22.10.2011

Para Terör İlişkisi

Gazetelere göz atıyordum...
Bir şey dikkatimi çekti...

Terör örgütünün infial uyandıran son saldırılarından sonra daha önce ufaktan hareketlenen STK'lara Kürt kökenli diye tabir edilen işadamları da katılmış...

Yeter artık sloganları her yeri şimdi daha fazla sarar...

Zira para rahat bir gücün temsilcisi olduğu için zoru görünce kaçar...
Terörü destekleyen para için de geçerlidir bu kural...
Doğru dürüst yoldan kazanılan için de geçerlidir...
Kirli diye tabir edilen yolların her türlüsünden kazanılan için de geçerlidir...

Maksat hasıl olunca işin de paranın da rengi değişmeye başlar...
Parayı kim kontrol ediyor ve kim kontrol etmeli ona bakın siz...

Silah nasıl ki iyinin elinde hayat kurtarıp, kötünün elinde cana kıyıyor...
Para da öyledir...
Sahip olana göre hizmet alanı değişir...

Ama yine de paranın sahipleri ve paraya sahip olanların içinde bulundukları vasatta meydana gelen olaylar huzurlarını kaçırır hale gelirse veya ipin ucu kaçarsa gönüllü ya da gönülsüz birlikteliklere seslerini daha gür çıkarmaya başlarlar...

Siz siz olun paranıza da yaşadığınız ortama da kan bulaştırmamaya özen gösterin...

Bakın daha büyük paraya sahip olanların haline ve ibret alın...


Oligark olmaya çalışmayın...


Eğer olmak istiyorsanız sonrasına katlanmasını da bilecek veya iyi kıvıracaksınız...


28 Şubat sürecinde o günün iktidarını devirmek için pazara çıkıp trilyon liralar dağıtarak adam ve oy satın alanlar ve onların kuyruğuna takılanlar bugün hoşlarına gitmeyen yapıyı yıkmaya muktedir olamayınca ortama uyum sağlamaya başladılar...

Biraz daha ısrarlı olsalar kendi bekaları sıkıntıya düşecek...

Çünkü önlerinde örnek de var önceden görmezden geldikleri ve artık görmek zorunda hissettikleri...

Para ve sahibi nasıl kendini güvende hissetmediği limanları terk eder; devlet erki de öyledir....

Onlar da zaman gelir önceleri suskun kaldıklarına veya yanlarında durduklarına ve yanlarında durdurduklarına farklı tavırlar sergiler...

Ülkemiz ve milletimiz çok uzun uzun zamandır kandan beslenenlerden bizar oldu...


Gelin kanı kanla temizleme yolunu kapatın...

Diğer yol huzura daha fazla katkı sağlar...

Kaddafi'nin Sonu

Sanırım sizler de benim gibi o görüntüleri izlemişsinizdir...

Söyleyecek sözüm yok...

Zira söylenmesi gereken her ne varsa söylendi...

Hırs kötü bir şey ve gözleri köreltir...

Hele iktidar hırsı hepten köreltir...

Körelen gözlerle de dünyaya bakılamaz...

Hal böyle olunca da geleceği kararan sadece kör gözün sahibi değil; onun iktidarının hüküm sürdüğü ülkedir...

İktidar hırsı ve kendi geleceklerinin korkusuna sahip yöneticiler zalim vasfına dolaylı ya da dolaysız sahip olmakta beis görmezler...

Bu da hem kendileri hem de ülkeleri ve ülke insanları için yıkım ve felaket getirir...

Devletler ve milletler kendi değerlerinden kopuk bir hayat sürmeye başladıklarında kaçınılmaz olan akibeti karşılarında bulurlar...

Bugün İslam Coğrafyasında yaşananların karşılığı tam da budur...

İslam Dünyası kendi inancından ve değerlerinden uzak bir hayat tarzını benimsedi...

İnancı ve değerleri sadece lafta kaldı...

Halbuki İslam sadece laf, söz, kelime değildir...

Dünyayı ve ahireti dizayn edendir...

Bugün Arap Baharı diye bize servis edilenler veya bizde bahar elli yıl önce oldu diye ifade edilenler gören gözlerle iyi tahlil edilmezse Baharın serap olduğu ve acımasız bir kışın hüküm sürmeye devam edeceği gerçeği orta yerde durmaya devam edecektir...

Devletler ve milletler hangi inanca veya değere sahip olurlarsa olsunlar; onlara uydukları zaman başarılı olurlar...

Gücün kaynağı oradadır...

Yeryüzünde hangi başarılı devlete bakarsanız bakın...

O başarının altında yatan gerçek budur...

Bu topraklarda yaşayan insanlar bu gerçekleri görmezden gelmeye devam ederlerse daha çok BAHAR hasreti çekerler...

Devletleri ve milletlerin tabiatı hem adalet hem de zulüm üretmeye uygundur...

Nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlı...

Adaletle hüküm süren bir devlete ve huzurlu bir halka da sahip olabilirsiniz...


Halkının arasında zulmün kol gezdiği, baskının, istibdatın, işkencenin, açlığın, yokluğun, her alana yayılmış adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir devlete de sahip olabilirsiniz...


Tercih sizin...

Adaletin hükümferma olduğu kalkınmayı sağlamaya çalışanların varlığı inkar edilemez...

Lakin yöntemdeki yanlışlıklar ve eksiklikler, değerlere sahip çıkma hususundaki cesaret eksikliğine sahip ve ya bu alandan uzak idare mekanizmasına yakın insan unsurunun çokluğu bu çabaları akim kılmaktadır...

Birileri tek başına iyi ve samimi olabilir; lakin etrafı kaht- rical ile çerçevelenmişse sıkıntı hüküm sürmeye devam eder...

Hal böyle olunca da zulüm sizin karşınıza bir ülkede bir azınlığı temsilen Esed olarak, bazılarında kraliyet ailelerinde tecessüm ederek, bir diğerinde aşiretlere yaslanarak, bir diğerinde cumhuriyet(!) şeklinde, bir diğerinde Ergenekonvari yapılanmalara bürünerek çıkmaya devam eder...

Ergenekonvari yapılanmalar yerini nurkücüvari yapılanlamalara da bırakabilir...

Sonuç olarak yüzüklerin kardeşliği hüküm sürmeye devam eder...

Hepsinin ortak özelliği; kendi değersizlikleri ile meydana getirdikleri iktidarlarını ayakta tutabilmek için hem iç hem de dış desteğe ihtiyaç duymalarıdır...

Bu zihniyete sahip olanlar işleri bitince bu tür destekten de mahrum olurlar...

Kaddafi bunun bariz örneğidir...

Diğer gidenleri belirtmeye ne hacet...

Gitmeyenler ise sıralarını bekliyorlar...

Beklesinler...

Biz de bekleyenlerle beraber bekleyenlerdeniz...

Adalet bu ülkede gözü bağlı bir kızın şahsında temsilen değil, gerçekten adalet dağıtan bir anlayışa sahip adil yöneticilere ve bunu isteyen buna yaraşır bir halka sahip oluncaya kadar bekleyenlerdeniz...

Ergenekon neden başaramadı?

Bizi takip eden okuyucularımız Ergenekon üzerine yaptığımız eski tahlillerimizi bilirler...

Bu hususla ilgili herkesin kalem oynatamadığı, Cemil Koçak gibi çok az sayıda akademisyen ve yazarın dışında analiz ve tahlillerin mumla arandığı dönemlerden bugünlere geldik...

Böyle bir vasatta Star Gazetesinde yayınlanan Cemil Koçak Hoca'nın analizini gecikmeli olarak da olsa görünce kendi blogumuzda alıntılayalım istedik...

Her ne kadar Hoca'dan izin almadıysak da bizim blogda da bulunsun istedik...

İşte o analiz:


Cemil KOÇAKckocak@stargazete.com
Ergenekon neden başaramadı?
15 Ekim 2011 Cumartesi
 
Uzun yıllardan beri siyaseti ve toplumu şekillendiren bir örgütlenme ve bu örgüte ruh veren siyasal felsefe niçin son on yıl içinde zayıfladı ve katıldığı bütün mücadeleleri kaybetti sorusunu yanıtlamanın zamanıdır.
Ergenekon son on yılda siyasete ve siyasal gelişmelere yeniden damgasını vurabilmek için olağanüstü çaba harcadı. Zaman zaman son vuruşu yapabilecek noktaya yaklaştı, yaklaştığını hissetti ve hissettirdi. Ne var ki, son vuruşunu bir türlü yapamadı ve son vuruşun eksik kaldığı bir operasyonel sürecin başarılı olamayacağını hep birlikte gördük. Ama neden böyle oldu?
Ders 1 Kendi propagandana asla inanmayacaksın
Kaybetti; çünkü “düşman”ını küçük, zayıf ve önemsiz gördü. Psikolojik savaşta bu propagandanın önemi açıktır; elbette tarafsız yığınların, hatta bizzat “düşman kuvvetler”in içinde de zayıflık ve azlık propagandası yürütülmelidir; karşı tarafı caydırmak ve zayıflatmak için bu gerekli bir maniveladır. Fakat bir şartla; propagandaya maruz kalanların dışında, bizzat propagandanın yapıcıları ile uygulayıcılarının kendi propagandalarına inanmamaları ve kanmamaları koşuluyla. Ergenekon, “düşman”ını toplumda güçsüz, onu toplumun çok geniş kesimlerinden tecrit edilmiş göstermek için ustaca propaganda yaptı. Eğer burada kritik bir hata işleyip de kendi propagandasına kendisi kanmasaydı, başarılı olabilirdi. Ölümcül bir hata; “düşman”ını olduğundan daha zayıf ve aşağı görmektir. Oysa karşılarındaki “yeni düşman” eskilerden çok farklıydı; bu analizi yapabilecek entellektüel donanımdan yoksunluk, Ergenekon’u eski yöntemlerle mücadelenin yeterli olacağı sonucuna vardırdı. Eski planlardan copy-paste yöntemiyle çoğaltılan yeni mücadele araçlarına bel bağlandı. Ama haksızlık etmemek lâzım gelir: eskiden hiç olmayan doğrudan bir kitle tabanı yaratma ve bunu ideolojiyle sarmalama harekâtı hayli başarılı sonuç verdi. Geniş kitleler kendilerinden beklenen bütün performansı sağladılar. Kimse onları suçlamasın. Daha ne yapsalardı?
Ders 2 Gücünü nesnel olarak ölç ama asla abartma
Kaybetti; çünkü gücünü aşırı abarttı. Psikolojik savaşta elbette bunun da propagandif önemi vardır. Hem taraftarlarını zinde tutmak, hem de moral bakımdan takviye etmek bakımından elbette güç önemli bir propaganda unsurudur. Kalabalık olma imajı, yeni yeni katılımları sağlar. Fakat diğer yandan, kendi gücünü nesnel olarak ölçmek ve gücünü asla abartmamak kuralını da propagandaya kurban etmemek gerekir. Ergenekon, bu hatayı da yaptı; gücünü abarttı, sonra taraftarları bu propagandaya kanarak bu yanılgıyı daha da artırdılar. Böyle bir propaganda, Ergenekon’a taze güçler kazandırıyor; fakat diğer yandan güçlülük propagandası altında ezilen grup üyeleri, kendilerinden çok, grubun bu çok güçlü diğer unsurlarına güvendiklerinden gevşek davranabiliyorlardı. Ölümcül hata, sadece taraftar kazanmak, fakat eylem düzeyinde bunun etkisinin görülememesidir.  Elbette Ergenekon güçlüydü; her kesimle, meslekle güçlü bağları vardı, önemli pozisyonları elinde tutuyordu. Ancak geçmiş dönemlerle karşılaştırıldığında yine de eskisi kadar güçlü ve etkili değildi. Bir zamanlar tamamen hâkim olduğu birimler ve süreçler, aradan geçen zaman içinde temel bağlantılarından sıyrılmıştı. Bu bağlantıların zayıflığının ya da irtibat sorunlarının küçümsenmesi ölümcül sonuçlar yaratabilirdi, nitekim yarattı da. Kritik adımlarda, kritik eylemlerde eskisi gibi karartma ve dezenformasyon süreçlerinde bu kez sıkıntılar yaşandı; muhtemelen kadroların yetersizliği ve beceriksizliği de buna katkıda bulundu. Fakat kadrolar da o kadar güçlü bir koruma ve kollamaya inandırılmışlardı ki, özel bir özen göstererek iş yapmak konusunda epey cimri davrandılar. Savruk, özensiz işler, nasıl olsa arkamızı toplayacak olanlar var mantığıyla bütünleşti. Yetersizliğin farkına varılması çok gecikti ve ölümcül bir başka hata da bu oldu. Bir başka ölümcül hata; üzerlerine gelindiğinde koruyucu kalkanların önceden hazırlanmamış olması ya da böyle bir ihtimale hiç ihtimal verilmemiş olmasıdır. Daha önceki tecrübelerde hiçbir zaman hiçbir önemli unsur Ergenekon’un üzerine varamamıştı. Bu kendine güveni artıran, ama aynı zamanda zafiyet yaratan bir tecrübeydi. Dahası da var: her ne kadar tedbirin elden bırakılmaması gerekiyorsa da, bırakıldı; güçlülük ve burnundan kıl aldırmama tutumu tedbirliliği alt etti; bunun da ölümcül sonucu, deposu delik araba gibi her gidilen ve gelinen yolun ve yerin belli olmasıdır. İzlerin silinmesi için harcanan ve bir türlü başarılamayan çaba ve gayretler, işin başında iz bırakılmaması için harcanmış olsaydı…
Ders 3 Son vuruşun gecikmesi ve ertelenmesi felakettir
ERGENEKON’UN ölümcül bir başka hatası, ki kanımca bu telâfisi mümkün olmayan ölümcül hatadır, son vuruşu yani darbeyi yapamamasıdır. Bütün etkinliklerin bu son vuruşa göre dizayn edildiği hatırlanacak olursa, zaman kaybının getirdiği sonucun hüsrana yol açacak en önemli ve temel yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Ergenekon, bir yandan tabanına çok güçlü olduğu, her an “düşman”ı ortadan kaldırabileceği yönünde sinyaller verirken, bu sürecin yakın zamanda tamamlanarak, iktidarın değişeceğini ileri sürerken, taraftarlarının bu yeni döneme göre pozisyon almalarını sağlarken, bu yeni gelecekte yer almak isteyebilecek unsurları yeni taraftarları olarak içine alırken, sürecin kendisini uzatması ve nihayet öldürücü vuruşu bir türlü gerçekleştirememesi, onun sonunu hazırlayan en önemli faktör oldu.
Ders 4 Zaman bazen de aleyhinize çalışır
EĞER son vuruşu yapabilecek olanlar, zamanında harekete geçebilseler ve gözlerini karartabilselerdi, darbenin inşa sürecinde bayrak devamlı elden ele geçerek zaman yitirilmemesiydi ve nihayet iktidar sorunu kısa zamanda çözülebilseydi, böyle olmazdı. Fakat böyle olmasının başkaca nedenleri de var: grup üyelerinin ortalama kalitesi, böyle büyük bir operasyonu uzun zaman idame ettirebilecek yeterlilikte değildi. Hiç olmadı. Ve Ergenekon kendi kadrosunu propaganda bahsinde o denli abarttı ve kendisi de buna o kadar inandı ki, bu kadronun operasyonun tamamını gerçekleştirebilecek ve son vuruşu yapabilecek bir takım olmadığına hiç ihtimal vermedi. Bu ölümcül bir başka yanılgı oldu. Kadronun genişliği, bütün alanlara yayılmışlığı, devletle olan münasebetin yakınlığı, sürekliliği, bu basit gerçeğin görülmesini etkilemiş olabilir. Gerçekte ise, her alanda kadrolar, muhtemelen geçmişteki kadrolarla karşılaştırıldığında hayli yetersizdi. Kendilerine aşırı güvenleri, kendilerinden çok, birlikte oldukları unsurlara dayanıyordu. Her aşamada ve her kademede profesyonel olmaktan çok amatördüler. Bu da gerçek profesyonellerin işini güçleştiren önemli bir etkendi. Aralarındaki irtibat zayıftı; siyasal geçmişleri ve tecrübeleri birbirinden tamamen farklı ve benzersiz olan pek çok farklı eğilim, tutum, davranış, sadece “ortak düşman”a karşı bir araya gelme çabasındaydı. Bu grup içi dayanışmanın ve iletişimin ve irtibatın daha en baştan riskli olduğu anlamına gelir. Zaman uzadıkça bu risk artabilirdi, nitekim arttı da. Grup içindeki gruplar gezegenler gibi birbirlerini çekmek yerine itmeye başladılar. Oysa darbe zamanında yapılabilse, bütün bu olumsuz neticeler görülmeyecekti. Darbenin hazırlığı içinde yığınla kifayetsiz muhteris yaşamın ve meslek dağılımının her alanında kendi beceriksizliklerini aynada görme talihsizliğini yaşadılar. Elbette ileride yazılacak anılarda bundan hiç söz edilmeyecek; buna karşılık herkes bir diğerini suçlayacak ve başarısızlığın faturasını bir başkasına iletme gayretinde bulunacaktır. Yaşı uygun olanların bu anıları okurken epey eğleneceklerini daha şimdiden görür gibiyim.Bir aşamada olağan koşullar altında su üstüne çıkmaması gereken bütün önemli grup üyeleri birbiri ardına görünür kılındı; kılınmak zorunda kalındı. Ergenekon’un bütün önde gelen simaları, “düşman”ın eline geçtikçe, bir üst kademe ister istemez su yüzüne çıkmak zorunda kaldı; sonra kısa sürede bu süreç ilerledi ve bütün kademeler ardı ardına sütre gerisinden çıkmak, dahası deşifre olmak zorunda kaldılar ki, bu da kadroların birbirleriyle ilişkilerini göstermesi bakımından bir başka ölümcül hataydı. Her deşifre süreci, bir diğerini tetiklerken, Ergenekon muhtemelen elinde olmayan pek çok nedenle bütün unsurlarını kısa sürede su üstüne çıkarmak ihtiyacını duydu; bu unsurlar arasında peyda edilen ilişkiler demeti de bu şekilde gözle görünür hale geldi. Duyulanlar da buna eklenince, grubun önemli pozisyonları açığa düştü. Pozisyon bağlantıları sekteye uğradıkça, merkezî komuta kademesinin emir-komuta zincirinde de boşluklar ortaya çıktı; zaten merkezî sistemin yeterince geliştirilememiş olduğu da görüldü. Ama dahası merkezin otorite sağlayamadığı ya da merkezî denetimin sağlanamadığı süreçte, unsurların kendi başlarına inisiyatif kullanarak karar alma ve etkinlikte bulunma yeteneklerinin olmadığı acı bir şekilde görüldü. Bu, grubun çözülmesinde önemli bir etken oldu.
Ders 5 Kararsızlık felaket getirir
Ergenekon, işin başında kesin karar verememişti: bir yandan devletin içinde de olmak istiyor, böylece kendi iç yapılanmasındaki emir-komuta zincirini resmî yollardan yürütmek istiyor, çünkü bu çok daha güvenliydi ve güce güç katıyordu, fakat diğer yandan da zaman zaman bu mekanizmayı by-pass ediyor ve dahası resmî yapılanması içinde legal olmayan ilişkiler zincirini işletebileceğini düşünüyordu. Bu çok avantajlı görünen yöntem, diğer yandan hayli tehlikeli riskler içeriyordu. Bir yandan devasa bir taraftar ve yandaş kazandırıyor, fakat diğer yandan da bilgi sızmasını tehlikeli ve ölümcül bir risk haline getiriyordu. Resmî süreçler içinde işleyen Ergenekon bağlantısı, bilgi akımını grup üyelerinin dışına çıkarıyor, bu da içeriden dışarıya bilgi akımını açık bırakıyordu. Eğer zaman iyi kullanılabilseydi belki de bu boşluk risk oluşturmayabilirdi, fakat zaman ilerledikçe risk de kendiliğinden arttı tabiî.
Ders 6 İdeoloji yapay kitle desteği de sınırlıysa, zor
Ulusalcılık ideolojisi, o kadar yapma ve eklektikti ki, yapıcılarının bir kısmı içinde bile politik gerginliklere neden olabilirdi. Ölümcül hatalardan biri de, toplumun önemli bir kesiminin kazanılması için inşa edilen bu ideolojinin, toplumun çok önemli bir kesimine yabancı olduğunun farkına varılamaması oldu ki, bu hatanın kaynağı bizzat ideolojinin gözlerini kör ettiği bu gruptu. İdeolojik körleşme, gerçeklerden kopuşu mümkün kıldı, hızlandırdı ve gerçeklerle ilgisini yitiren bir iç çekirdek grubunun politik taktikleri her defasında duvara tosladı; bu kaçınılmazdı. Ergenekon ulusalcılık gibi bir ideolojiyi ancak kendi toplumsal tabanına yedirebilirdi; bu tabanın ulusalcılığı içselleştirdiğine tanık olduk; bu Ergenekon’un ideolojik başarısı olarak kayda geçmelidir. Ülkemizin önümüzdeki yıllarda bu ideolojiyi içselleştiren toplumsal gruplarla hayli gergin günler geçireceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Saçtığı ideolojik zehirin panzehiri maalesef kolay bulunamayacaktır. Ergenekon ve onun yarattığı ulusalcılık ideolojisi bir süre sonra siyasal gündemden tamamen düşecek; fakat bu ideolojinin değişik unsurları toplumun belirli kesimlerinde yaşamaya ve yeniden üretilmeye devam edecektir. 28 Şubat’ın toplumun çok önemli ve geniş kesimlerinde yarattığı şok dalgası, hele 12 Mart ve 12 Eylül gibi muhafazakâr tabanda büyük ölçüde anlayışla karşılanmış ve hararetle desteklenmiş askerî yönetimlerin bir benzerinin daha aynı yöntemle destekleneceğine ilişkin görüş ve beklenti daha başında ölümcül bir hata yapmıştı. 27 Mayıs ya da 28 Şubat benzeri bir siyasal eylem türü geniş kitlelerce desteklenmiyor; toplumun kültürel kırılmasında çok daha küçük ve dar bir grubun pasif desteğini alabiliyordu. Sadece bu genellikle pasif, ancak kısa süreler için aktifleşebilen, fakat bir kez aktif katılım gösterip de sonuç alınamadığında kendiliğinden ve hızla dağılma eğilimine giren bu ruh haline dayanan bir siyasal aktivizm temelinde kitle desteğinin zayıf kalabileceği de düşünülmemiş olmalıdır. Bütün bu desteği sağlayacak ve güçlendirecek medya ayağı her zamankinden daha zayıftı; eski tecrübelerde olduğu gibi tamamının aynı anda yönlendirilmesi çok daha güçtü ki, başlı başına bu bile dezenformasyon ve kitle propagandasına yönelik süreci olumsuz etkileme riskine sahipti ki, öyle de oldu. Dezenformasyonlar, karşı bilgilendirme ve muhtemelen zamanındaki taktik karşı saldırılarla geçiştirildi. Her defasındaki geçiştirme, bu birbiri ardına gelmesi gereken ve birikim sağlaması arzulanan dezenformasyon kampanyalarının birbiri ardına sonuçsuz kapanmasına neden oldu. Bütün bu başarısız süreçler, vurucu noktanın gecikmesine, gecikme tereddütlere, tereddütler muhtemelen cesaretsizliklere ve nihayet bir başkanına havale etmelere vardı. Son vuruşu yapacak olan bir başkası, bir türlü bulunamadı, bulunduğunda bir başka son vuruşçuya ihale edildi. Bütün bu boş çabalar, her defasında moral bozukluğuna neden olmuş olmalıdır. Bir de uluslararası siyasal ve ekonomik konjonktürün köstek olması da bu tabloya eklenmelidir. Sonuçta, Ergenekon zaman içinde pörsüdü.
Ders 7 Yargılamada grup dayanışmasına özen gösterilmemesi vahim olabilir
Yargılamalar sırasında bütün grup üyelerine aynı ölçüde yakın ve eşit mesafede durulması gerekir(ken), bu nedense yapılmadı ya da yapılamadı. Tam aksine, yargılanan grup üyeleri arasında bir şekilde kamuoyunun da gözüne batabilecek şekilde kesin çizgilerle ayrım yapıldı. Bazıları yangında ilk kurtarılacaklar grubuna girerken, bazılarına kolayca sırt çevrildi. Bu, ileride görüleceği üzere, ölümcül bir başka hata oldu. Bu tür yargılamalarda grup üyelerinin iç dayanışmasıyla dışarıdakiler arasındaki ilişkinin göz nuru gibi korunması gerekirdi. Belki de kamuoyundan daha fazla destek alabilmek taktiğiyle bazılarının isimleri ön plana çıkartılır ve onlar üzerinden bütün yargılanan gruba destek sağlanması hedeflenmişken; zaman içinde bu şekilde bir sonuç almak mümkün olmayınca, yargılamalar da uzadıkça, aksine bazılarının kurtarılmaya çalışılmasına, diğerlerinin ise savunulmasından vazgeçilmesine yönelik bir döneme girildi. Elbette yargılananlar arasında yapılan açık ayrım(cılık), iç dayanışmayı zayıflatmakla kalmaz, grup üyelerinin çözülmesini de beraberinde getirir ki, bu da uzun süren yargılamalarda genellikle görülen bir sonuçtur.
Ders 8 Vaatlerin yerine getirilememesi sorun yaratır
Dahası; olağan koşullarda hiç kimsenin başının derde girmemesi gerekiyordu; grup üyeleri genellikle bu türden bir güvence karşılığında katkı vermeye hevesliydiler. Güçlü olan ve yakın bir zamanda yeni düzeni kuracak olan Ergenekon’un asıl desteği bu güvence ve gelecek vaadinden geliyordu. Ergenekon, vaatlerini yerine getirememekle ölümcül bir başka hata daha yaptı. Fakat bu hata, diğer hatalarının kaçınılmaz bir sonucuydu. Vaatlerle güç ilişkisi baş başa gidiyordu; doğru orantılıydı; taraftarlarının ve grup üyelerinin Ergenekon’a bağlılığının başında vaatlerin her zaman için geçerli kabul edilmesi gerçeği vardı; sonra birdenbire vaatlerin yerine getirilememesi yeni bir zayıflık olarak görüldü. Katkı sağlayacak üyelerin bugün için de, gelecekte de güvence içinde olacakları yönündeki vaatler; son vuruşun bir türlü gerçekleştirilememesi ve zaman yitimi sonucunda havada kaldı. Bir şekilde “düşman”ın eline geçenler, kısa sürede gerçekleştirilecek olan darbenin ardından çok daha mükemmel bir düzenin önemli bir elemanı olmayı beklerken, bu bekleme süreci tahmin edilenden ya da umulandan daha uzun olmaya başladıkça, grup üyelerinin davaya olan inançları zedelendi; hele sadece maddî yönü güçlü bir istikbal bekleyen üyelerin huzuru kaçtı. Böyle zamalarda disiplin ve dayanışmanın önemi büyürken, bu mekanizmalar bir türlü yeniden tanzim edilemedi. Alt birimler, kendilerine güvence sağlayacağını düşündükleri üst birimlerin de kendilerine benzer âkıbetini gördükçe, daha çok sarsıldılar. Güvence verenlerin güvence arayışına girdikleri bir dönem, ruh halini tamamen kararttı. Dahası, en üst birimlerin dahi güvence veremeyeceklerinin anlaşılması her bakımdan yıkım oldu; Ergenekon’un ölümcül hatası, vaatlerini olması gerektiği süre içinde ve zamanda gerçekleştirememesi oldu. Sadece taraftar kaybetmeye başlamakla kalmadı; daha vahimi iç dayanışmanın çözüldüğü ve gemisini kurtaranın kaptan olmaya çalıştığı bir döneme girildiğinde görüldü, ama bundan sonra bu sürecin sonuçları çok daha vahim ve ölümcül olarak görülmeye adaydır.
Yargılamanın kendisi bile vaade aykırıydı. Oysa hiç kimse “düşman” tarafından zarar görmeyecekti. Korunacak ve kollanacaktı. Hatta yakın bir zamanda herkes terfi edecekti. Öyle olmadı; hiç olmazsa yargılamaların başında darbeden sonra her şeyin düzeleceğine ilişkin bir beklenti ve umut hala vardı. Geçmişteki “başarılı” örnekler, mesela 12 Mart ve 12 Eylül sonrasında daha önce başlamış olan yargılamaların neticesiz kaldığı, onlarca yıldan sonra artık bulunamayacak dosyalar halinde adliyelerin karanlık koridorlarında çuvallar içine yerleştirilmesi örnekleri bir türlü yinelenmedi. Grup üyelerinin yeniden özgürlüklerine kavuşmaları, tahliye kararları ya da daha kolay bir şekilde kaçırılmaları bir türlü yinelenemedi.
İş ciddiye bindikçe, üst makamların altı hiç tanımıyormuş gibi davranmaları, adeta görevimiz tehlike dizisindeki gibi, örgütün deşifre olmuş olanları tanımazdan gelmesi, dahası bir şekilde gemisini kurtarmaya çabalamaya başlayan kaptan sayısının çoğalma eğilimi içine girmesi, dahası güvence verenlerin güvence verdikleri grup üyelerini tanımazdan gelme tavırlarına karşılık, bu tavrı bir ihanet olarak görenlerin haleti ruhiyesi, işte bütün bunlar, hep ölümcül hatalar olarak gündemde.

19.10.2011

Gemi Azıya Almak

Ocak 2011'de blogumuzda "Oynanan Oyunu Görün ve Bozun" başlığı altında bir makale yayınlamıştık...

Söz konusu makale;

"Bu topraklarda yaşayan halkın en çok hasretini çektiği şey nedir diye anket yapacak olsanız açık ara huzurlu güvenli ve çocukların barış ortamında yaşayacakları bir vasat ön plana çıkar...
Oynanan oyunu görün ve oyunu bozun...
Oyunun bir parçası olmayın..."

Cümleleriyle bitmişti...

Görünen o ki oyunu bozmaya yönelik çabalar ya yetersiz, ya eksik ya da oyunun kurucuları çok daha atak...

Geçmişte yaşananlara bakıldığında; bugün sorun diye önümüzde duran meseleler çözüme aslında hiç bu kadar yakın olmamıştı...

Zira geçmişte sorun üretiliyor ve mış gibi yapılarak çözüm yerine ikame edilenler çözümsüzlüğün anahtarı oluyordu...

Bugün ise çözüm için muhatap haline gelen iktidar 10 yıl önce ki hatta ve hatta 367 krizi çıkarılarak seçime gidilen dönemdeki iktidardan bile farklı...

Ama gelin görün ki işin rengi farklı...

Bugün yaşananlara ve artan terör saldırılarına bakıldığında rengin farklılığı daha net bir biçimde görülmeye başlanıyor...

Eli her yere uzanan içeriden birilerinin devlet mekanizmasında en güçlü olduğu zaman ve zeminde üç beş kişiye kurdurduğu ve sonrasında devasa hale gelen ve uluslararası ölçekte büyütülen bir örgütün devletle pazarlık yapar pozisyona getirilmesi düşündürücüdür...

Bunun da ötesinde her türlü özveriye rağmen pozisyonu içinden çıkılmaz hale getirmesi de düşündürücüdür...

Evet...

Şu anda örgütlerin anası asıl kozunu ortaya koyuyor...
Uzun zamandır emek zahmet büyütülen evladı tam saha pres uygulamaya başladı...

Satranç tahtasının büyüklüğü şimdi daha da net biçimde ortaya çıktı...
Oyun büyük ve alanı daha da netleşti...

Sermayesi kan olanlar ellerindeki her türlü enstrümanı pervasız bir biçimde sahaya sürmeye başladı...

Bu son saldırılar bize bunu göstermektedir...

Evet son yaşadıklarımız bize gösterdi ki legal görüntüye büründürülen illegal yapılanmanın eli her yerde...

Görülen o ki kırılgan yapı sürüyor...

Halen kontrol edilemeyen ve işbirlikçi gibi davranan yapılanmalar hayatiyetini sürdürüyor...

İşbirlikçileri saymıyoruz. Zira onlar vazifesini yapıyor...

Tam bir psikolojik savaş ve sonuç olarak bir kaybedeni olacak...

Umarız bu topraklarda huzuru sağlamak isteyenler kaybeden taraf olmaz...

Bu topraklar çok mücadeleye sahne oldu...

Çok mücadeleye şahit oldu...

Lakin bu kadar çok yönlü ve aynı zaman diliminde birden fazla alan ve zeminde bir mücadeleye muhtemelen az şahit olmuştur...


18.10.2011

Allah var Keder Yok

Bu bir düstur olarak hayata ikame edilebilse bir çok şey kolay olabilir.

Ama her babayiğidin harcı değil böyle bir anlayış...

İmanla, inanmakla alakalı bir şey bu hal...

İnanılan Allah'a güvenildiği ve tahammül zırhına bürünülebildiği zaman olacak bir durumdur bu...

Ve bunun yolunu araştırmak lazım...

Aslında yolu da biliniyor da almayı bilmek lazım...

Onun için; bir akil adamın kelimelere büründürdüğü aşağıdaki ifadelerle;

Gelin siz, "Allah var keder yok" deyin ve üzülmenin sizi üzeceğini, geçmişe üzülmenin fayda vermeyeceğini bilin.

"Olanda hayır vardır" deyip "keşke" demeden, tekrar aynı yanlışa düşmeden öne doğru bakın ve yürüyün.

14.10.2011

“Fahişe, Aşağılık, Şerefsizler...”

Fatih Altaylı:“Fahişe, Aşağılık, Şerefsizler...”
Sırtına bıçağı yemiş ölü bir kadının fotoğrafını gazetesinin tepesine basmasını savunurken gösterdiği gerekçelerin zerresine bile inanmadım: Sembol olsunmuş! Zihinlere kazınsınmış!..


Sanırsınız dünyadaki hiçbir gazete yöneticisinin eline bir “sembol fotoğraf” geçmemiş! Ya da geçmiş de hiçbirinin aklına öyle bir fotoğrafı gazetesinin tepesine mıhlamak gelmemiş! Ya da gelmiş de, hiçbiri Fatih Altaylı kadar “cesur” olamamış!

İki yıl kadar önce Yeni Aktüel dergisi için yazdığım Fatih Altaylı portresinde onu şöyle anlatmıştım:

“Başarısı şurada: Zekâsını hep ‘ne yaparsam ilerlerim’ üzerinde yoğunlaştırıyor ve bu yolda ulaştığı keşiflerin çoğu ‘işliyor’. Bunlardan biri, benim ‘post-modern delikanlılık’ dediğim şey: İnsanların duymak istediğini söyle, yapmasan da olur!”

Biri de şu: Sonuçları ne olursa olsun, seni gündemde tutacak, hakkında konuşturacak her şey iyidir!.. Varsın yediğin halt nedeniyle ülken savaşın eşiğine gelsin, varsın yediğin başka bir halt nedeniyle bütün bir ülke toplu travma geçirsin!..

Büyük kişisel ihtirasları gizlemek için büyük ve yüce gerekçeler gerekir... Fatih Altaylı, büyük kişisel ihtiraslarına büyük ve yüce gerekçeler bulmada ustalaşmış bir adam! O kadar ustalaşmış ki, galiba bulduğu gerekçelere kendisini de inandırabiliyor!

“Kadına şiddeti herkesin gözünün içine sokmak istedim” gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalıştığı son haltını vesile bilerek, iki yıl önce kaleme aldığım Altaylı portresini bir kez de Tarafokurlarının dikkatine sunuyorum... Lütfen, onun geçmişte yazdığı, benim burada hatırlattığım ve dünyanın her yerinde “kadına karşı şiddet” anlamına gelecek satırlara özellikle dikkat edin...

***

Büyük Fransız romancı Balzac insanları kişilerle, olaylarla veya fikirlerle uğraşmalarına bakarak üç mertebeye ayırırmış... Biz gazeteciler, niye gizleyelim, “tarihin müsveddecileri” olarak fikirlerden çok olaylarla ilgileniriz ve bu yönümüzle Balzac’ın tanımladığı üç mertebenin “vasatlar” bölümünde yer alırız. Fakat aramızdan bazılarını, olaylarla uğraşmanın vasatlığı dahi kesmez; ruhlarının ihtiyacı onları daha aşağılara, üçüncü mertebeye doğru çeker ve ancak orada rahat ederler.
Geçenlerde Habertürk’teki “Tarihin Arka Odası” adlı programda Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı’yı izliyordum... Karşılarına, Kurtuluş Savaşı sırasında “hain” olduğu gerekçesiyle linç edilen (aslında linç ettirilen) Ali Kemal hakkında bir kitap yazmış olan Orhan Karaveli’yi almış sohbet ediyorlardı. Karaveli, Ali Kemal’den “daha hain” kimi kuşakdaşlarının Cumhuriyet döneminde itibarlı şahsiyetler olarak yaşayıp gitmelerinde bir haksızlık gördüğünü, Ali Kemal’in bir “günah keçisi” olduğuna inandığını anlatıyordu.
O böyle konuşurken Altaylı araya girip günümüzdeki “başka hainler”e çekti dikkatleri... Ki onlar günümüzde “taraf” olarak faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Yüzündeki hınzır, kötücül ifade, kast ettiği özel ismin ilk harfini küçültüp anonimleştirerek büyük bir zekâ gösterisinde bulunduğuna inandığını; bu belaltı vuruştan büyük bir zevk aldığını gösteriyordu.
Bana “Fatih Altaylı nedir” diye sorsanız, sorunuzu, “İşte şu anlattığım şeyi yapabilendir” diye cevaplarım, “fikirleri değil kişileri vurandır ve ruhunu bununla doyurandır...”

“Fahişe, aşağılık, şerefsizler...”
İşte onun “kişileri vurma temelli gazetecilik eylemleri”nden birkaçı:
2000’li yılların başında Radyo D’de sunduğu “Bâbıâli Yokuşu” adlı programda, derslere alınmamalarını protesto eden başörtülü öğrencilere “fahişeler, aşağılık şerefsizler, satanistler”diye hitap etti. Bu “haber” dolayısıyla tazminata mahkûm oldu.
Gene Radyo D günleri... Bu defa, askerlerin tecavüzüne uğradıklarını öne süren kadınların iddialarını dillendiren avukat Eren Keskin’i kast ederek, “Bu kadını ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim” dedi. Altaylı, bu “haber” nedeniyle de tazminata mahkûm oldu. Hatta geçtiğimiz yıl, “tazminattan doğan borcunu ödemediği” gerekçesiyle yurtdışına çıkmak isterken havaalanından geri döndürüldü. (Google’a girin, “Fatih Altaylı” ve “tazminat” kelimelerini birlikte taratın, başka malzemeler de bulacaksınız.)
Altaylı’nın en taze vukuatını da bileceksiniz... Silahlı Kuvvetler’le ilgili eleştirel bir yazı kaleme alanGülay Göktürk’e hitaben: “Ordu sizin de bacak aralarınızı koruyor...”
Fatih Altaylı’nın, tartıştıklarının fikirlerinden çok kişiliklerini hedef alan bir “tarz”ının olduğunu söylemiştim. Fakat bazen bu “tarz”ın içine sığamayıp oklarını tartıştıklarının yakınlarına çevirdiği de oluyor... Onlardan biri, Ali Atıf Bir’in eşi Yrd. Doç. Dr. Çisil Sohodol Bir, eşini her defasında“öğrencileriyle evlenmesiyle tanınan adam” diye tanıtan Fatih Altaylı’ya cevap yazmak lüzumunu hissetmişti: “Sayın Altaylı’nın Ali Atıf Bir ile arasında geçen fikir tartışmaları esnasında benden kendine ait görüş ve duyguları olmayan ve hocası tarafından öğrenciyken ayartılmış bir kız çocuğuymuşum gibi bahsetmesini kabul etmiyor ve istemediğim halde kendimi bu tartışmaya dâhil etmek durumunda hissediyorum.” (Meğer evlendiklerinde 27 yaşındaymış; evet, öğrenciymiş ama doktora öğrencisiymiş!)

(...)
Altaylı’nın kadınlarla ilgili “eleştiri”lerinin hep cinsellikle ilgili olması herhalde izaha muhtaç bir olgu, fakat benim bunu yapabilecek kadar psikoloji bilgim yok, o nedenle tesbit edip bırakıyorum.

Sert adam, dobra adam...
Toplumumuzdaki, “sert adam”ların “oturaklı, dobra” adamlar olduğuna dair yanılsamayı o kadar iyi biliyor, bu bilgiyi o kadar büyük bir ustalıkla kullanıyor ki, onun en keskin dönüşlerin sahibi olduğu bile unutuluveriyor... Bunda, toplumsal kutuplaşmanın çok keskin boyutlara ulaşmış olmasının da payı var: Bir zamanlar savunduğunuz fikirlerin, ortaya koyduğunuz tavırların tam tersini savunmaya başladığınızda, eski kampınız sizi lanetlese de yeni kampınız sizi kahramanlar gibi karşılıyor.
Ben, “değiştiğini” beyan etmiş insanları değerlendirirken şu soruyu soruyorum: Bu, insanın fikirlerinin, dünyaya bakışının değişimiyle ilgili bir şey midir, yoksa başka bir şey mi? Ya da: Zamanın“ruhu” mu yol açıyor bu değişime, yoksa zamanın “maddesi” mi?
Altaylı’nın ikinci kategoriye ait bir “değişimci” olduğu hususunda benim hiçbir kuşkum yok. Ve galiba hiç kimsenin kuşkusu yok. Mesele sadece iktidar partisiyle ilgili gel-gitlerinden ibaret olsaydı,“kutuplaşmanın nimetleri”nden faydalanarak işin içinden sıyrılabilir, bir o taraftan bir bu taraftan alkış alarak “dobra adam” imajını sürdürebilirdi. Fakat bunu yapamayacağı bir alan var: Meslekî performans... Yıllar boyu “her türlü karanlık işin içinde” diye suçladığı bir medya patronunun birinci adamı olduktan sonra, aynı performansı bu defa önceki patronla ilgili olarak sürdürmek ve“dobra adam” olarak kalmak imkânsızdı. O da kalamadı zaten.
Zekâsını “ne yaparsam ilerlerim” üzerinde yoğunlaştırdığında, ulaştığı keşiflerin çoğu “işliyor”.Bunlardan biri, benim “post-modern delikanlılık” dediğim şey: İnsanların duymak istediğini söyle, yapmasan da olur!
Bunun en son örneği, gazeteyi asıl olarak köşe yazarlarının “pişirdiğine” gönderme yapan Habertürkreklamıydı... Oysa gerek Sabah’ta gerek Habertürk’te genel yayın yönetmenliği görevine başlarken, köşe yazarlığına dayanan gazetecilik anlayışının Türk gazeteciliğinin canına okuduğunu anlatıp durmuş, kendisinin “muhabir gazetesi” yapacağını iddia etmişti.
Zekâsıyla ulaştığı –ve maalesef iş gören– bir başka sonuç da şu: Hata yaptığında aldırma, üzerinde durma, unutulmasını bekle...

Nokta’nın yayımladığı “Genelkurmay’ın medya andıcı”nı Sabah’ın manşetinden “korsan” diye nitelemiş, belge kısa bir süre sonra bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından “gerçek” diye nitelenince sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı.
İşe yarar taktiklerin hepsini biliyor bilmesine de, “istiap haddi” diye bir şeyin varlığını bilmiyor.“Mış gibi” yaparak insanları bir süreliğine kandırabilirsiniz ama uzun vadede “istiap haddi” size haddinizi bildirir.
Altaylı hâlâ “mış gibi” yapıyor ama taktikleri artık çok az kişiye “işliyor”.

ALPER GÖRMÜŞ - TARAF

13.10.2011

Yasalar Suça Teşvik Eder mi?

Evet eder...

Toplumda huzuru bozan, can emniyetini, mal emniyetini, ırz emniyetini hiçe sayanları bir sürü sudan sebepleri sıralayarak tez zamanda salıveriyorlar...

Suçluyu tekrar halkın içine salıveren yasal düzenlemelerle suç işleyene adeta cesaret veriyorlar...

Yetmiyormuş gibi türlü bahanelerle suçlunun cezalarını hafifletiyor ve dahi genel af gibi daha bir çok gerekçe ile tekrar toplumun içine geri döndürüyorlar...

Ortalık hırsızlık başta olmak üzere cinayet ve daha bir çok suç işlemiş ve genel huzuru bozan ve sarsan suç makinelerinden geçilmiyor...

İnsanımız canının yandığı ile kalıyor...

Bu durum sadece genel asayişle ile ilgili değil her alanda böyle...

Ticari alanı ele alın; ticari ahlaktan yoksun bazı şahıslar dürüstlük ilkesini zedeliyor, esnafın parasını dolandırıyor...

Sonrasında ise elini kolunu sallaya sallaya halkın içinde gezmeye devam ediyor...

Sıradan vatandaşlar akla hayale gelmeyen metodlarla mağdur ediliyor....

Suçlular hiç bir şey olmamış gibi ortalıkta aynı suçu işlemeye kaldıkları yerden devam ediyor...

Örnekleri çoğaltmak o kadar kolay ki...

Bir insanın canını ve malını savunmasının dışında Cinayetin hiç bir gerekçesi olamaz, yoktur...

Bir araç sürücüsünün kuralları ihlal ederek bir cana mal olması bile aynıdır...

Açlığın dışında hırsızlığın gerekçesi olamaz...

Irza tecavüzün gerekçesi hiç yoktur...

İnsanları uyuşturucu ile zehirleyenlerin gerekçesi olamaz...

Kimin eliyle olursa olsun suçun cezasın en üst sınırdan belirlemezseniz, suç işlemeyi meslek haline getirmenin önüne geçemezsiniz...

Bunun dışında getirdiğiniz her türlü çözüm boş bir çabadan öteye gitmez...

Aklınıza gelen her türlü genel huzuru bozan suçlar için bu örnekleri çoğaltabilirsiniz...

Bütün suçların ortak özelliği genel bir mağduriyete zemin teşkil etmesidir...

Dolayısıyla hafifletici sebep gibi daha bir sürü gerekçe suçluyu serbest bırakmaya yönelik bahaneden başka bir şey değildir...

Genel mağduriyete sebebiyet veren suçların cezası da genel olmalıdır...

Cinayet işleyeni cezaevinden hiç çıkmamasını sağlayan bir cezaya çarptırırsanız, caydırıcılığı o zaman sağlayabilirsiniz...

Hırsıza, dolandırıcıya, tecavüzcüye kısaca genel huzuru bozan her türlü suçu işleyene gün ışığını 50 yaşından sonra görmesini sağlayacak yasal düzenlemeleri yaparsanız, caydırıcılığı o zaman sağlayabilirsiniz...

Cinayet kategorize edilemez...

Hırsızlık kategorize edilemez...

Tecavüz kategorize edilemez...

Dolandırıcılık kategorize edilemez...

Suç suçtur sıradan adi bir olay gibi gösterileni de, terörü de aynı kategoridir...

Mağdur edilenin haklarını göz ardı ederek mağdur edenlerin haklarını savunamazsınız...

Yasalar huzuru temin etmek içindir huzuru yok etmek için değil...

11.10.2011

Sorun üretenlerini sevdiğimin Türkiyesi!!!

Güzide memleketim benim...

Cihan şümul bir devletin bakiyesi...

Yıllarca içine kapanık...

Ne kapanma ama...

Tarihte eşine az rastlanır, emsali olmayan icraatları kendi halkına uygulayabilmiştir...

"Biz bize benzeriz" vecizesiyle ilginç bir yapı ortaya koyabilenlerin ülkesi...

Dine dair ne varsa izlerini silmeye çalışırken nev'i şahsına münhasır bir ideolojiyi din olarak ikame edenlerin ülkesi...

Öyle ki az zamanda çok işler yaparak tarihe geçebilmiştir bu ülke...

Sonrasında ise her alanda itinayla ekilenler sorun olarak biçilir olmuştur...

Örnek mi istiyorsunuz???

Devleti sorun..
Devleti yeniden devlet yapmak sorun...

İdeolojisi sorun...

Anayasası sorun...
Anayasa yapmak sorun...

Eğitimi sorun...
Eğitime çözüm üretmek sorun...

Adaleti sorun...
Adalete çözüm üretmek sorun...

Mal emniyeti sorun...

Can emniyeti sorun...

Din emniyeti sorun...

Güvenlik sorun...

Asker sorun...

Kerameti kendinden menkul kurtarıcıları sorun...

Ergenekoncuları sorun...

Medyası, basını sorun...

Aydın diye ortalıkta gezineni sorun

Sosyolog diye orta yerde ahkam kesenler ayrı bir sorun...

Gazetecisi zaten sorun...

Halkına yabancı, dedesi yaşındaki ihtiyara evladım diyebilen, baba rolü üstünde emanet elbise gibi duran dahiliyecisi sorun...

Halkına tepeden ve dışarıdan bakmaktan bir türlü kurtulamamış hariciyecisi sorun...

Hukukçusu ayrı bir sorun...

Kendine yabancılaşma ayrı bir sorun...

Çok bilmişleri ayrı bir sorun...

Silahlı silahsız bürokrasisi sorun...

Dış politikası sorun...

İstihbaratı sorun...

Laiklik sorun...
Laiklik algısı sorun...

Dini yaşamak sorun...
Dini yaşamaya çözüm üretmek sorun...

Dindarı sorun...

Dinsizi sorun...

İdeolojisti sorun...

Muhafazakarı sorun....

Neyi muhafaza ettiği sorun...

Kime muhafazakar denmeli sorun...

Gayri müslimi sorun...

Azınlıkları sorun...

Azınlık hakları sorun...

Hiç konuşulmaz ama çoğunluk hakları daha bir sorun...

Aile yapısı bozuluyor sorun...

Etnik kimlikleri sorun...

Mezhebi kimlikleri sorun...

Cemaatlar sorun...

Kürt sorun...

Türk sorun

Türküm diye parsa toplayanlar ayrı bir sorun...

Siyasi yapılanmalar sorun...

TC sorun

Tece sorun

Siyasi Partiler sorun...

Milli Nizam sorun...

Refah sorun...

Fazilet sorun...

Saadet sorun...

Ak Parti sorun!!!

Akepe sorun...

Cehape sorun

Mehepe sorun

Örgütler sorun

Maşalar sorun...

PKK sorun

Pekeke sorun

KCK sorun

Keceke sorun

Dili sorun...

İfade tarzı sorun...

Bütün bu sorunlar olunca kaçınılmaz olan tebarüz ediyor...

İnsanı sorun...

İnsan hakları sorun...

Çözüm üretmek ayrı bir sorun...

Sorunlu olmayan alan çok nadirdir...

Herkes bir taraftan çekiyor...

Sahiplenme duygusu her tarafı, herkesi sarmış...

Sahiplenirken sorun üretilmiş...

Hem de itinayla...

Etrafta sahip çok...

Sahipsizlik meydanı sahiplenenlere bırakmış...

Şimdi sorunlara çözüm üretilmek isteniyor ama o bile yeni sorunlar üretiyor...

Niye???

Çünkü eski sorun üreticilerin kalıntıları itinayla sorun üretmeye devam ediyorlar...

O kadar da umutsuz vak'a olarak bakmıyoruz olaylara tabii ki...

Ama bu gerçek bizim hayatımızın bir parçası...

İtinayla Sorun Üretilir...

İtinayla sorun üretenlerin çok olduğu yerde sorunları çözmeye çalışanlar ne yapsın???

Hele bir de kaht-ı rical devam ediyorsa...

Sorun üretenlerini sevdiğimin Türkiyesi!!!


10.10.2011

Bir Annenin Ölümü


İki damla gözyaşı...

Bir annenin ölümü ile ilgili o kadar şey anlattı ki...

Söz orada tükendi...

Kelimeler boğaza düğümlendi...

Bu dünya hayatından son sefere çıkan kişinin Allah'a olan imanına musalla taşında yatarken şahadet edilmesi ve helallik dilenmesi talebi kelimeleri boğazda düğümledi...

İki damla gözyaşı kelimelerin yerini aldı...

Başka hiç bir söze mahal bırakmadı...

Ölüm hem zor hem güzel...

Zor; çünkü sevenleri acıya boğuyor...

Güzel; çünkü bir mü'min ve mü'mine için ahiret yurdunda yeni ve ebedi bir hayatın kapısı...

Dökülen gözyaşı da üzüntü ile karışık buruk bir sevinci de ihtiva ediyor...

Ama her şeye rağmen zordur ölüm...

Tayyib Bey'e sabır ve başsağlığı, anacığına da Allah'tan rahmet diliyoruz...