27.06.2012

Yapısal dönüşüm olmadan işimiz zor


27 Haziran 2012, Çarşamba

Misafir Kalem Osman CAN


Olan oldu ve Türkiye şimdi de Suriye ile savaşın eşiğine gelip dayandı. Kimileri Suriye’ye haddini bildirelim diyor. Kimileri de Türkiye maceraya girmeden uluslararası kamuoyunu da yanına almak suretiyle hareket etmeli diyor ve bunu “meşruiyet” kaygısıyla açıklıyor. Başbakan da Suriye halkını diktatörlükten kurtarmayı hedef olarak tayin etmiş durumda.
Uluslararası hukuk açısından durumun ne olduğu tartışması elbette ki çok önemli. Türkiye’nin bu konuda geniş bir konsensüs ile harekete geçmesi, Arap kamuoyunun vicdanında olumsuz izler bırakmaksızın, çok daha önemlisi Suriye halkına zarar vermeden kendi politikasını geliştirmesi çok önemli.
Bir ülke nasıl politika üretir?
Ancak hangi politik tercihler öne çıkarsa çıksın, tüm bu politikaların icra edilebilirliğinin de esaslı bir şekilde masaya yatırılması gerekir.
Nedir bu icra edilebilirlikten kastettiğimiz? Silah ve asker sayısının yeterliliği, kararlılık gösteren bir hükümet veya parti liderliği de değil. Vizyoner veya stratejistlerin varlığı da değil, anlatmaya çalıştığımız.
Bir bütün olarak devlet aygıtı, politika üretiminin neresinde ve nasıl yer alıyor? İstediğimiz kadar muhteşem planlar çizelim, ucu binyıllara uzanacak vizyonlar geliştirelim, bunları hayata geçirilmesi uygun araçların varlığına bağlı. Devlet aygıtı tam da bu ihtiyaca tekabül etmekte.
Bir ülke nasıl politika üretir? Kabile devletlerinde politika denen şey, “Şef”in ağzından çıkan politik nitelikli ifadelerin adıdır. Kurumsallaşmasını tamamlamış modern ülkelerde politika milyonlarca akıldan süzülerek gelen nihai bir akla ve arşive dayanılarak üretilir. Zira devlet siyasallaşmış toplumu ifade eder. Toplumun siyasal iradesi, demokratik bir anayasal çerçevede örgütlenen ve katılımcılığa dayanan bir kurumsal ağda üretilir. Siyasal partiler kontrol ettikleri devlet aygıtı eliyle ulusal ve uluslararası ölçekte bilgi toplar ve kararını bu bilgi ve arşiv üzerine inşa eder. Hükümetler bu malzemelere dayalı olarak politik kararlar alır. Toplumun başta tarihsel ve kültürel arşivlerinden ve bir bütün olarak toplumun enerjisinden beslenir.
Suriye analizleri kafa karıştırmasın
Ancak burada da durmaz. Alınan kararlar yeniden kurumsal yapılar tarafından rasyonelleştirilerek icraya dökülür. İcranın başarılı olması ise devlet aygıtının toplumsal onaya tabi olmasını, katılıma dayanmasını ve tabii ki hızlı, etkin ve denetlenebilir olmasını zorunlu kılar.
Tersinden söyleyelim: toplum ile devlet arasında yabancılaşma giderilmemişse, devlet aygıtı bilgi ve kararları yerelden merkeze rasyonelleştirerek taşıyabilecek şekilde kurgulanmadıysa ve merkezin aldığı siyasal kararı toplumsal ortak paydayı gözetecek şekilde icra edebilecek durumda değilse veya bunları hızla ve etnik bir şekilde hayata geçiremeyecek ise, yalnızca güçlü bir siyasal partinin ve güçlü bir liderliğin alacağı kararlar, 70 milyonun ortak aklının bir ifadesi olmaz, olsa rasyonel değildir, öyle olduğunu varsaysak da icra edilmesi pek mümkün olmaz. Elde böyle bir araç ile bölgesel ve küresel aktör olunmaz. Aksine bölgesel ve küresel felakete dönüşme riski daha yüksektir.
Suriye ile ilgili olarak üretilen kalabalık analiz ve tezlerden başımızı kaldırıp, siyasal düzenimize bakalım:
Osmanlı devleti çökerken, devlet seçkinleri, yani bürokrasi, son kaleyi kaybetmeme ve bunun için ittihatçılar gibi ülkeyi yeni bir maceraya atmama güdüsüyle siyasal yapıyı tanzim ettiler. Bu psikoloji o kadar etkin idi ki, misakı milli bir kenara atıldı. Lozan Antlaşmasına imza kondu. On iki adaların, Musul ve Kerkük’ün kaybedilmesine göz yumuldu. Halifelik kaldırıldı. Dış dünyaya ilişkin hiçbir iddianın bulunmadığı mesajı verildi. Siyasal yapı buna uygun olarak içe kapalı hale getirildi. Hatta ülkenin bu iddiasını sağlamlaştırma adına, Osmanlı ve Selçuklu dönemine ait tarihsel hafızanın sonradan başa bela olmaması için üstünün betonla örülmesi gerekiyordu; eğitim sistemi bunun aracı oldu.
Laikliği ve devrimleri bir de bu bağlamda yeniden okumak gerekir.
Anadolu toplumunun batıyla ilişkisi filtreli kanallar üzerinden muhafaza edildi. Ancak doğuya ait kanalları tamamen kapatıldı. Ait bulunduğu ormanda bir kafeste yaşamaya mecbur bırakılmakla birlikte başına fötr şapka geçirilen ve ara sıra batılı yiyecekler sunulan bir maymundan farksız hale getirildi. Toplum hem batıya ilişkin olarak sahici olmayan bir arşiv üretti, hem de 90 yıl boyunca doğuya ilişkin herhangi bir entelektüel birikime sahip olamadı.
Plastik cerrahi müdahale mi?
Başta Britanya olmak üzere batının politik tercihlerine uyan bu yapının uzun süre batı tarafından alkışlanması bu nedenle şaşırtıcı olmamalı.
Türkiye’nin 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının öngördüğü düzen böyle bir şey. İçe kapalı, ne doğuyu, ne de batıyı bilmeyen dolayısıyla her ikisine karşı, devlet egemenlerinin kontrolünde korku ve kaygı üreten bir yapı oldu. Dış politikası buna göre biçimlendi.
Şimdi toplum değişti, ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal dinamikleri değişti, arşivler üzerine dökülmüş beton bloklar parçalandı. Toplum içe kapalılığı aşarak dünya ile rasyonel bir ilişki kurma sürecini başlattı. Ancak onun iddialarını taşıyacak, onun geliştirdiği politik malzemeyi politik karara dönüştürecek ve icra edecek yapı, maalesef yukarıda tanımladığımız yapı. Yani yeni bir ruh, yaşlı ve kendini taşıyamayacak bir bedene sıkışmış durumda. Bununla yola nasıl devam edilecek? Suriye gürültüsü içinde birkaç dakikalığına bu soruya eğilelim, derim.
Türkiye’nin bir siyasal reenkarnasyona ihtiyacı vardır. Bu da katılımcı, özgürlükçü ve etkin bir anayasal düzen demektir.
Yüzyıllık siyasal iskelete dokunmayan, yalnızca temel hak ve özgürlükler kısmında göz boyayıcı söylemler enflasyonuyla işi kotarmaya çalışan bir anayasa yapımı, plastik cerrahi müdahalelerin sağlayacağı etkiden fazlasını sağlamaz.
Elimizdeki aygıt bu olduğu sürece, Suriye halkını diktatörlükten kurtaramayız, kendi toplumumuza zarar veririz. Bölgesel sorumluluklar bir yandan zorlarken, bu siyasal düzen ile meşruiyet çizgisini tutturmamız da çok zor. Tarihi ıskalayacağımız ise kesin.
Bunu anlatamıyoruz bir türlü...

13.06.2012

Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’ne ihtiyaç var mı?


13 Haziran 2012, Çarşamba

Osman CAN

İstiklal Mahkemeleri... DGM’ler... Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri... İstiklal kimlere karşı kullanıldıysa DGM’ler de onlara karşı kullanıldı. Yani dindarlara, muhafazakarlar, sosyalistlere ve ağırlıklı olarak Kürtlere karşı. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri antidemokratik sistemlerin tipik bir semptomu.
Bu mahkemeler Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin devamı niteliğinde olup 1971 yılında Anayasa’ya kondu. Anayasa Mahkemesi engeli nedeniyle hayata geçemeyince, darbe sonrası 1982 Anayasası’nda 143. madde olarak yeniden düzenlendi. Görev alanı ise “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya Devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuru- lur” biçiminde tanımlandı.
Tutuklama ve yargılama pratikleri bu mahkemelere ilişkin sorunun yalnızca bir boyutuna işaret etmektedir. Yani kimileri bakımından tutuklama sürelerinde ve pratiklerinde düzeltmeler yapılırsa sorun ortadan kalkacak zannedilmekte. Böyle zannedenler bakımından 3. Yargı paketi zaten gerekli düzenlemeleri içeriyor.
1982 Anayasası’nın DGM’lerin görev tanımını yaparken hür demokratik düzeni koruma” biçimindeki gayrı ciddi iddiasını geçtik.
Bu mahkemelerle ilgili sorun daha derinlerde bir yerlerde ve “nitelikleri anayasada belirtilen cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmak” olarak ifade edilen kısımda.
Bu görev tanımı 2004 yılında DGM’lerin yerine kurulan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (ÖYACM) için de geçerli. Ceza Kanunu’nun devlete karşı suçlar kısmı ile Terörle Mücadele Kanunu bu tanımlamayı somutlaştırmış durumda.
‘Düşman ceza hukuku’
Bu mahkemelere neden ihtiyaç duyulduğu sorusuna cevap vermek için iki soruya daha cevap vermek gerekir?
Devletin anayasayla belirlenmiş temel düzeni kimin düzeni?
Terörle mücadele kanunu gerçekte neyi koruyor ve neyi ikame etmek üzere kabul edildi?
Her iki sorunun bizi götüreceği yer hiç kuşkusuz ki, İstiklal Mahkemeler Kanunu, Hıyaneti Vataniye Kanunu, devleti ve ideolojisini kutsayan faşist İtalya ceza kanunu ve elbette bu kanunların yarattığı paradigma üzerine 27 Mayıs darbecilerinin inşa ettiği Anayasal düzenin bizatihi kendisidir.
Bunun bizi götüreceği diğer bir nokta ise “düşman ceza hukuku” kavramıdır. Özellikle 11 Eylül olaylarının ardından pek çok batı demokrasilerinde ceza mevzuatı düşman olarak nitelendirilen kesim ve kitlelere karşı daha “hassas” sensörlerle donatıldı. Ama bu sensörler daha çok “yabancı”ları algılamaya programlandı. Demokrasinin cilvesi bu. Demokrasilerde devletin toplumun bir kesitini düşman olarak görmesi mümkün değil. Görüyorsa demokrasi değildir.
Türkiye’de ÖYACM’nin yarattığı sorun tam da burada filizleniyor. Türkiye’de yüzyıllık ittihatçı-kemalist azınlık hegemonyası, çoğunluğun onayına hiçbir zaman sahip olmasa da, anayasal düzeni kendi ihtiyaçlarına göre inşa etti. Çoğunluğa ve diğer azınlıklara karşı koruma araçları da bu ihtiyacın bir ifadesi oldu.
Kısacası devlet aygıtı meşruiyetini toplumun genelinden almayınca, doğal olarak toplumun büyük bir kısmı onun için “düşman”; “düşman ceza hukuku” ve uygulama araçları da batıdan farklı olarak kendi yurttaşlarının sindirilmesinin aracı oldu.
İstiklal Mahkemeleri kimlere karşı kullanıldıysa DGM’ler de onlara karşı kullanıldı. Yani dindarlara, muhafazakarlar, sosyalistlere ve tabii ki ağırlıklı olarak da Kürtlere karşı...
Toplumun geneli düşman bellenince, bu mantık gereği düşmana karşı mücadele araçları da o oranda olağandışı araç ve imkanlarla donatıldı. Bu mantığın diğer bir sonucu da toplumun genelinin sistemi yıkmayı ve gerektiğinde şiddet yoluna müracaatı meşru görmesi oldu. Şiddet ise yeniden olağandışı araçların varlığını meşrulaştırdı. Yani aslında şiddetin yarattığı dehşet döngüsünden söz ediyoruz. Dolayısıyla ÖYACM’ler antidemokratik sistemlerin tipik bir semptomu...
İhtiyacı demokrasi azaltacak
Yüzyıllık hegemonyanın ve darbeci düzen aktörlerinin tasfiyesinde ÖYACM’lerin oynadığı olumlu rol de, bu aktörlerin sahip olduğu büyük güç karşısında, olağandışı yargılama araçlarına duyulan ihtiyaçla açıklanabilir. Doğal olarak devlet demokratikleşmeye, demokratik katılımcılığa dayandıkça ve toplumun tüm farklılıkları kurucu değerler olarak kabul edildikçe, bunlara yönelik ihtiyaç azalacaktır.
Kimi zaman olumlu roller üstlenmiş olması, onları demokratik bir sistem açısından risk olmaktan çıkarmaz.
Ancak burada bir hususun altını çizmek gerekir.
Türkiye dönüşüm sürecine girdikçe, yüzyılları aşan dışlanmışlıktan muzdarip olanların bu süreçte sorumlulukları vardır.
Zira Türkiye’nin yüzyıllık anayasal düzenini ayakta tutan direkler çökmekte, geleneksel egemen sınıf çözülmekte ve siyasal işleyişin dışında bırakılan toplumun yüzde 80’i siyasetin başat aktörüne dönüşmektedir. Bunların bir kısmının iktidarı kullanıyor olması, ötekilerin de muhalefette yer alması bu gerçeği değiştirmiyor. Zira bu iktidar muhalefet ilişkisi, konsolide olmuş bir demokrasideki ilişkiden çok, geçiş dönemini birlikte yönetme ve ülkenin demokratikleşmesini sağlamada işbirliğinin bir ifadesine, yani demokrasi koalisyonuna dönüşmelidir. Bu bağlamda iktidar yetkisini kullananlar eski düzenin araçlarını terk etmeli, muhalefet de buna yardımcı olmalı. Zira o araçların zehirleyici etkisi yüksektir.
Darbe ihtimali oldukça kalkmaz
Yani Kürt muhalefeti şiddet sarmalına sarıldığı sürece iktidarın eski düzen araçlarına ihtiyacı devam eder. Bu da demokratikleşmeyi engeller. Bu nedenle Kürt muhalefetinin şiddeti ve onun dilini terk etmesi şarttır.
Diğer yandan geçiş sürecinde eski düzen temsilcilerinin de demokratikleşmeye katkı sağlaması veya rıza göstermesi gerekir. Üstelik şimdi demokrasiye en fazla onların ihtiyacı var. Bu nedenle eski düzeni ihya etme ve bu amaçla demokrasi dışı oluşumları destekleme gibi tutumlardan behemehal uzak durmalı. Zira darbe ihtimali olduğu sürece geçiş süreci aktörlerinin ÖYACM’lere ihtiyacı ortadan kalkmayacaktır.
ÖYACM’leri demokratik olmayan düzen aracı olduğuna ve belirli bir şiddet ilişkisinden beslendiğine göre, bu mahkemelerden şikayet eden siyasi aktörlerin, demokratik, katılıma dayalı, hiçbir farklılığı dışarıda bırakmayan ve eski düzenin tasfiyesini esas alan yeni bir anayasayı talep etmesi şarttır.

‘Özel yetkili’ darbe tehditçiliği



Ergenekon, Balyoz, KCK vb. dava sanıklarının tahliye olacağını ileri sürerek ÖYM’leri savunmak bu mahkemelerin adalet için değil, düşman sindirmek için kullanıldığının itirafı olarak okunabilir.
YILMAZ ENSAROĞLU / SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü
Cumhuriyet’in ilanının üzerinden doksan yıl geçti ama darbe tartışmaları gündemimizden hiç düşmedi. Kuşkusuz bunda, cumhuriyetin kurucu kadrolarının önemli bir bölümünün, asker olmasının payı büyük. Dahası, Mustafa Kemal ve arkadaşları, kendilerine rakip olabilecek silah arkadaşlarını önce ordudan, ardından da siyasetten tasfiye etti ve ordu tamamen Kemalistlerin kontrolüne geçti. “Orduyu siyasetten uzak tutmak” adına yapılan bu operasyonlarla, ordu siyaset üzerindeki yegâne belirleyici aktör haline ge(tiri)ldi. Tek Parti döneminde herhangi bir sorun çıkması zaten beklenmiyordu ancak çok partili siyasi hayata geçtikten on yıl kadar sonra 1960 darbesi gerçekleşti. Bu darbeyle ordu askeri vesayet sisteminin temellerini kurumsal düzeyde attı ve siyasilerle birlikte ama arka planda durarak ülkeyi yönetmeye başladı. Bundan on yıl sonra, 12 Mart 1971 muhtırasıyla siyasete bir kez daha çekidüzen verdi; daha on yıl önce yaptırdıkları anayasanın millete bol geldiği gerekçesiyle bazı maddelerinde değişikliklere gittiler. Ne var ki, sıkıyönetim ve idamlar başta olmak üzere ağır güvenlik tedbirlerine rağmen, anarşi dinmedi.
Deli gömleği biçim biçim
Yine bu anarşiyi bahane ederek 12 Eylül 1980’de yönetime tamamen el koydular, anayasayı ilga ettiler, hükümeti ve Meclis’i feshettiler, tüm partileri, sendikaları, dernekleri vs. kapattılar. Bir kez daha anayasa yaptırarak halkı “ya evet ya da askeri yönetime devam” seçenekleriyle karşı karşıya bıraktılar. Bu dönemde sadece devleti değil, toplumu da yeniden dizayn ettiler ve kendilerini de hukuki koruma altına alarak 1983’te ülkeyi seçimlere götürdüler. Ancak bu arada temel kanunlar da dâhil, yüzlerce çok önemli kanunu ya yeniden yaptılar ya da çok köklü değişikliklere gittiler.
Böylece Türkiye’ye, otuz seneden beri içinden çıkamadığı deli gömleğini giydirdiler. Tabii 12 Eylül, çok köklü bir müdahale olduğundan hemen on sene sonra yeni bir darbeye ihtiyaç duymadılar. Ama yaklaşık 15 sene sonra, 28 Şubat 1997’de, bu kez post-modern bir müdahalede bulundular; hükümeti istifaya zorladılar, yeni pek çok yasanın çıkması için Meclis’i zorladılar. Ayrıca “silahsız kuvvetler”i devreye soktular.
2000’li yıllarda ise, henüz darbelerle tanışmadık ancak bir dizi darbe girişimine şahit olduk. Darbe girişimleri çeşitli nedenlerle başarısız kalan askerlerin epeyce bir kısmı halen yargılanıyorlar. Yargıyla, özellikle de özel yetkili savcılar ve mahkemelerle ilgili tartışmalar da, daha çok, tutuklu yargılanan bu yüksek rütbeli askerler dolayısıyla yapılıyor.
Demokrasi, darbeler ve yargı
Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin bir parçası olarak bizde yargının temel işlevi, bireyin hak ve özgürlüklerini değil, devleti korumak olmuştur. Silahlı bürokrasi de, darbelerle ele geçirdiği iktidarı, yargı eliyle meşrulaştırmıştır, güçlendirmiştir. Ancak bunu genel yargı kurumlarıyla yapmak yerine, tüm otoriter devletlerde olduğu gibi, özel yargı kurumları oluşturmuştur. Divan-ı Harbi Örfi’den İstiklal Mahkemelerine, Sıkıyönetim Mahkemelerinden Devlet Güvenlik Mahkemelerine ve nihayet bugünlerde tartışmaların odağına oturan Özel Yetkili Mahkemelere varıncaya değin, tüm bu istisnai yetki kullanan mahkemelerin hepsi, özellikle devleti korumaya yönelik olarak kurulmuş ve çalışmışlardır.
Ne var ki, söz konusu özel yargı kurumları, hukukun üstünlüğü ilkesini gözetmek, bireyin hak ve özgürlüklerini korumak, adaleti tecelli ettirmek yerine, devleti, daha doğrusu kendilerini devlet olarak kabul eden “muktedirleri” koruma saikıyla hareket etmiş ve dolayısıyla hepsi de birer devr-i sâbık yaratmışlardır.
Nitekim bu istisnai yetki kullanan mahkemelerin tarihçesine baktığımızda, pek de yüz ağartıcı bir sicillerinin olmadığını görürüz. Tam tersine, bu toprakların hukuk ve yargı tarihine yüz karası kurumlar olarak geçtiklerini söylemek mümkündür. Sadece İstiklal Mahkemelerinin kuruluş süreçlerine, o mahkemelerde binlerce idam kararını kolaylıkla veren görevlilerin niteliklerine bakmak yeter.
Ne var ki, bu mahkemelerin hepsi, bir önceki iktidar kadrolarını pervasızca, hukukun temel kurallarını ayaklar altına alarak yargılayıp, keyfi biçimde cezalandırdılar ama bir sonraki özel mahkemelerin sanığı olmaktan da kurtulamadılar. Bugünün muktedirleri, daha doğrusu kendilerini muktedir sanan kadroları, görevlerini sadece ve sadece hakkı, adaleti hakim ve kaim kılmak için yapmaz da, nefisleri, tercihleri, dostluk ve düşmanlıkları, çıkarları doğrultusunda kararlar alırlarsa, yarın bunların da aynen böyle, tabii hâkim ilkesi başta olmak üzere adil yargılanma hakkının temellerini yok sayan istisnai mahkemelerde yargılanmaktan kurtulamayacaklarını öngörebiliriz. İlginçtir, ayrıcalıklı yetkilerle donatılan özel yargı kurumlarına ve bu kurumların on binlerce insanı çok ağır biçimde cezalandırmasına rağmen, devletin güvenlik sorunu bir türlü çözülememiştir. Siyasi iktidarlar değişmekte ama ne devletin güvenlik kaygıları ne de özel yargı kurumlarına duyulan ihtiyaç son bulmaktadır. Bunun temel nedeni şudur: Dünyadaki tüm özel mahkemeler, adaletin peşinde olmak, zanlıları adil bir yargılamayla muhakeme edip suçluluğu kesinleşenleri yine hak ettikleri caydırıcı cezalarla cezalandırmak yerine, sahip oldukları yargı yetkisini, devlet (ama çoğunlukla kendi) düşmanlarını etkisiz hale getirmek için bir silah olarak kullanmışlardır.
Devletin bitmeyen güvenlik sorunu
Oysa darbecilerden ve yeni darbe tehlikelerinden korunmanın yolu, ele geçirdiğiniz darbe şüphelilerini olabildiğince hızlı ve adil bir yargılama ile yargılayıp cezalandırmaktır; gerçekten hukuku üstün kılmaktır. Ne var ki, olağandışı ölçüde uzun yargı süreçleri, kovuşturma ve soruşturma süreçlerinde gözlenen/iddia edilen çeşitli sorunlar, bu süreçlere eşlik eden medya operasyonları ve dezenformasyonları ile birleşince, kamuoyunda bu özel mahkemelerin de aynen selefleri gibi suçlu ürettiğinden yana kuşkular gittikçe artmaktadır. Öte yandan, darbe yapmayı başaramamış askerlerin yargılanmalarından yana bu tür ciddi şüpheler gittikçe artmaktayken, başarılı darbecilerimiz ise, akıl almaz biçimde ayrıcalıklı olarak yargılanmaktadırlar. Ne hikmetse, özel yetkililerimizin yetkisi, hâlâ Kenan Evren’i ve Tahsin Şahinkaya’yı duruşma salonuna getirmeye yetmedi; Mamak işkencecisi Raci Tetik’i getirtmeye yetecek mi, onu da göreceğiz.
Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması halinde Ergenekon, Balyoz, KCK vb. davaların sanıklarının hemen tahliye olacaklarını ileri sürerek, bu mahkemelerin kaldırılmamasını savunmak, anlaşılır gibi değil. Daha doğrusu, bu tür gerekçeler, tam da bu özel yetkilerin adalet için değil, düşman sindirmek için kullanıldığının itirafı olarak rahatlıkla okunabilir. Siz yargı sisteminizi elden geçirirken, hukukun üstünlüğü ilkesini nasıl daha verimli ve etkili işletiriz, nasıl daha adil bir yargılama yaparız vb. sorulara cevap aramıyor da, elinizdeki kimi dosya sanıklarının dışarı çıkıp çıkmayacakları üzerinden değerlendirmeler yapıyorsanız, yargı sizin elinizde muhteşem bir silah olarak iş ve işlev görüyor demektir.
Kaldı ki, bu tür istisnai yetkiler ve tedbirler işe yarıyor olsaydı, yeryüzünde hiçbir diktatörlüğün son bulmaması gerekirdi. Hukuktan çok devleti, hatta aslında kendilerini önemseyenler, hiç değilse İstiklal, Sıkıyönetim, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kararlarını ve o kararların doğurduğu sonuçları biraz incelemeli ve bu mevkilerde kendilerinin ilânihaye kalmayacaklarını unutmamalıdırlar. Yoksa hem Özel Yetkili Mahkemelerin Türkiye’nin demokratikleşmesinde en önemli rolü oynadıklarını, darbecilerin yargılanmasının sadece bu özel yetkiler sayesinde gerçekleştirilebildiğini söylemek hem de hâlâ ciddi ve “canlı bir dev”le karşı karşıya olduğumuzu, dolayısıyla bu mahkemelere dokunulmaması gerektiğini ileri sürmek, maalesef inandırıcı olmamaktadır. Hukuki düzenlemeler değerlendirilirken, kimlerin sevineceği ya da kimlerin işine yarayacağı gibi sonuca yönelik sorular üzerinden yapılan analizlerin hiçbir değeri yoktur; sadece sahiplerini ve niyetlerini ele vermektedir. Özel yetki(li)lere dokunulmamasını bu kadar naif gerekçelerle savunmak da, galiba hukuki değil, siyasi hassasiyetten kaynaklanmaktadır. Bakalım Özel Yetkili Mahkemeler, daha önce İstiklal, Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından defalarca çökertilmiş terör örgütlerini, özel yetkililer kaç yılda kaç defa daha çökertecek?
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye, yargılayanlardan ve yargılananlardan, doğuracağı sonuçlardan tamamen bağımsız biçimde, sadece ve sadece hukuk devletini güçlendirmek, yargının adaletin tecelli mekânı haline gelmesini sağlamak, yargının haksızlıklara aracılık etmesine son vermek amacıyla Özel Yetkili Mahkemeler meselesini tartışıp sonuca bağlamak zorundadır. Yoksa sırf yargının yol açtığı haksızlıklar, yeni darbecileri de, yeni terör örgütlerini de yeşertmeye yeter.
yensaroglu@yahoo.com