “sui generis” ibaresini “nev’i şahsına münhasır” şeklinde tercüme ederseniz, biraz kafanızı yormakla yerli yerince olmasa bile, yaklaşık bir anlam elinize geçer. Gelgeldim, “kendine özgü” sözü, gerçekte onu ağzına alanı hicve müstahak kıldığı halde; “kendine özgü” diyerek konuşan en anlaşılır şeyi söylüyormuş muamelesi görür.

Ortamın böyle olduğunu bilmekle, mahut “dizi” dolayısıyla müsbet bir hava eseceği vehminden kendimi uzak tutabiliyorum. Türkiye'de Türkler olarak bir düşünce dünyasına sahip olmak istiyorsak, bize ulaşan her “resmî” ve “muteber” iletinin bizim esaretimizin pekişmesine, Allah'tan gayrısına olan kulluğumuzun mühürlenmesine müteveccih olduğunu fark edebilmemiz lâzım.

Milâdın XVII. asrından, yani Türklerin mağlup edilebileceği kanaatini benimsedikleri zamandan itibaren Avrupalılar ve onların devamı olarak Amerikalılar temelsiz ve gerekçesiz iktidarları bir köken, bir mazeret bulunabilsin diye insanlığı kendi mankafalıklarına ortak olmaya icbar etti. Bu sebepten ötürü “sosyologi” var. Ben gençliğimde hem Merkezi Haberalma Teşkilâtı, hem de “sosyologi” mevcudiyetlerini nasıl temin ettiklerini merak eder durur idim. Biri varsa diğeri olmamalıydı. Bunlardan birinin diğerine var olma hakkı tanımadığı apaşikar ortadaydı. Ortada başka neler yoktu ki!

Bütün bildiklerimiz onları bize öğretenlerin gücünü ispata yarar. Bilgi kaynağımızla bilgimiz arasındaki bağı istesek de koparamayız. Koparma yönünde herhangi bir gayret gösterirsek sözünü ettiğimiz bağ kavileşir. Dünyada sınıf savaşı olduğunu bize kim öğretti?

Dünyada millî mücadele olduğunu bize kim öğretti? Sınıf ne demek? Millet nedir? Bütün bu soruların mensubiyetle ve aidiyetle irtibatlı cevapları var.

Türk milleti bütün diğer milletlerden farklı ve üstün olduğu için Türk milletine mensup olmayanların tarif ettikleri “millî mücadele” evsafı Türklerin intisabına uygun hale getirilememiştir, getirilemeyecektir. Türk milleti içinde “beraya” sınıfı tarih içinde hep kendi savaşını, yalnızca kendi vermiştir ve vermekten geri durmayacaktır. Beraya kılıç ehlidir ve haraç vermez.

İsmet ÖZEL Rasathane, 22.XII.09

TOK KURDA PUSLU HAVA


i s m e t ö z e l

Nöbet! Neyin nöbeti? Bunun sarahaten bir sara nöbeti değil de devriye nöbeti olduğunu ben söylüyorum. Ben? Kimim ben? Kime ne benim kim olduğumdan! Dediklerim neye dair olursa olsun, bununla kim, kendine ne yer temin edecek? Benim söylediklerim kimi yerinden edecek? Benim bir şeyi sarahatle söylemişliğim, ne zaman aklımın başımda ve ruh sağlığımın yerinde olduğunu sarih kılmış? Nasibimde iler-tutar birisi sayılmak var mıdır? Daha da ileride mânâsı buruk bir husus: Adamdan saymadığım kimselerce iler-tutar sayılmak benim umurumda mıdır? Olsun veya olmasın; kimin başı sıkışırsa, "Hepimiz insanız," demez mi? Varsın, ben de öyle demiş olayım... Olduğumuz kadarıyla, biz insanlar, insanlığın bize kâfi geldiğine inandığımız takdirde, istenilen sonuca kavuşmak için şahitler -en az iki tane- gerektiğine de inanırız. İnsanlığımızın ispatına onlar da yetmez. Şahitliği geçerli kılan, geçerli şahitlikle varlık kazanmış bir cemaate ihtiyaç duyarız. Bütün bunlar bizim kan-ter içinde kalarak uğraştığımız işlerdir. Biz insanlar kolay kolay "Şahit olarak Allah yeter," demeyiz. Demez, deyip kenara çekilmeyiz. Bazılarımız nöbet yerini terk etmemekte ısrar eder. Yıllar ne getirdi, ne götürdü? Ömrüm insanlığıma, insanlığım ömrüme nasıl tesir etti? "Şairin Devriye Nöbeti" hakkında şimdilik ben ne söyleyebileceksem söyleyeyim de, gerisi gelir mi, bakalım.
Nice zamandır -ki bir ömür bu- nöbet mahalli olarak Türkiye'yi tercih etmişliğim var. Genç yaşımda, daha yirmi değildim, tercihimi yaptım ve halen bu tercihimin bana yüklediği mes'uliyet altında bir Türkiye devriyesiyim. Neden tek başımayım? Yanımda biri daha olmalı değil miydi? Çırpını çırpını geçtiğim yerlerde sair devriyeler görmemi akıl gerektirmiyor mu? Yahut şöyle soralım: Benim dolanıp durduğum gibi dolanıp durmayı akıl ve ruh sağlığı gerektirir miydi? Akıl ve ruh sağlığı bunu mu gerektirirdi? Akıl ve ruh sağlığının gerektirdiği bir iş üzere olduğumdan emin değilim. İştiraklarımdan, müştereklerimden emin değilim. Bana nöbet çıktığını da bir çizelgeden öğrenmiş değilim. Ne bir kişi oldu bana nöbet yazan, ne bir makam. İşin aslına vâkıf olan şununla karşılaşır: Türkiye'yi bekliyorum sözünü sarf ettiğim zaman, söylediğim tek şey kendimi beklediğimdir. Türkiye'yi beklemekle, kendimi bekliyorum. Burada bir anlam kayması, bir yanılsama doğmasın. Dikkat edilsin ve ifade yerinden edilmesin: "Türkiye'yi bekliyor, bunu yaparken de, bu arada, kendimi, aynı zamanda kendimi" bekliyor değilim. Beklediğim bilhassa kendim ve sadece kendiliğimdir.
Bencilim ve tek başınayım. Diktatörlerin hepsi bencillik etmişler ve istisnasız hepsi, tek başlarına kalmışlardır. Ben de, dünyanın görüp geçirdiği bütün diktatörler gibi, her şeyimi yaşadığım ve diktatörlüğüme itiraz edenleri sindirerek hükmümü yürüttüğüm ülke ile, ülkenin tamamı ile özdeşleştirmiş bulunuyorum.Hiç kimse benim dünyada tuttuğum yere talip olmadı. Doğrusu, beni diktatörlüğe mecbur bırakan şey, bundan başkası değil. Benim bulunduğum farz edilen yere talip olsa idiler de, hiç kimse benim yaptığımı yapmayacaktı. Yapmadı da; yapmak bir tarafa, yapmaya da yeltenmedi. Türkiye'de yaşayan ve şiir yazmaya heveslenen kimseler arasından hiçbiri, şiirini 1965 yılında PARTİZAN, 1974 yılında AMENTÜ; 2005 yılında SAVAŞ BİTTİ, demek suretiyle berkitmedi. Benim berk bir şiirim mi var? Bu hususta, sualin edebiyat tekniğine mahsus tetkikat ile cevap verilecek kısmının ötesine geçilerek şu söylenebilir:Sağlamlaştırma faaliyeti, İsmet Özel'in şiirini muhkem kılmak için takip ettiği bir çalışma değildir. Doğrudan doğruya Türk şiirinin tahkimatına taalluk eder.Bunu anlamak için anılan şiirleri tenkide tâbi tutmak zarureti yoktur. Sadece bu şiirlerin yayınlanmasından önceki ve sonraki şiir ortamını tarassut etmek ve mezkur ortamları kıyaslamak kâfidir.
Neden böyle oldu? Diğerleriyle aramda zekâ, yetenek, bilgi farkı vardı da, ondan mı? Hayır, bu fark elbette vardı; ama vakıa ondan dolayı cereyan etmiş değildi. Arada hesap dışı tutulamayacak bir fark vardı; ama bu, ne zekâ, ne yetenek, ne de bilgi farkı idi. Farkın esası, "aidiyet" farkından ibaretti. Beni şiir alanında şöyle veya böyle hareket etmeğe sevk eden, Auden'ın, Pound'un, Ginsberg'in, Yevtuşenko'nun ne yaptığı değildi. Çaldıysa beni taştan taşa Türk toprağına ve Türk milletine ait olmanın illetinden başka bir illet çalmadı. Bu sebepten olsa gerek ki, benden, başına diktatörlük kalan benden başka hiç kimse dikkatini Türkçe'nin neye tekabül etliğine, neye karşılık geldiğine çevirmedi.Türkçe ile bir şekilde irtibatlı insanlar, kaldırımdan indirime gittiler, çıkmazın onları götürdüğü yer ise çıkardan başka bir yer değildi. "Kaldırımın" nasıl kendilerini "indirime" ulaştırdığına inandılarsa; "çıkmaz" vasıtasıyla "çıkar" elde etmeyi de bildiler. Çıkar "maddî" ve "manevî" olarak ikiye ayrılıyorsa, her ikisini de. Cümle âlem, kendini indirim ve çıkar sayesinde teskin ediyorsa; acaba "aidiyet" hissiyle hareket edenler, zekâdan mahrum, istidatdan nasipsiz, zihinleri bilgi yerine abur cuburla doldurulmuş kişiler mi? Bu soruya herkes kendini teskin ettiği aidiyetle cevap verecek.
Türkiye: Burası, fırdolayı devriye gezdiğim nöbet yerim. Türkiye'nin niçin Türkiye olduğuna dair fikrim sağlam, nöbetçiliği emre itaat sebebiyle yapmadığım için de gönlüm ferah olmalı. Nereyi, niçin beklediğimi bilmeliyim.1923'den 1950'ye kadar Türkiye, dünya şartlarının icap ettirdiği bir rejimin sultası altındaydı. İhdas edilişi üzerinden yirmi bir sene geçtikten sonra dünyaya geldim. Ben, kendine mahsus manâsıyla, Türkiye'nin bekçisiyimsıkıntıların hepsini millete, tatlı hayatın hepsini muhafızlarına havale eden rejimin değil.Dikkatinizi çekmek isterim: Bir ülkenin yönetimini izah etmek üzere "rejim" kelimesine başvurulması, dünyada SSCB'nin teşkiliyle yaygınlaşmıştır. Faşist İtalya, SSCB'ne mukabil farklı, yeni bir rejimi temsil ediyordu. Alçak gönüllü Türkiye Cumhuriyeti "biz bize benzeriz" rejimine sahip çıkmakla hayat buldu. Nasyonal Sosyalist Almanya kendi rejimine finans hakimiyetiyle arasındaki bütün köprüleri atacak ölçüde güvenmişti. Franko İspanyası yenilik iddiasındaki rejimlerin tümünü reddeden bir rejimin timsali olmuştu.
Alman harbinin sonu rejimlerle ele geçen prestijin de sonu oldu. İkinci Cihan Harbi'nin yegâne galibi ABD, iki harp arasında doğan bütün rejimlerin devrini, bütün büyük anlatılar çağını kapattı. Yeni dönemde ABD fiilen dünyanın kutbu oldu. Yeni dönem bir PAX AMERICANA icraatı demekti. Bundan böyle, yetkili ve etkili Amerikalılar, dünyanın diğer yerlerine mensup okuyup yazmış insanlar arasında hiçbir büyük anlatının yaygınlaşmasına izin verilmeyeceği ikazıyla meşgul oldu. 1945 sonrasında neler oldu? Yaşamakta olduğumuz günlerde revaçta olan şu şaka durumu izah ediyor: "ABD ile iyi geçinin, sakın ABD ile aranızı bozmayın, yoksa sizin ülkenize de "demokrasi" gelir.
Nitekim, Türkiye'de 1946 yılının netameli genel seçimi yapıldı.
İlkokula 1950-51 ders yılında başladım. Bu, 1950'nin Eylül'ü demek. Demek, ben okula gitmeden, ülke olarak niçin bizim bugünlere geldiğimizin izahını muhtevi her şey olup bitmiş, Pandora'nın kutusu açılmıştı. 14 Mayıs'ta Türk tarihinde hiç vaki olmamış bir şey gerçekleşmişti. Türkler tarihleri boyunca ilk defa başlarında kimlerin olmaması gerektiği hususundaki fikirlerini beyan etmişlerdi. Türkiye'yi anlamak için ezberlenmesi gerekli cümle şudur: "14 Mayıs 1950'de vuku bulan olayın izahı Demokrat Parti'nin genel seçimleri kazanarak iktidara gelmesinde değil; CHP'nin bir daha hiçbir; ama, ne yapılırsa yapılsın hiçbir seçimi kazanamayacağı bir duruma düşmesinde yatar." Bütün dünya, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden Türklerin millî vasfına dair bir şey öğrendi.
Öğrenenler ki, kâffesi gayri-Müslim ve bilhassa gayri-Türk idiler, süreç boyunca neyi öğrendi iseler onu iyi kullandılar. Süreç içinde Türkler kendi millî vasıflarına dair herhangi bir şey öğrenmedi. Öğrenemedi değil, öğrenmedi. Öğrenmelerine engel olan yoktu. Onlar için çıkmaz varsa, çıkar da vardı; onlar kaldırıma çıktılarsa, indirime de uğrayacaklardı. Böyle bir sürecin yaşanmasında zararlı çıkan Türk milleti oldu. İstiklâl Harbi'nin kazanılması an sich bir Türk milletinin varlığının ispatıydı. Mantıken bunu Türk milletinin für sich başarılarının takip etmesi gerekiyordu. Böyle olmadı, Türk milleti önüne hiçbir hedef koymadan yıllar geçirdi. Bize mantık gerekmiyordu; bize nutuk yetiyordu. Yıllar Türkiye'den "çıkma" birçoklarına bir çok şey kazandırdı; onların kazandıkları Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmadı.
Olan bitenin aslı neydi? Niçin bilek hakkı marjinalleşiyor, her bakımdan, haksız kazancı kural kabul edenler taltif ediliyordu? 14 Mayıs 1950 - 27 Mayıs 1960 arası, Türkiye'nin bir şey kazanıp kazanmayacağı, kazanacaksa bunu nasıl gerçekleştirebileceği sorusunun capcanlı olduğu bir on yıldır. Eğer NATO'ya girmek, bir ABD müstemlekesi haline gelmek anlamı taşımasaydı soruların cevabını milletçe öğrenebilecektik.
Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının bir yolu vardı, o da Türkiye'nin bir sosyalist dönüşüm yaşamasından geçiyordu. Türkiye İşçi Partisi'ne kuruluşundan bir süre sonra, 1963 yılında kaydoldum. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar Türkiye'nin, ABD büyük elçisi tarafından sunulan görüşme teklifini geri çevirmiş yegâne parti başkanıydı. O, Türkiye'nin yegâne parti başkanı idi ki, iktidara geldiği gün değil, geldiği saat, dış ticareti, bankacılığı ve Sigortacılığı devletleştireceğini beyan etmişti. Mehmet Ali Aybar, AMD'yi Vietnam savaşının sanığı olarak yargılamak üzere Bertland Russell tarafından kurulan mahkemede yer aldı. Vietnam'dan şahsen bana da arkasında "Gözlerinden öperim," yazılı bir kartpostal gönderdi. 1968 baharında Sovyet tanklarının Prag'a girmesini protesto edince siyaset yapma ruhsatının iptaline sebep oldu. M. A. Aybar'ın gösterdiği bu gözüpeklik nedendi? Bunu cesaret örneği vermek için yaptığını sanmıyorum; besbelli ki Türkiye'nin her şeye rağmen millî bir odağı bulunduğuna inanan safdillerden biriydi. Türkiye'de bunlardan çok vardı. Baştan beri millet olarak ikisinden birisi başımıza geliyordu: Ya bir ordu teşkil edecek rütbeye yükseliyorduk veya sürüleşip köpeklerin müdahalesine mazeret temin ediyorduk. Türk milleti "ordu millet" derecesine yükselemediği zaman, "koyun millet" derekesine düşüyordu. Bu düşüş Türk milletini kurt saldırısına maruz bırakmıştı. Saldırı son sür'at devam ediyor.
Genç yaşımda ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Bilseydim ne yapardım? Onu hiç bilmiyorum. Vahşi bir hayvanla uğraştığımı, hakkından gelmem gereken ne ise onun bir vahşi hayvan özelliği taşıdığını bili­yordum. Orta yaşta, gazete yazısı yazmaya başladığım sırada ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Çabalarımın en basit sonuca dahi ulaşmadığını görüp gazete yazısı yazmayı bıraktığım ihtiyarlık yıllarımda da, ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Ne zaman ki "bende, benden koparılacak bir şey yok" dedim, işte o zaman, insanların benimle işlerine yarayacak ne varsa onu benden koparmak üzere bağlantı kurduklarını anladım. Siyasete bulaşmış olan kimselerin güç özlemlerinden başka bir şeyleri yoktu. Yani onlar ancak koparan olabilirlerdi, koparılan değil. Yine benden bir şey koparamadılar. "Bende, benden koparılacak bir şey yok" dediğim zaman, bu sözlerden, artık bende koparılacak bir şey kalmadı, şimdiye kadar verebileceğim ne idiyse hepsini verdim, mânâsı­nı çıkarmak yanlıştır. Bende ben işin içine girdiğim günden beri koparılacak bir şey yoktu. Benden koparılmak istenen "vatan hissiyatı", "millet endişesi" olduğu gibi yerinde duruyor. Düşmanlarım, bana değil, sahip olduğum hissiyata, hissettiğim endişeye düşmandırlar.Bunun böyle olduğunun açık seçik bilinmesine yarar ümidi ile elinizdeki kitabın tertibine rıza gösterdim. Görülsün ki bende benliğimi inşa eden, bana bencillik irkâb eden anâsır eskimemiştir.
1963 yılında Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının bir yolu vardı, o da Türkiye'nin bir sosyalist dönüşüm yaşamasından geçi­yordu. Kısa müddet içinde bu yol tıkandı. 1973 yılında Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının başka bir yolu açıldı, o da Türkiye'nin bir İslâmî dönüşüm yaşamasından geçiyordu. Bu yolu tıkamak için uzunca müddet uğraşıldı. Günümüzde artık bu yol da tıkalıdır. Her iki yolu da havayı puslandıran tok kurt tıkadı. Tok kurt havayı, neyle ve nasıl doyduğunu gözden uzak tutabilmek için puslandırır. Türkiye'nin bir yeni düzenlemeye ihtiyaç duyduğu fikri yaygınlaşınca kurt kuzu postuna bürünür.Milâdın XIII. asrından günümüze kadar Türkiye'de kimin kurt, kimin kuzu olduğu yerli yerince ve hakkaniyetle ne teşhis, ne de tespit edilebilmiştir.
NATO'dan kurtulmayı devre dışı bırakan bir sol ve aynı gayeyi bir omurga şekline getirmiş bir sağ. Havanın puslanmasına bu kadarı yetti. Türkiye'nin sosyalist bir dönüşüme ihtiyacı olduğu fikri "hızlı, etkin, parlak" solculukla okka altına alındı. Türkiye'nin İslâmî bir dönüşüme ihtiyacı olduğu fikri "hızlı, etkin, parlak" Müslümanlıkla okka altına alındı. Siyaset piyasasının müessir elemanları "tezgah altı" mamulatındandılar; onlara müessiriyet gerekçesi temin edenler hep okka altında kaldı. Türkiye'yi öne çıkarmak -böyle bir ülke gerçekten varsa- sisi dağıtacak. O zaman kimin yerinin neresi olduğunu görebilecek, anlayabileceğiz. Görmüş ve anlamış olmamıza rağmen herkes yerini alabilecek mi? Bu soruya na­zarî bir cevap verilemez. Amelî netice nelersiz yapabileceğimize delil olacaktır.
Nelersiz yapamayacağımızı farzediyoruz? Onlar olmadan olmaz dediklerimiz bizi yüceltiyor mu, gülünçleştiriyor mu? "Âli olan ve gülünç olan çoğu kez birbirleriyle öyle yakından alâkalı kılınmışlardır ki, bu ikisinin yek diğeriyle münasebeti kesilerek bir sınıflandırmaya tâbi tutulmaları çok güçtür. Gülünç dediğimiz şeyi âli dediğimiz şeyin bir basamak üstü ortaya çıkarır, gülünç olandan bir basamak yukarı çıkıldı mı da orada âli yine kendini gösterir." Yıllar önce, Tom Paine'e ait bu sözleri okur okumaz, ifadeye yeltenilen hakikatin tesiri altında kalmıştım. Her ne kadar ululuk ve gülünçlük arasındaki anılan irtibatı kabul ettiysem de, ifadenin ken­dimce bir topografya hatası ile malûl olduğu fikrine varmadan edemedim. Benim anladığıma göre, âlî ve gülünç arasındaki inkâr edi­lemez sıkı münasebetin altlık-üstlük bakımından kurulmaması daha akla yakındı. Âli olanı ve gülünç olanı üst üste koyan diğerleriydi. gayri-Müslimlerdi. Gördüğüm kadarıyla, benim ülkemde, Türkiye'de âlî ve gülünç, bir nesnenin iki yüzü gibi bitişikti, yan yana idi bunlar ve hemzemin idiler.
Dünyanın hali bu: Biri bir şekilde diğerlerinin nedense işitil­meğe değer buldukları bir şeyi söylüyor ve o diğerlerinden biri ola­rak ben, onun dile getirdiği şekilden bir mânâ çıkarıyorum. Demek ki neyin söylenildiği kimin söylediği kadar kimin işittiği ile de sıkıdan sıkıya irtibatlı. Bu merbûtiyyet gözden uzak tutularak, ne "anlama" mümkün olur, ne de "anlatmak".
Eğer devlet, toplum, sınıf, kültür ve medeniyet varsa, bunların bizim dikkatimizi çeken ve gündelik hayatımıza tesir eden hu­susiyetleri varsa, geçmişte bunların her biri, bizim bugün hesaba katmadan edemeyeceğimiz vakıalara hayat vermişlerse bunların tabiatlarıyla bizzat kendi tabiatımız arasındaki münasebet ortaya çıkarılmalıdır. Ona öncesinden ne intikal etmiş olursa olsun; Orta Çağ veya Karanlık Çağ dedikleri dönem Batı'nın başlangıcıdır. Ya­ni Batı'yı aşılamaz sınıf farklarının şekillendirdiğini söylememek söze yalanla başlamak demektir. İbranî-Hıristiyan temelleri olmayan bir Batı'dan bahis açmak yalandan başka hiçbir şeyin geçerli olamayacağı iddiasıdır. Tom Paine, âlîden yukarısı gülünç, gülüncün yukarısı yine âlîdir derken; Batı'da en önemli hususun kimin üstünde kimin olduğu hususu olduğunu belirtmiş oluyor. Frengistan'da herhangi bir şeyi, bu şeyin mahiyeti ne olursa olsun, "üstte" veya "altta" bulunmasıyla anlamlandırmak zorunludur. Oysa şimdi yamulmuş kendi dairemiz içinde, yaniTürk dünyasında istisnasız her şeyin anlamı sadece "cephede" veya "cephe gerisinde" oluşuy­la onaya çıkar. Bizim buralarda aşağı düşmekten ürkme, üste çık­maya merak devlet hayatında İbranî-Hıristiyan esaslarının ağır bas­masıyla uç verdi.
Yukarıdan aşağıya tatbikata konan modernlik kesafet kazandıkça her Türk'ün hayatını âli ve gülünç görünme mecburiyeti al­tında bıraktı. Türkiye'de yaşamak çamurda yüzmek gibi; kulaç atmanız, gülünç görünmenize kâfidir. Hayatiyetini muhafaza etmek isteyen her Türk bunu bilhassa bilir. Aklınız başınızdaysa görürsünüz ki, Tanzimat Fermanı'nın ilânından sonra, hangi bakımdan, hangi hususta olursa olsun, âlî olmaktan sıyrılmış bir Türk hayatı çok çabuk gülünçleşir. Buna mukabil farklı bir işleyiş de vardır: Türk olmayanlar bir Türk'ün hayatını bütün çabalarına rağmen gülünçleştirmeyi başaramadıysa, işte o zaman, o Türk'ün âlî vasfı önünde geri adım atar. Bu meyanda bir çok med ve cezir gördük. 1571'den günümüze Türk'ün zelil gülünçlüğü, gâvurun sinsi pısırıklığı neye, nerelere kadar uzandığını kimse kestiremiyor; henüz son söz söylenmedi.
Benim gazetede yayınlanmak üzere yazı yazmam gülünç mü; yoksa âlî mi idi? Ben dinini pazarlayarak makam ve servet sa­hibi olan rezillerden biri miydim; yoksa beni harekete kendi dairemizin yamuğunu işaret etmek vazifesini üzerine alma ulvîliği mi geçirmişti? Soruların cevap bulmasının şartı pusun dağıtılmasıdır. Kim dağıtacak pusları? İnsanlar ciddiye alınmak için deli taklidi yapıyor. Bu tavır Türkiye'yi hiçbir sahile yanaştırmayacaktır.
İsmet ÖZEL Rasathane, 20.07.09

2.12.2011

Basın Ahlakı Ya da Medya Etiği(!)

Bugün Taraf Gazetesinden Alper Görmüş'ün makalesi ile Star Gazetesinden Taha Kıvanç'ın yazısı gazetecilik ahlakı üzerine idi genel olarak...

Her iki gazetecinin de bu husustaki hassasiyetleri bilenlerce malumdur...

Alper Görmüş ötekileştirme dememiş ama yargısız infaz sayılabilecek uygulamaları aslında beklemediğini ifade ettiği gazeteler çevresinden görünce haklı olarak sitem etmiş...

 Yazının başlığı bile tek cümlelik bir müfreze ve çok şey anlatıyor... "B:ir Gazetecilik Zilleti: Gönüllü Dezenfermasyon"

Sözü çok uzatmayacağım...
Sitem ederken bir şeyi gözden kaçırıyor...

Neyi gözden kaçırıyor???

Bizde gazeteciliğin prematüre doğduğunu...

Besleme ve sahibinin sesi olma tarafının daha ağır bastığını...

Her devirde gerçekten gazetecilik yapmak isteyenler kendilerine alan bulmakta zorlandıkları için kolaya kaçanların ve ideolojik yanı ağır basanların ve adalet duygusundan ziyade güçlünün durumuna göre vaziyet alanların at koşturduğu bir alan olmuştur gazetecilik...

Sonraları malumunuz işadamı kılıklı tipler de piyasayı sarmış ve gazeteler sahibinin sesi silah haline dönüşerek halkın bilgilendirilmesinden ziyade belirli çevrelerin menfaatlerine hizmet aracına dönüşmüştür...

Bugün maalesef gerçek gazetecilik yapan gazeteler de gazeteciler de azdır...

Mütareke basınının mirasçısı olunca eldeki malzeme ancak bu kadar ürün verebilmiştir...

Söz uzar roman olur...

Bugün sağ kesim diye tabir edilen cenahtaki gazetecilerin görmezden gelme veya vurup geçmesinin altındaki neden biraz da budur...

Halbuki eski defterleri karıştırsanız en çok şikayet ettikleri hususdur bugün yaptıkları...

Diğer cenah farklı mı???

Al birini vur ötekine...

Biri diğerinden öğrendi bel altı vurmayı ve şimdi kolayına ve işine geldiği için; detaylı araştırmayı, adaleti, hakkı hukuku gözetmiyor...
Halbuki "Önce idamına, salbine sonra sem'ine" anlayışını eleştirenin yapması gereken haberin gerçekliğini iyi teyid ettikten sonra kaleme almasıdır...

Ama ne diyelim ki kumaş bu ülkede böyle biçilmiş...

Benim anlayışı adaletten duygusundan daha ağır basıyor her cenahta...

İğne çuvaldız meselesi

Alper Görmüş haklı sitemlerini dile getirmeye devam edecek diğerleri de her cenahtan hiç olmamış gibi aynı tavrı sürdürmeye devam edecek...

Acı ama gerçek; bizim güzide ülkemizin gazetecilik koridorlarında bu meslek böyle icra ediliyor...

Taha Kıvanç'ın yazdıklarında değindiklerinden işsizlik korkusu ve siyasilerin baskısına gelince; burada da lafı uzatmayalım...

Sayın Başbakan yapısı ve genel ahlaki tutumu gereği hiç kimsenin işine ve aşına kan doğramaz...

Bunun birebir şahidi olduğum uygulamaları  var...

Ama çevresi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim...

Zira bizzat ve de şahsen Mehmet Natık daha önce yazdığı internet sitesinde şu anda kabinede olan bir siyasi ve şu an üst düzey olan bürokratın girişimleri ile yazdırılmaz olmuştur...

İlaveten ilgili sitenin genel koordinatörü işsiz kalmış ve ilgili sitenin adı ve sahipleri dahi değişmiştir...

Ayrıca bunun örnekleri her devirde mebzul miktarda vardır...

Taha Kıvanç'ın Fehmi Koru'su 25 yıl önce Zaman Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni iken benzer uygulamalara imza atmamış mıdır???

Bir kendisine sorun???

Ben kendisinin hafızasına güvenirim...

Beyninin mefluç hücrelerinde uykuya yatırmadıysa hatırladığı şeyler mutlaka olacaktır...

Zira oradan da kovulmuşluğumuz var...

Saygı ile...

Ayriyeten bu ülkede gazetecilik teknesi daha çok su kaldırır...

Hem nala hem de mıha vuranlar bu kadar çok iken...