22.10.2011
Para Terör İlişkisi
Bir şey dikkatimi çekti...
Terör örgütünün infial uyandıran son saldırılarından sonra daha önce ufaktan hareketlenen STK'lara Kürt kökenli diye tabir edilen işadamları da katılmış...
Yeter artık sloganları her yeri şimdi daha fazla sarar...
Zira para rahat bir gücün temsilcisi olduğu için zoru görünce kaçar...
Terörü destekleyen para için de geçerlidir bu kural...
Doğru dürüst yoldan kazanılan için de geçerlidir...
Kirli diye tabir edilen yolların her türlüsünden kazanılan için de geçerlidir...
Maksat hasıl olunca işin de paranın da rengi değişmeye başlar...
Parayı kim kontrol ediyor ve kim kontrol etmeli ona bakın siz...
Silah nasıl ki iyinin elinde hayat kurtarıp, kötünün elinde cana kıyıyor...
Para da öyledir...
Sahip olana göre hizmet alanı değişir...
Ama yine de paranın sahipleri ve paraya sahip olanların içinde bulundukları vasatta meydana gelen olaylar huzurlarını kaçırır hale gelirse veya ipin ucu kaçarsa gönüllü ya da gönülsüz birlikteliklere seslerini daha gür çıkarmaya başlarlar...
Siz siz olun paranıza da yaşadığınız ortama da kan bulaştırmamaya özen gösterin...
Bakın daha büyük paraya sahip olanların haline ve ibret alın...
Oligark olmaya çalışmayın...
Eğer olmak istiyorsanız sonrasına katlanmasını da bilecek veya iyi kıvıracaksınız...
28 Şubat sürecinde o günün iktidarını devirmek için pazara çıkıp trilyon liralar dağıtarak adam ve oy satın alanlar ve onların kuyruğuna takılanlar bugün hoşlarına gitmeyen yapıyı yıkmaya muktedir olamayınca ortama uyum sağlamaya başladılar...
Biraz daha ısrarlı olsalar kendi bekaları sıkıntıya düşecek...
Çünkü önlerinde örnek de var önceden görmezden geldikleri ve artık görmek zorunda hissettikleri...
Para ve sahibi nasıl kendini güvende hissetmediği limanları terk eder; devlet erki de öyledir....
Onlar da zaman gelir önceleri suskun kaldıklarına veya yanlarında durduklarına ve yanlarında durdurduklarına farklı tavırlar sergiler...
Ülkemiz ve milletimiz çok uzun uzun zamandır kandan beslenenlerden bizar oldu...
Gelin kanı kanla temizleme yolunu kapatın...
Diğer yol huzura daha fazla katkı sağlar...
Kaddafi'nin Sonu
Söyleyecek sözüm yok...
Zira söylenmesi gereken her ne varsa söylendi...
Hırs kötü bir şey ve gözleri köreltir...
Hele iktidar hırsı hepten köreltir...
Körelen gözlerle de dünyaya bakılamaz...
Hal böyle olunca da geleceği kararan sadece kör gözün sahibi değil; onun iktidarının hüküm sürdüğü ülkedir...
İktidar hırsı ve kendi geleceklerinin korkusuna sahip yöneticiler zalim vasfına dolaylı ya da dolaysız sahip olmakta beis görmezler...
Bu da hem kendileri hem de ülkeleri ve ülke insanları için yıkım ve felaket getirir...
Devletler ve milletler kendi değerlerinden kopuk bir hayat sürmeye başladıklarında kaçınılmaz olan akibeti karşılarında bulurlar...
Bugün İslam Coğrafyasında yaşananların karşılığı tam da budur...
İslam Dünyası kendi inancından ve değerlerinden uzak bir hayat tarzını benimsedi...
İnancı ve değerleri sadece lafta kaldı...
Halbuki İslam sadece laf, söz, kelime değildir...
Dünyayı ve ahireti dizayn edendir...
Bugün Arap Baharı diye bize servis edilenler veya bizde bahar elli yıl önce oldu diye ifade edilenler gören gözlerle iyi tahlil edilmezse Baharın serap olduğu ve acımasız bir kışın hüküm sürmeye devam edeceği gerçeği orta yerde durmaya devam edecektir...
Devletler ve milletler hangi inanca veya değere sahip olurlarsa olsunlar; onlara uydukları zaman başarılı olurlar...
Gücün kaynağı oradadır...
Yeryüzünde hangi başarılı devlete bakarsanız bakın...
O başarının altında yatan gerçek budur...
Bu topraklarda yaşayan insanlar bu gerçekleri görmezden gelmeye devam ederlerse daha çok BAHAR hasreti çekerler...
Devletleri ve milletlerin tabiatı hem adalet hem de zulüm üretmeye uygundur...
Nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlı...
Adaletle hüküm süren bir devlete ve huzurlu bir halka da sahip olabilirsiniz...
Halkının arasında zulmün kol gezdiği, baskının, istibdatın, işkencenin, açlığın, yokluğun, her alana yayılmış adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir devlete de sahip olabilirsiniz...
Tercih sizin...
Adaletin hükümferma olduğu kalkınmayı sağlamaya çalışanların varlığı inkar edilemez...
Lakin yöntemdeki yanlışlıklar ve eksiklikler, değerlere sahip çıkma hususundaki cesaret eksikliğine sahip ve ya bu alandan uzak idare mekanizmasına yakın insan unsurunun çokluğu bu çabaları akim kılmaktadır...
Birileri tek başına iyi ve samimi olabilir; lakin etrafı kaht- rical ile çerçevelenmişse sıkıntı hüküm sürmeye devam eder...
Hal böyle olunca da zulüm sizin karşınıza bir ülkede bir azınlığı temsilen Esed olarak, bazılarında kraliyet ailelerinde tecessüm ederek, bir diğerinde aşiretlere yaslanarak, bir diğerinde cumhuriyet(!) şeklinde, bir diğerinde Ergenekonvari yapılanmalara bürünerek çıkmaya devam eder...
Ergenekonvari yapılanmalar yerini nurkücüvari yapılanlamalara da bırakabilir...
Sonuç olarak yüzüklerin kardeşliği hüküm sürmeye devam eder...
Hepsinin ortak özelliği; kendi değersizlikleri ile meydana getirdikleri iktidarlarını ayakta tutabilmek için hem iç hem de dış desteğe ihtiyaç duymalarıdır...
Bu zihniyete sahip olanlar işleri bitince bu tür destekten de mahrum olurlar...
Kaddafi bunun bariz örneğidir...
Diğer gidenleri belirtmeye ne hacet...
Gitmeyenler ise sıralarını bekliyorlar...
Beklesinler...
Biz de bekleyenlerle beraber bekleyenlerdeniz...
Adalet bu ülkede gözü bağlı bir kızın şahsında temsilen değil, gerçekten adalet dağıtan bir anlayışa sahip adil yöneticilere ve bunu isteyen buna yaraşır bir halka sahip oluncaya kadar bekleyenlerdeniz...
Ergenekon neden başaramadı?
Bu hususla ilgili herkesin kalem oynatamadığı, Cemil Koçak gibi çok az sayıda akademisyen ve yazarın dışında analiz ve tahlillerin mumla arandığı dönemlerden bugünlere geldik...
Böyle bir vasatta Star Gazetesinde yayınlanan Cemil Koçak Hoca'nın analizini gecikmeli olarak da olsa görünce kendi blogumuzda alıntılayalım istedik...
Her ne kadar Hoca'dan izin almadıysak da bizim blogda da bulunsun istedik...
İşte o analiz:
19.10.2011
Gemi Azıya Almak
18.10.2011
Allah var Keder Yok
Gelin siz, "Allah var keder yok" deyin ve üzülmenin sizi üzeceğini, geçmişe üzülmenin fayda vermeyeceğini bilin.
"Olanda hayır vardır" deyip "keşke" demeden, tekrar aynı yanlışa düşmeden öne doğru bakın ve yürüyün.
14.10.2011
“Fahişe, Aşağılık, Şerefsizler...”
Sanırsınız dünyadaki hiçbir gazete yöneticisinin eline bir “sembol fotoğraf” geçmemiş! Ya da geçmiş de hiçbirinin aklına öyle bir fotoğrafı gazetesinin tepesine mıhlamak gelmemiş! Ya da gelmiş de, hiçbiri Fatih Altaylı kadar “cesur” olamamış!
İki yıl kadar önce Yeni Aktüel dergisi için yazdığım Fatih Altaylı portresinde onu şöyle anlatmıştım:
“Başarısı şurada: Zekâsını hep ‘ne yaparsam ilerlerim’ üzerinde yoğunlaştırıyor ve bu yolda ulaştığı keşiflerin çoğu ‘işliyor’. Bunlardan biri, benim ‘post-modern delikanlılık’ dediğim şey: İnsanların duymak istediğini söyle, yapmasan da olur!”
Biri de şu: Sonuçları ne olursa olsun, seni gündemde tutacak, hakkında konuşturacak her şey iyidir!.. Varsın yediğin halt nedeniyle ülken savaşın eşiğine gelsin, varsın yediğin başka bir halt nedeniyle bütün bir ülke toplu travma geçirsin!..
Büyük kişisel ihtirasları gizlemek için büyük ve yüce gerekçeler gerekir... Fatih Altaylı, büyük kişisel ihtiraslarına büyük ve yüce gerekçeler bulmada ustalaşmış bir adam! O kadar ustalaşmış ki, galiba bulduğu gerekçelere kendisini de inandırabiliyor!
“Kadına şiddeti herkesin gözünün içine sokmak istedim” gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalıştığı son haltını vesile bilerek, iki yıl önce kaleme aldığım Altaylı portresini bir kez de Tarafokurlarının dikkatine sunuyorum... Lütfen, onun geçmişte yazdığı, benim burada hatırlattığım ve dünyanın her yerinde “kadına karşı şiddet” anlamına gelecek satırlara özellikle dikkat edin...
***
Büyük Fransız romancı Balzac insanları kişilerle, olaylarla veya fikirlerle uğraşmalarına bakarak üç mertebeye ayırırmış... Biz gazeteciler, niye gizleyelim, “tarihin müsveddecileri” olarak fikirlerden çok olaylarla ilgileniriz ve bu yönümüzle Balzac’ın tanımladığı üç mertebenin “vasatlar” bölümünde yer alırız. Fakat aramızdan bazılarını, olaylarla uğraşmanın vasatlığı dahi kesmez; ruhlarının ihtiyacı onları daha aşağılara, üçüncü mertebeye doğru çeker ve ancak orada rahat ederler.
Geçenlerde Habertürk’teki “Tarihin Arka Odası” adlı programda Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı’yı izliyordum... Karşılarına, Kurtuluş Savaşı sırasında “hain” olduğu gerekçesiyle linç edilen (aslında linç ettirilen) Ali Kemal hakkında bir kitap yazmış olan Orhan Karaveli’yi almış sohbet ediyorlardı. Karaveli, Ali Kemal’den “daha hain” kimi kuşakdaşlarının Cumhuriyet döneminde itibarlı şahsiyetler olarak yaşayıp gitmelerinde bir haksızlık gördüğünü, Ali Kemal’in bir “günah keçisi” olduğuna inandığını anlatıyordu.
O böyle konuşurken Altaylı araya girip günümüzdeki “başka hainler”e çekti dikkatleri... Ki onlar günümüzde “taraf” olarak faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Yüzündeki hınzır, kötücül ifade, kast ettiği özel ismin ilk harfini küçültüp anonimleştirerek büyük bir zekâ gösterisinde bulunduğuna inandığını; bu belaltı vuruştan büyük bir zevk aldığını gösteriyordu.
Bana “Fatih Altaylı nedir” diye sorsanız, sorunuzu, “İşte şu anlattığım şeyi yapabilendir” diye cevaplarım, “fikirleri değil kişileri vurandır ve ruhunu bununla doyurandır...”
“Fahişe, aşağılık, şerefsizler...”
İşte onun “kişileri vurma temelli gazetecilik eylemleri”nden birkaçı:
2000’li yılların başında Radyo D’de sunduğu “Bâbıâli Yokuşu” adlı programda, derslere alınmamalarını protesto eden başörtülü öğrencilere “fahişeler, aşağılık şerefsizler, satanistler”diye hitap etti. Bu “haber” dolayısıyla tazminata mahkûm oldu.
Gene Radyo D günleri... Bu defa, askerlerin tecavüzüne uğradıklarını öne süren kadınların iddialarını dillendiren avukat Eren Keskin’i kast ederek, “Bu kadını ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim” dedi. Altaylı, bu “haber” nedeniyle de tazminata mahkûm oldu. Hatta geçtiğimiz yıl, “tazminattan doğan borcunu ödemediği” gerekçesiyle yurtdışına çıkmak isterken havaalanından geri döndürüldü. (Google’a girin, “Fatih Altaylı” ve “tazminat” kelimelerini birlikte taratın, başka malzemeler de bulacaksınız.)
Altaylı’nın en taze vukuatını da bileceksiniz... Silahlı Kuvvetler’le ilgili eleştirel bir yazı kaleme alanGülay Göktürk’e hitaben: “Ordu sizin de bacak aralarınızı koruyor...”
Fatih Altaylı’nın, tartıştıklarının fikirlerinden çok kişiliklerini hedef alan bir “tarz”ının olduğunu söylemiştim. Fakat bazen bu “tarz”ın içine sığamayıp oklarını tartıştıklarının yakınlarına çevirdiği de oluyor... Onlardan biri, Ali Atıf Bir’in eşi Yrd. Doç. Dr. Çisil Sohodol Bir, eşini her defasında“öğrencileriyle evlenmesiyle tanınan adam” diye tanıtan Fatih Altaylı’ya cevap yazmak lüzumunu hissetmişti: “Sayın Altaylı’nın Ali Atıf Bir ile arasında geçen fikir tartışmaları esnasında benden kendine ait görüş ve duyguları olmayan ve hocası tarafından öğrenciyken ayartılmış bir kız çocuğuymuşum gibi bahsetmesini kabul etmiyor ve istemediğim halde kendimi bu tartışmaya dâhil etmek durumunda hissediyorum.” (Meğer evlendiklerinde 27 yaşındaymış; evet, öğrenciymiş ama doktora öğrencisiymiş!)
(...)
Altaylı’nın kadınlarla ilgili “eleştiri”lerinin hep cinsellikle ilgili olması herhalde izaha muhtaç bir olgu, fakat benim bunu yapabilecek kadar psikoloji bilgim yok, o nedenle tesbit edip bırakıyorum.
Sert adam, dobra adam...
Toplumumuzdaki, “sert adam”ların “oturaklı, dobra” adamlar olduğuna dair yanılsamayı o kadar iyi biliyor, bu bilgiyi o kadar büyük bir ustalıkla kullanıyor ki, onun en keskin dönüşlerin sahibi olduğu bile unutuluveriyor... Bunda, toplumsal kutuplaşmanın çok keskin boyutlara ulaşmış olmasının da payı var: Bir zamanlar savunduğunuz fikirlerin, ortaya koyduğunuz tavırların tam tersini savunmaya başladığınızda, eski kampınız sizi lanetlese de yeni kampınız sizi kahramanlar gibi karşılıyor.
Ben, “değiştiğini” beyan etmiş insanları değerlendirirken şu soruyu soruyorum: Bu, insanın fikirlerinin, dünyaya bakışının değişimiyle ilgili bir şey midir, yoksa başka bir şey mi? Ya da: Zamanın“ruhu” mu yol açıyor bu değişime, yoksa zamanın “maddesi” mi?
Altaylı’nın ikinci kategoriye ait bir “değişimci” olduğu hususunda benim hiçbir kuşkum yok. Ve galiba hiç kimsenin kuşkusu yok. Mesele sadece iktidar partisiyle ilgili gel-gitlerinden ibaret olsaydı,“kutuplaşmanın nimetleri”nden faydalanarak işin içinden sıyrılabilir, bir o taraftan bir bu taraftan alkış alarak “dobra adam” imajını sürdürebilirdi. Fakat bunu yapamayacağı bir alan var: Meslekî performans... Yıllar boyu “her türlü karanlık işin içinde” diye suçladığı bir medya patronunun birinci adamı olduktan sonra, aynı performansı bu defa önceki patronla ilgili olarak sürdürmek ve“dobra adam” olarak kalmak imkânsızdı. O da kalamadı zaten.
Zekâsını “ne yaparsam ilerlerim” üzerinde yoğunlaştırdığında, ulaştığı keşiflerin çoğu “işliyor”.Bunlardan biri, benim “post-modern delikanlılık” dediğim şey: İnsanların duymak istediğini söyle, yapmasan da olur!
Bunun en son örneği, gazeteyi asıl olarak köşe yazarlarının “pişirdiğine” gönderme yapan Habertürkreklamıydı... Oysa gerek Sabah’ta gerek Habertürk’te genel yayın yönetmenliği görevine başlarken, köşe yazarlığına dayanan gazetecilik anlayışının Türk gazeteciliğinin canına okuduğunu anlatıp durmuş, kendisinin “muhabir gazetesi” yapacağını iddia etmişti.
Zekâsıyla ulaştığı –ve maalesef iş gören– bir başka sonuç da şu: Hata yaptığında aldırma, üzerinde durma, unutulmasını bekle...
Nokta’nın yayımladığı “Genelkurmay’ın medya andıcı”nı Sabah’ın manşetinden “korsan” diye nitelemiş, belge kısa bir süre sonra bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından “gerçek” diye nitelenince sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı.
İşe yarar taktiklerin hepsini biliyor bilmesine de, “istiap haddi” diye bir şeyin varlığını bilmiyor.“Mış gibi” yaparak insanları bir süreliğine kandırabilirsiniz ama uzun vadede “istiap haddi” size haddinizi bildirir.
Altaylı hâlâ “mış gibi” yapıyor ama taktikleri artık çok az kişiye “işliyor”.
ALPER GÖRMÜŞ - TARAF