16.10.2012

Hüseyin Gülerce ve 28 Şubat Süreci


İnsana zorla yazdırdıyorlar.. Yaz diye damarına basıyorlar...

Bazen zamanında her şeyi yazamıyor veya her şeyi söyleyemiyorsunuz...

Bunun kendine göre bir çok sebebi ve saiki var... Ya imkanınız olmuyor ya uygun bir platform oluşmuyor ya da yazacak bir yeriniz olmuyor...

Olsa da bu sefer ona dokunma, buna dokunma, bunu es geç bunları ifade edersek zülfü yare dokunmuş oluruz,

Bu söyleyecekleriniz birilerini rahatsız eder haliyle rahatsızlık domino taşı teori ile başka yerlere ulaşır duvarına toslatılır...

Halbuki oluşturulan korku dağları aslında sana bu tavsiyede bulunanların -adına genel yayın koordinatörü veya başka şey de diyebilirsiniz- kafasında oluşturduğu engeller, bentler ve vehimler silsilesidir...

Biraz da menfaatleri ve ihtimalli dayanışmaları içerir bu yapı...

Söz uzar gider bu mecrada ve bitecek gibi de görünmez...

Biz sadede gelelim uzatmadan...

Aşağıya bir gazeteden bir haber iktibas ediyorum üzerinde yorum yapmak üzere AA mahlaslı...

"Gazeteci Yazar Hüseyin Gülerce, 28 Şubat sürecinde Zaman Gazetesi olarak, darbe olmaması için tansiyonu aşağıya çekmeye çalıştıklarını belirterek, 'Medyanın 28 Şubat'taki rolünden dolayı mesleğimden utandım' dedi. Gülerce, 'Ecevit, Merve Kavakçı'ya o çıkışı yapmasaydı belki darbe olacaktı. Darbecilerin elindeki bir kozu almış oldu' diye konuştu.

TBMM Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu, AK Parti İstanbul Milletvekili Nimet Baş'ın başkanlığında toplandı.

Komisyona bilgi veren Hüseyin Gülerce, Necmettin Erbakan'ın Libya gezisinde, Kaddafi'nin yaptığı konuşmada, yazılanlardan daha ağır bir hakaretler olduğunu belirterek, 'Refahyol hükümetinin düşürülmesi için düğmeye orada basılmış olabilir' dedi.

Gülerce, o dönemde ABD Dışişleri Bakanlığı'nda Refahyol hükümetinin nasıl düşürüleceğinin tartışılığını ifade etti.

28 Şubat sürecinde medyanın daha önceki dönemlerden daha kötü bir şey yaptığını, 'hükümeti devirme işinde gönüllü cepheye koştuğunu, her şeyi abarttığını' dile getiren Gülerce, 'Nijerya'ya giden Başbakan'a 'dikkat et yamyamlar seni yemesin' denir mi? Bu, gazetecilik mi?' diye sordu.

Silahlı kuvvetleri, kurum olarak cuntacılardan ayırt etmek gerektiğini dile getiren Gülerce, 'Medya ile iktidar böyle dönemlerde sarmaş dolaş olmuşlardır ama herkes böyle değildir. Mesleğinin hakkını veren insanlar vardı. Medyanın külliyen suçlanması da doğru değil. Medya da Türkiye'nin demokratikleşmesine yardımcı olmuştur' dedi.

'Yanlış atmosferden hepimiz etkilendik' ifadesini kullanan Gülerce, o dönemde yazılarının büyük çoğunluğunda Erbakan'a uyarıların yer aldığını anımsattı.

Zaman Gazetesi olarak; darbe olmaması için tansiyonu aşağıya çekmeye çalıştıklarını ifade eden Gülerce, 'Medyanın 28 Şubat'taki rolünden dolayı mesleğimden utandım' diye konuştu.

Zaman Gazetesi'ne o dönem baskı yapılmadığını, çünkü gazetenin 'yok sayıldığını' söyleyen Gülerce, 'Herkesin bir demokratik tövbeye ihtiyacı var' dedi.

Gülerce, 'Ecevit, Merve Kavakçı'ya o çıkışı yapmasaydı belki darbe olacaktı. Darbecilerin elindeki bir kozu almış oldu' diye konuştu.

-'Lütfen dengeli olalım hocam'-

Dönemin Zaman Gazetesi imtiyaz sahibi Alaeddin Kaya da 'Türk basını Zaman gazetesinin yaptığının onda birini yapabilseydi bu olaylar yaşanmazdı' dedi.

Medyanın işbirliği ile bu noktaya gelindiğini ifade eden Kaya, 'Bugün aynı medya dürüst davransa Türkiye'nin rengi değişecektir' diye konuştu.

Tansu Çiller ile Fethullah Gülen'in İzmir'de bir program vesilesiyle bir araya geldiğini, Gülen'in bazı belgeleri Çiller'e vermek istediğini, Çiller'in 'lütfen dengeli olalım hocam' diyerek odayı terk ettiğini aktaran Kaya, şunları söyledi:

'O günlerde yine bugünlerde olduğu gibi memleketsever insanların bize gönderdiği belge, bilgi ve kasetler oluyordu. Bunlardan biri, askeri şura öncesi askerlerin kendi arasındaki konuşmayla ilgiliydi. Şura daha başlamadan atılacakların sayısının 76 olduğu geçiyor o konuşmalarda. Ben bu kaseti Erbakan'a götürdüm ama Erbakan dikkate almadı. Erbakan, birinci gün şuraya gitmedi ikinci gün gitti. Erbakan sonraki günlerde yaptığı bir açıklamada, 'vallahi çok uğraştım, atılacakların sayısını 150'den 76'ya düşürdüm' dedi.'

Kaya, o dönemde Başbakanlık'ta verilen iftar yemeğinin bir bahane olduğunu, o yemekte sıkıntı yaratacak, insanların hesaba çekilmesini gerektirecek bir şey olmadığını kaydetti.

28 Şubat'ta Zaman Gazetesi'ne bir baskı olmadığını kaydeden Kaya, 'Ancak Gülen okullarına her gün baskın yapılıyordu. Biz teslim olmaya hazırdık, okulları verip kurtulacaktık ama süreç daraldığı için gerçekleşmedi' diye konuştu.

Bu haber içinde geçen Hüseyin Gülerce'ye ait ifadeleri okuyunca utandım... İnanın yüzüm kızardı...

Medyanın rolü nedeniyle mesleğinden utanmış!!!

Ecevit Merve Kavakçı'ya o çıkışı yaparak darbeyi önlemiş!!!

Daha neler neler... İnsanın biraz yüzü kızarır bunları söylerken...

Hiçbir şey söylemeyeceğim... Sadece bir teklifte bulunacağım...

O süreçte Zaman Gazetesinin yayın çizgisi iyi incelensin ne demek istediğim iyi anlaşılır...

Bir de o günlerde yayınlanan Zaman Gazetesinde Muhterem Fethullah Gülen Hoca Efendi'nin Küçük Dünyasını anlattığı röportaja baksınlar...

Dik durmak lazım dik...

Öyle demokratik tövbe laflarının arkasına sığınarak Demirel'in demokratik sabır lafı gibi yeni kavramlar icad ederek vaziyeti kurtarmak yakışmaz herkese..

Darbe önlenmiş!!! Sevsinler sizi...

Refahyol Hükümeti en ağır eleştirileri kimden almış o günleri yaşayanlar iyi bilirler de sadece susarlar...

Ben susmayayım bari dedim...

İsmet Özel'in desem öldürürler demesem öldüm diyor ya...

Ben de  sussam öldürürler susmasam öldüm demekten geri kalamıyorum...

Bugün Ergenekon sürecinde en katı tavırla bu örgüte karşı mücadelenin en ön safında yer tutmak, biraz da eğer geri gelirlerse canımıza okurlar şeklinde okunmalı değil mi???

O gün öyle bugün böyle...

Aynı yapı daha düne kadar el üstünde tuttuğu Ak Parti İktidarına da bugün en ağır eleştirileri getiriyor... Ne oldu ne değişti de cephe genişledi???

Sanki 28 Şubat sürecinin bir benzerini yaşıyoruz!!!!

Kimse karnından konuşmasın diyeceğim ama bunlar karnından da konuşmuyor...

28 Şubat sürecinde Zaman Gazetesi olarak, darbe olmaması için tansiyonu aşağıya çekmeye çalışmışlar!!! 

Gülerim ağlanacak halinize... 

Sizden başka tansiyonu aşağıya çekecek kimse yok muydu???

Kandıralı kimliğine bürünecek???


24.09.2012

Ağıt Yakan Basın!!!



Bazen yazmaya gerek hissetmezsiniz...
Hislerinize tercüman olanlar vardır. 
Bu aşağıdaki alıntı da öyle bir yazı... 
Yazarı tarafından hoşgörü ile karşılanacağını umarak yorumsuz yayınlamaya devam






Basın darbecilerin ardından nede ağıt yakar ki!
 
Darbe sevicilik yeni bir kılıkla karşımızda
Darbecileri suçüstü yakalayıp yargılamak sivillere ilk kez nasip oldu. Balyoz davası, sivil siyasetin yargıya verdiği cesaretle, bağımsız yargının bir darbe teşebbüsünü yargılayıp cezalandırdığı ilk örnektir.

Balyoz davası kararı bu bakımdan, Türk demokrasi tarihinin önemli dönüm noktalarından biridir. Sadece yargının değil, siyasetin de toplumun da rüştünü ispat etmesidir.

Peki böyle bir ülkede, yani toplumun kendi iradesini hiçe sayıp onun seçtiklerine karşı darbe yapan suçluları hiçbir zaman yargılayamadığı bir ülkede; böyle bir ilkin gerçekleşmesinin bütün toplum tarafından bayram sevinciyle kutlanması gerekirken bu tablo neyin nesi?

İki büyük muhalefet partisi; basının, STK'ların, kanaat önderlerinin neredeyse yarısı; büyük baroların (evet, baroların bile) bir kısmı ve toplumun bir kesimi mahkeme kararı karşısında yas tutuyor.
Darbecilerin ardından kahramanlık menkıbeleri yazıyor, marşlar söylüyor, ağıt yakıyor.
Ve bizim, tuttukları yasın sebebinin, davada savunma haklarının ihlal edilmesi, hukuka uygun bir yargılama yapılmaması olduğuna inanmamızı bekliyor. Darbeciler için değil, hukuk devleti için üzüldüklerini iddia ediyor!
Gülay Göktürk _ Bugün

Dinle, Balyoz Konuşuyor! (Yorumsuz)


Sadece bu plan semineri bile delil kabul edilse bu cezaların verilmesine yetecek büyük suçtur.


Sadece bu plan semineri bile delil kabul edilse Çetin Doğan ve arkadaşlarına bu cezanın verilmesine yetecek kadar büyük bir suçtur bu...

"Velev ki hepimiz kandırılmış olalım, iddia edilen belgeler sahte, sonradan iPad’le falan üretilmiş olsun. Sadece bu plan semineri bile delil kabul edilse yapılan baştan aşağı suçtur hem de Çetin Doğan ve arkadaşlarına bu cezanın verilmesine yetecek kadar büyük bir suçtur bu."




Taraf'tan Yıldıray Oğur 'Dinle, Balyoz konuşuyor' dedi, Balyoz Darbe Planı ile ilgili CD’lerde yer alan ses kayıtlarını köşesine taşıdı:

(Bu yazı Balyoz Darbe Planı ile ilgili sadece sahihliği üzerinde herhangi bir tartışma olmayan belgeler ve veriler kullanılarak 22 Eylül 2012 günü Microsoft Word 2003 programında 12 punto Times New Roman karakteriyle yazılmıştır.)
Balyoz CD’leri gazeteye geldiğinde işbölümünde bana 5-7 Mart 2003 tarihinde 1. Ordu’da düzenlenen plan seminerinin ses kayıtlarını dinlemek düşmüştü. Tamamını dinleyen ilk kişi ben olabilirim. Çünkü eminim o seminerin hazirunu bile bu kadar sıkıcı konuşmanın tamamını dinleme sabrını gösterememiştir.
Yazılan çizilenlere bakınca daha sonra da kimsenin o ses kayıtlarının tamamını dinleme sabrını göstermediğini anlıyorum. İddianameye bakılırsa buna savcılar da dâhil.
BİR ÇİFT DUYAN KULAK YETERLİ
Hâlbuki o ses kayıtlarında dinlediğimiz şeyin suç olduğunu anlamak için ne ABD’de kriminal laboratuara, ne Microsoft’tan bilirkişi raporuna, ne de Harvard’dan profesörlüğe ihtiyaç vardı. Bir çift kulağa sahip olmak yeterliydi.
Zaten sahte belge üretmeye ne hacet, 2003 yılında adeta bir siyasi parti, rejimin bodyguard’ı gibi çalışmakta olan TSK’nın arşivinden gözü kapalı çekilecek herhangi bir belgenin normal bir demokraside ve hukuk devletinde sonu müebbet hapis cezasıyla bitecek bir davaya dönüşme olasılığı yüzde elliden aşağı değildir.
İddianameden ıslak imzalı, Microsoft onaylı, tartışma dışı bir belge çekelim.
Ocak-Şubat 2003 tarihli iki adet Kara Kuvvetleri Komutanlığı “Durum Değerlendirmesi” raporu. Bu iki rapor seminerden bir gün önce 4 Mart 2003 tarihinde 1. Ordu İstihbarat Başkanı Kurmay Albay İzzet Ocak imzasıyla gizli ve kişiye özel olarak Harekât Başkanlığı’na şu ön yazıyla gönderiliyor. “Kara Kuvvetleri Komutanının yaptığı değerlendirmenin öncelikle plan seminerine katılacaklar olmak üzere Başkan, Pl./Pl.Eğt.Ş.Md seviyesindekilerce okumasına.”
Yani savaş oyunu oynandığı iddia edilen o plan seminerine gelenlerin zorunlu okuma parçası bu rapor. “Erdoğan’ın siyasi yasağını kaldırmaya çalışıyorlar” ile başlayan rapor, AKP’nin irticai kadrolaşmasıyla devam edip, memleketten türbanla derse giren kız haberleri ve havaalanındaki bikini reklamlarını indiren hacılar ile bitiyor. En kritik paragraflardan birini okuyalım:
“AKP’nin, TBMM’de yapılan oylamayla, halkı Müslüman olan Irak’a karşı muhtemel bir harekâtta kullanılmak üzere Türkiye’deki üslerin modernizasyonu için ABD’ye izin vermesi ile; ABD ve müttefiklerinin desteğini alacağı, partinin buna ihtiyacının olduğu çünkü Refahyol deneyiminden sonra kendilerini güvende hissetmediği, iç politikada TSK engelini aşmada Batı ile işbirliğinin gerektiğine inandığı.”
Bunu yazan, okuyan askerler darbe planlamazsa ne olur? Bunun kendisini yazmak, dağıtmak, okumak bir muvazzaf asker için müebbetlik suç değil midir zaten?
Değildir diyenler için Çetin Doğan’ın seminer açış konuşmasına kulak verelim:
“Bu plan çalışmasında yalnız şimdiye kadar olan plan çalışmalarının dışında belki de Türkiye’de ilk defa ordu çapında bizim planlarımız içerisinde yer almakla beraber ikinci plana ittiğimiz aslında günümüzdeki gelişmeleri dikkate aldığımız zaman birinci öncelikli ele almamız gereken iç tehdidi bu seminerde öne alıyoruz.”
Bu iç tehdit nedir, onu da Çetin Doğan’ın kapanış konuşmasından öğrenelim:
“Arkadaşlar bu plan seminerini, 1. konjonktürel gelişmelere göre dikkatlerimizi nerelerde yoğunlaştırmamız gerektiğini ortaya koymak için yaptığımı herhalde hepiniz anlamışsınızdır. Yani buradaki Yunanistan meselesi tali bir meseledir... Söylediğimiz her söz, atacağımız her adım evvela laik demokratik cumhuriyetin korunması ve kollanılması, kollanması için olmalıdır. Laik demokratik cumhuriyetten daha üstün, bundan daha büyük tehlikemiz yok mevcut durum içerisinde...”
Peki, ne yapılacak bu büyük tehdide karşı? Yine Çetin Doğan’ın seminerdeki sesinden dinleyelim:
“Evet, içteki birlik bütünlüğü nasıl sağlayacağız arkadaşlarımız bu konuyu işte gündeme getirdiler milli birliğin ve beraberliğin oluşmasında evvela inandırıcı milli birliğin sağlayıcı bir hükümetin varlığı ile olur. Dini öne çıkartan ümmet anlayışını öne çıkartan bir anlayışla milli birliğimiz hiçbir zaman sağlanmaz. İnsanların dini inançları farklı farklıdır. Bu eski ümmet Osmanlı döneminde din adına, gaza yapma adına savaşlar vardı eski dönemlerde bütün ulusları işte 7 yıl 40 yıl 100 yıl savaşlarına falan soktular ama şimdiki dönemde ulusal çıkarlarımız ulus-devlet olmanın özelliğinden dolayı ulusal birliğimizde ilk Atatürk’ün o sözü ulusal birliğimizi öne çıkartır. Bunun içinde her şeyden önce evet hükümetin ve meclisin kendisine çekidüzen verdirici ben onu söyleyeceğim şeyde Genelkurmay Başkanına, Kuvvet komutanına diyeceğim ki siz meclisi ve hükümeti uyarıcı bu gidişe dur deyici bir ültimatom verin gerekirse. Gerekirse çağırın bu işin sonu b..ktur işte sonunuz böyledir. Bu konuda gerekli tertip ve tedbirleri alın. Evvela ulusal birliğimizin evvela inandırıcı bir milli mutabakat, buraya öyle yazmışım. Milli Mutabakat Hükümeti kurulması sureti ile halkın tasvip edeceği tarafsız bağımsız daha tek. Edeceği bu kadar gaile içinde ülkeyi daha sonra bütün bu gailelerden sonra seçime götürecek bir hükümetin kurulması en önemli birinci ...... (anlaşılmıyor) bu tabi, bu öngördüğümüz senaryonun içerisinde öngördüğüm bir çözüm tarzı hani bugün de gidip onu şu anda yapın diye gideceğim yok yanlışta anlamayın. Bizim yaptığımız tekliflerimiz vardır. O teklifleri de şimdi sizlerle paylaşmak istemem...”
Bu plan seminerinin neden yapıldığını hepiniz anlamış olmalısınız.
Hâlâ ikna olmayanlar için seminerden yükselen bugüne kadar pek de gündeme gelmeyen seslere biraz daha yakından kulak verelim. Savcıların nedense iddianameye bile almadığı şu diyaloga bakın:
Çetin Doğan: “Şimdi toplumsal olaylarda polisin kontrol edilmesi gerekiyor tabi bu durumda. Onlarda yeni silah araç ve gereçler var. Bunları kontrol etme yahut polisi bu bölünmüş olan polisi ya etkisiz bırakma bir bölümüyle ya bir bölümünü etkimiz altına almak için bir tertip ve tedbiriniz var mı?”
Komutan (Adı belirsiz): “Komutanım biz de bunların jandarma nezaretinde kullanılmasını ve çok sıkı kontrol altında tutulmasını düşünüyoruz.”
Komutan 2 (Adı belirsiz): “4000 polisi böyle bir durumda kontrol altına alma imkânımız var komutanım. Ama polisin özellikle istihbarat, narkotik vb. şubelerinde faaliyette bulunanlarının ne yapacağı konusunda ben şahsen tereddütteyim.”
Komutan 3 (Adı belirsiz): “Bizim yanlımız olmayan bir tutum içindeler. Bunu kullanırken sizin sorunuz sıkıyönetim şemsiyesi altında polisi kullanırken EMASYA görevlerindeki hiyerarşik diziyi kullanamayacağız.”
Çetin Doğan: “Mesela ben şimdi görüyorum şimdi Ankara şey İstanbul içerisinde bazen resmi fors çekerek ender olmakla beraber dolaştığım oluyor. Bir kısım polisler afedersiniz k...ı dönüyor. Böyle belli ki silahllı kuvvetlere po...suyla bağlı tamam mı öyle bir yakınlık gösteriyorlar bize.”
Komutan 4 (Adı belirsiz): “Ben Ankara’da seneler önce görev yaparken Mehmet Aydın, Fehim Adak, Hasan Aksay, Necmettin Erbakan ile aynı apartmanda oturdum. Bu kişiler bu ekip işbaşına geldiği zaman bunların koruması için apartmana polisler geliyordu. Bunların hepsi masa üzerlerinde namaz kılan, takunyayla gezen apartman içinden kişilerdi. Komutanım seçimlerden sonra gazetelerde şöyle bir haber geçti kırıntı gibi bilmiyorum arkadaşlardan da okuyan var mı ben okudum Tayyibi tebriğe gidenlerin arasında çok sayıda emniyet mensubunun olduğuna dair şöyle bir iki haber vardı.”
Devam edelim. Başka bir diyalog:
Albay Memiş (23. Piyade Alay Komutanı):
“37. Yansı. Komutanım harekâtın 3. Safhasında geçmişte irticai yıkıcı bölücü faaliyetlere karıştıklar tespit edilen şahıslar gözaltına alınacaktır. Gözaltına alınan ve tutuklananlar başlangıçta Üsküdar bölgesinde Burhan Felek Spor Tesisleri’nde, Ümraniye’de Netaş Misafirhanesi’nde, Kadıköy’de Fenerbahçe Stadyumu’nda toplanacak bilahere sorgulanmak üzere Ümraniye Cezaevi’ne götürülecek jandarma ve polis sorgulama timleri vasıtasıyla sorgulanacaktır.”
Çetin Doğan: “Kadıköy İmam hatip Lisesi Müdürü ..... şey yok mu onları falan almıyorsun yani?”
Albay: “Komutanım Kadıköy’ün sorumluluğu bana sonradan verildi, ben onu ismini tam olarak alamadığım için buraya yazmadım komutanım. Normalde o da alınacak komutanım, Üsküdar ve Ümraniye’de olduğu gibi.”
Seminer sırasında yapılan sunumlardan birine kulak kabartalım:
Tuğgeneral Varol (2. Zırhlı Tugay Komutanı):
“Tugayın sorumluluk bölgesi Maltepe, Kartal Pendik Tuzla ve Sultanbeyli ilçelerini kapsamaktadır. Tuzla Belediye Başkanı idris Güllüce ve Sultanbeyli Belediye Başkanı Yahya Karakaya yerine tespit edilen personelle değiştirilecek.”
Plan seminerinde herkes biraz sinirlenmiş anlaşılan. Daha sonra MGK Genel Sekreterliği de yapmış dönemin 5. Kolordu Komutanı Korgeneral Şükrü Sarıışık da oyun oynadıklarını unutmuş gibi:
“Bu konudaki bir başarısızlık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin pasifize olmasına, bunun sonucu olarak da Atatürk ilke ve inkılâplarının temeli olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaçağ taassubuna bürünmüş bir yapıya dönmesine sebep olacaktır. Aldığımız istihbarat ve yaptığımız değerlendirmelere göre İstanbul’da yaklaşık 200-210 bin, İzmit’te 21 bin, Adapazarı’nda 12 bin olmak üzere toplam 240-250 bin kişinin irticai ve bölücü unsurlara destek verebileceği değerlendirilmektedir. Özellikle İstanbul ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki olaylara İsrail örneğinde olduğu gibi kesin süratli ve sert tedbirler alınmadığı takdirde bilhassa irticai olayların ülke geneline yayılma ihtimali mevcuttur. Kurtuluş savaşından sonra olduğu gibi gerekli tedbirler alınmalı ve irtica sempatizanları da asimile edilmelidir.”
En açık sözlü olan komutanın adı bilinmiyor. Ama “bunu demek istemezdim ama anlamadınız bir türlü” diye ağzındaki baklayı çıkarmış:
“Şimdi bu ülkede gerçek vatanseverler ne yapacak yani şimdi onların karşısında bir kitle de yani onlar nasıl silahlanmışsa buna karşı bundan evvelki olduğu gibi onlara karşı bir harekât icra edilince yeni bir oluşum ortaya çıkacak yani. Buna silahlı kuvvetler müdahale mi edecek yoksa teşvik mi edecek yani bu oluşum içinde ülkenin yüzde oy potansiyeline baktığımızda ortaya çıkan irticai tablonun karşısında da yüzde 80’e yakın bir rakam var. Yani bunların da örgütlenmesi halinde, organize olması halinde, irticai unsurlara karşı yapılabilecek karşı bir harekâtın da olabileceğini göz ardı etmemek lazım. 1. Tugay komutanımızın söylediği konu aslında 12 Eylül öncesinde ülke yangın yerine dönmüş her gün 50 tane insan ölüyordu. Sağ sol birbirine girmişti. Ama bir 12 Eylül darbesi bütün bunların hepsini ortadan kaldırdı. O ülke sütliman haline geldi. E şimdi böyle bir tehdidin ortadan kaldırılması için fazla uğraşa gerek yok. Yani kuvvetleri sağa sola göndermenin bana göre yapılacak en kolay harekât tarzı bir 12 Eylül gibi harekâtın baştan itibaren organize edilmek suretiyle bir anda söndürülmesi imkân sağlar diye düşünüyorum. Burada tabii, burada söylemek istemedik ama sonunda bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Bundan sonraki konuşmalarda da dikkate alın...
2003 yılında AKP’nin iktidara gelmesinden aylar sonra 1. Ordu’da irticai kalkışmaya karşı plan seminerinde adıyla bahsedilecek kadar samimi olunan “Tayyib” herhalde komutanların devre arkadaşlarından biri olmalı.
Ama Balyoz konusunda ekspert ilan edilen Sedat Ergin için tüm bunlar sadece “sevimli değil, bir dizi problemli ifade”den ibaret. Harvardlı damat ve Çetin Doğan’ın ABD’de akademisyenlik yapan kızı için de bunlar “liberal-demokrat düşünce kalıplarını zorlayan rahatsız edici ifadeler” ama suç değil.
Bu konuşmaların Türkiye’nin askerî vesayet yıllarının ünlü bir Ankara temsilcisinin kulaklarını tırmalamaması sürpriz değil. Ama 2008’de Obama’nın seçilmesinden aylar sonra Pentagon’daki bir plan seminerinde “rejim düşmanı” 200 bin Demokrat’ı Yankee Stadyumu’na doldurmaktan, Beyaz Saray’a solcu ve siyahî olmayanlardan oluşan bir milli mutabakat hükümeti kurmaktan bahseden bir grup general bir de üstüne “FBI’ya güven olmaz, onlar Barack’ı tebrik için ziyaret etmişlerdi” diye konuşsa başlarına ne geleceğini tahmin etmek için Harvard’da profesör olmaya gerek yok herhalde.
Bu arada iyi ki Kenan Evren’in Harvard’da profesörlük yapan damadı yoktu. Yoksa 12 Eylül’ü de “O işkence aleti 1985’ten sonra keşfedildi” diye tartışırdık..
Balyoz haberinin altında imzası olan üç kişiden biri olarak bütün bu sahihlik tartışmalarını, sahtelik iddialarını değersiz bulduğumdan demiyorum tüm bunları. Yargıtay aşamasında bu iddialar daha titizlikle incelenmeli, kafalardaki soru işaretleri mutlaka giderilmelidir. Özellikle seminerde bile bulunmayan, adı sadece bir kâğıda yazıldığı için suçlanan insanlarla ilgili hakkaniyetli bir değerlendirme yapılmalıdır. (Emir kulu olmanın masumiyete yetmediğiyle ilgili içtihat içinse, bakınız Nazilerin yargılandığı Nürnberg Mahkemeleri.)
Ama tüm bunlar kulaklarımızın duyduğu gerçeğini değiştirmiyor. Velev ki hepimiz kandırılmış olalım, iddia edilen belgeler sahte, sonradan iPad’le falan üretilmiş olsun. Sadece bu plan semineri bile delil kabul edilse yapılan baştan aşağı suçtur hem de Çetin Doğan ve arkadaşlarına bu cezanın verilmesine yetecek kadar büyük bir suçtur bu.
Bir kadına beş kez tecavüz etmiş bir adam, altıncı kez aynı kadının kapısında kemerini çözerken yakalanınca “Ama hayır bu kez tecavüze yeltenmedi, çünkü o kemer o yıl üretilmedi” diye bu kadar kendinden emin en öne atlayıp hararetle savunmaların hangi vicdana ve adalet anlayışına sığdığını herkes bir düşünsün.
Bana bu çiğ tavuk, bırakın eski Kemalist asker dostlar için ya da kayınpeder için baba hatırına bile yenmez geliyor.

4.09.2012

Terör Davutoğlu ve Fidan'ı Hedef Alıyor


font boyutu04 Eylül 2012 



''Biz Suriye, Irak, İran üzerine odaklanmışken sanki birileri Türkiye'nin iç siyasetini tanzim ediyor...''



Terör Davutoğlu ve Fidan'ı hedef alıyorTerör yine evlatlarımızı elimizden almaya devam ediyor. 30 yıldır süregiden bu mücadele hepimizi canından bezdirmiş durumda. İktidarlar değişiyor, liderler değişiyor, vizyonlar değişiyor, politikalar değişiyor, lakin sonuç hiç değişmiyor. Sadece haziran ayından bugüne hayatını kaybeden insan sayısı 800 civarında. Bunların 500'ü PKK'lı, 200'ü asker/güvenlik görevlisi ve kalanı da sivil kayıplar. Rakamlar da gösteriyor ki, terörle mücadelede tarihimizin en kanlı dönemlerinden birisini yaşıyoruz.

Suriye'nin içine girdiği istikrarsızlık ortamından da beslenen bu durum, Irak'ın dağılması sürecinde de benzer bir görüntü veriyordu. Nitekim 1990'lı yıllara dönüş retoriğinin altında da bu veriler yatıyor. PKK saldırıları içerik ve boyut değiştirmiş durumda. Bir yandan eylemlerin tahrip gücü giderek artıyor, diğer yandan eylem taktikleri çeşitleniyor. Karşımızda kırsaldan şehirlere uzanan, alan hakimiyeti kurmaya dayanan ve adam kaçırmadan, bombalamaya, mayınlı saldırılardan ordu formatında ilçe basmaya kadar yayılan yeni bir perspektif var. Bu durumun yarattığı görünür sonuçlar kadar, yan etkiler ve sorgulamaya değer detaylar olduğunu düşünüyorum. Bu bir problemse bilinmeyenleri denklemin içerisine yerleştirmek lazım. Şu sorular önemli.
 
1- Yaklaşık 30 yıllık terörle mücadele tarihimizde PKK eylemleri nedeniyle iktidarların sorgulanması, eleştirilmesi çok sık rastlanan bir durum. Lakin ilk defa bu dönemde terör ile Türk dış politikası bu denli ilişkilendiriliyor ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu topun ağzına konuluyor. Bugün kamuoyunda yaratılan algı PKK terörünün neredeyse Davutoğlu ile başladığını düşündürtecek kadar 'sıfır sorun' ve 'stratejik derinlik' konusuna takılmış durumda. Oysa PKK, Ahmet Davutoğlu henüz bir öğrenci ikenden de vardı, ondan sonra da bitmesi çok mümkün görünmüyor. Türk dış politikasını eleştirmek ayrı ama onu sanki terörün sebebiymiş gibi göstermek ayrı bir mevzu. Geldiğimiz noktada PKK meselesi tarihte ilk defa bir Dışişleri Bakanı'nı istifaya götürebilecek bir içerikte derinleşiyor. Yerkürede terörle Dışişleri Bakanı'nı ilintilendirmiş başka bir ülke var mıdır bilemiyorum ama bir yerlerde fırsattan istifade başka kazanlar kaynatılıyor gibi görünüyor. Kısa bir süre önce yüzyılın düşünürleri arasında gösterilen Davutoğlu, sanki uluslararası platformlarda birilerinin ayağına basmanın bedelini ödüyor.

2- PKK'nın saldırıları bugüne kadar olduğundan çok daha askeri formata bürünmüş durumda. Teröristler geniş kalabalıklar halinde ordu karargahlarını, karakolları basmaya cüret edebiliyorlar. Yakın zamana kadar bu tip baskınlarda ve askeri başarısızlıklarda Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelen eleştiri okları, ilk defa bu dönemde MİT'e çevrilmiş durumda. Ne olsa Hakan Fidan ve MİT gündeme geliyor. Bu durumda da insanın aklına şu soru takılıyor. Ne oldu da 30 yıldır adı geçmeyen istihbarat teşkilatının zafiyetleri bir yıl içerisinde bu kadar belirgin hale geldi? Zaaf var tamam da, daha önce niye hiç değinilmezdi? Hakan Fidan'ın kişisel olarak temsil ettiği ve birilerinin takıldığı bir şey var, o açık ama en azından ben bilemiyorum. Öğrenirsem yazarım.
 
3- Dünya sathında bakıldığında normal şartlarda terör eylemlerinden sonra içişleri bakanları suçlanır; zaman zaman istifaya davet edilir; eylem sayısı artıyorsa bu onların başarısızlığı addedilir. Oysa son dönemde terör meselesiyle ilgili olarak İçişleri Bakanımız değil, 'eski İçişleri Bakanımız' Beşir Atalay suçlanıyor. Yıllarca müzakere, diyalog, barışçı çözüm diyen liberaller, bugünlerde açılımın mimarı olarak bilinen Atalay'ı hedefe oturtuyor. Öyleyse muhtemelen Atalay, AKP içerisindeki bir siyasi çizgiyi temsil ediyor. Bu siyasi hat hangisidir, neyi temsil eder bilemiyorum ama şimdiki terörden eski bakanın suçlanması da bizde bir ilk olarak tarihe geçiyor.
 
4- PKK'nın son saldırıları net bir biçimde AKP'yi vuruyor, üstelik hem dışarıdan hem de içeriden. Anketlere bakıldığında bir yanda oy oranlarında eksilme, diğer yanda da yeni bir siyasal parti beklentisinde yükselme görülüyor. Bugünkü şiddet Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de tabanını hazırlıyor. Biz Suriye, Irak, İran üzerine odaklanmışken sanki birileri Türkiye'nin iç siyasetini tanzim ediyor. Peki kimler tasfiye oluyor? Bekleyelim görelim.

Deniz Ülke Arıboğan / Akşam 

23.08.2012

Kötülüğü farklı terazide tartmak


23 Ağustos 2012, Perşembe

Berat ÖZİPEK


Sabah saatin dördü.
Gün henüz ışımamış. Diyarbakır’da kaldığım otelin penceresinden sokakları seyrediyorum.
Sabah ezanları okunuyor, kuş sesleri geliyor. Şehir sakin bir güne başlıyor.
Temizöz Davası’nı izlemek için Ufuk Uras, Gülçin Avşar ve diğer arkadaşlarla birlikte İstanbul’dan geldik.
Bu davanın unutulmasını ve unutturulmasını istemediğimiz için. Kirli bir savaşta yitip giden canlara karşı borcumuz olduğuna inandığımız için...
Bu dava sahipsiz olduğu için… Davanın ilk günleri, gruplar halinde gelip basına fotoğraf veren BDP’lilerle onlara yakın avukatlar ordusu daha sonra uğramayı unuttuğu için...
Ergenekon Davası’na kayıtsızlığını “iyi ama Fırat’ın doğusuna gitmiyor”a bağlayan ama artık bahanesi tükenen Türk solu ilgisiz kaldığı için…
Diyarbakır Barosu üstüne düşeni yapıyor. Ama mahkeme salonunu korucu yakınları domine ediyor ve yakınlarını kaybetmiş 16 acılı kadın, sessizce, eşlerinin ve oğullarının katili olarak teşhis ettikleri insanlarla aynı ortamı paylaşıyor.
Arada ikisiyle konuşuyorum. Orta yaşlı bir ev kadını, yargılanmakta olan bir kişinin ismini söylüyor. “Kocamı alıp götüren oydu” diyor, “iki çocuğumu alıp evine gittim, bırak dedim, ama köpeklerini üstüme saldırttı, …nın evine sığındım” diyor.
Adliye binasında birçok tanıdığa rastlıyorum. Mersin barosundan avukat bir arkadaş yan salonda Kürtçe savunma krizine takıldığı için ilerlemeyen ve dolayısıyla pratik olarak hiçbir katkısının mümkün olmadığı KCK davasına destek için gelmiş. Ama o da öteki “duyarlı” arkadaşlar da yan salondakine uğramıyorlar.
**
BDP bu davaya ilgi göstermiyor. Brüksel’de Dersim Konferansında Sabahat Tuncel’e soruyorum, aldığım cevaba inanamıyorum: “Sanki kimse mi kaldı gidecek, herkesi içeri aldılar” türünden bir şey söylüyor.
Düşünebiliyor musunuz, Diyarbakır’da koca salonda biz yedi kişi varız, yedimiz de İstanbul’dan gelmiş, korucu yakınlarının arasında kaybolmuş durumda davayı izliyoruz, ama Diyarbakır’da kimse kalmamış. 14 Temmuz mitingine gidecek kimse çok, ama Temizöz davasına yok!
Elbette gerçek neden bu değil. BDP’nin baştan beri davaya kayıtsızlığı da bilinçli bir tercih. Çünkü KCK Davası “Hükümeti” vuruyor, Temizöz Davası “Devleti.” Daha doğrusu “AKP Devleti”nin itişe itişe kendisine yer açmaya çalıştığı Kemalist oligarşinin devletini.
**
Gültan Kışanak’ın Uludere sonrası Meclis konuşmasını hatırlıyorum.
Racine’in Andromak’ındaki gibi güçlü bir tiratla sesleniyordu dinleyenlere, “hiç mi vicdanınız sızlamadı” diyordu, “bu katliam karşısında tüyleri ürpermeyenin insanlığından da vicdanından da şüphe duyarım” diyordu.
Haklıydı.
Ama onu dinlerken, aslında onun bir cinayeti kınamadığını biliyordum. Yarın PKK öldürdüğünde aynı tiradın onda birini duyamayacağımızı da. Nitekim öyle oldu. Hala da öyle.
Çünkü sadece o değil, diğer BDP’liler de kötülüğü aynı terazide tartmıyor. Tıpkı birilerinin Kürtlere karşı işlenen cinayetleri aynı terazide tartmadığı gibi.
O zaman anlıyorsunuz ki onların asıl kınadıkları işlenen cinayetin kendisi değil.
**
Antep’teki vahşeti ister PKK yapmış olsun ister olmasın, bunun ona bakışımızı değiştirmemizi gerektirecek bir anlamı yok. Sonuçta kan dökmekten kaçınmayan bir örgütten söz ediyoruz ve onun bayramı kana bulayan diğer cinayetleri de daha az kötü değil.
Ama Kürt milliyetçiliğiyle malul olanlar bunu göremiyor. Tıpkı Türk milliyetçiliğiyle malul olanların devletin işlediği cinayetleri görmeyi tercih etmedikleri gibi.
Milliyetçilik körleştiriyor.
Bir diğer sorun ise, kendisinden kanaat önderi olması beklenen pek çok ünlü ismin “muhalif aydın” olmanın raconunu hakikate şahitliğe tercih ediyor olması.
Diğer bazılarının sorunu ise, doksanlı yılların sistematik devlet terörü, JİTEM, faili meçhuller ve yargısız infazlar döneminde sabitlemiş olmaları ve hala o yılların refleksleriyle hareket etmeleri.
O yıllardan bugüne nelerin değiştiğinin farkında olmamaları. Belki de görmenin yükleyeceği sorumluluktan kaçmaları.
**
Bugün bu ülkede silahlı mücadelenin koşulları yok.  Silahlı mücadelenin koşullarının bulunmadığı bir ülkede ister sivil olsun ister asker veya polis, insan öldürmek cinayettir. Ama bu cinayet sürekli işleniyor.
Alper Görmüş son yazısında Hüseyin Aygün’ün şu sözlerine yer veriyor:
“Türkiye’deki aydınlar uzun süredir, PKK’nın kuyruğuna takılmış durumdalar. Eleştiri yapmıyorlar, sadece devlete, hükümete çağrı yapıyorlar. PKK da yapsa, Uludere’de Türk savaş uçakları da yapsa, şiddeti her zaman reddetmeliyiz. Çok vicdansız buluyorum, devlet bir şey yaptığında yerden yere vuruyorlar, örgüt, bir sürü kişiyi, sorgusuz sualsiz kurşuna diziyor, tek bir kelam etmiyorlar. Bir sivili öldürmenin gerekçesi olabilir mi? Türk gençleri yönünden bakan da yok, sanki onları bir ana doğurmadı. Şiddete bir girdiniz mi, şiddet sizi mahveder, örgütü de askeri de mahveder.”
Demokratlığı CHP’ye fazlasıyla bol gelen Dersim Milletvekili haklı.
Gerçekten de Türkiyeli aydınlar uzunca bir süre neyin değiştiğini fark etmediler. Ya da kolay olanı tercih ettiler, asıl mayınlı alana girmediler. Bazıları devlete ne yapmaları gerektiğini rahatlıkla söylerken aynı anda“biz PKK’ye ne yapması gerektiğini söyleyemeyiz” dedi, diğer bazıları da adaleti devlete duydukları haklı tepkiye kurban etti. Siyasi hatayı taammüden işlenmiş cinayetle aynı terazide tarttı.
Kendisini demokrat sanan milliyetçilerle aynı virüsü kapmış yeniyetme twitır kovboylarının alkışlamasını, zor bir pozisyonda dengede durmaya çalışmaya tercih etti.
Oysa birlik beraberliğe falan değil, adalet duygusuna her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz.
Belki de tek ihtiyacımız, kötülüğün kötülük olduğunu kabul etmek. Yapılması gereken, zalimi ve onun yaptığı kötülüğü mistifiye etmemek, şiddeti mantığa büründürmemek.
**
İnsanın yaşama hakkını siyasi sebeplerle ihlal etmek yapılan işi siyasi suç yapmaz. Siyasi sebeple insan öldürmek, siyasi değil, adi bir suçtur. Bunu yapanın mücadelesi de saygıdeğer değildir, onu meşru görenin tutumu da.
Ama herkesin çıldırdığı yerde birilerinin sağlıklı kalması gerek.
PKK kan dökmeye devam etsin veya etmesin, anadilde eğitim başta olmak üzere, Kürtlerin haklarını buna hiçbir biçimde sürece endekslemeden, isterse dünya yıkılsın, aynı kararlılıkla savunmak gerek.
BDP etnik husumeti kışkırtıcı milliyetçi tutum ve söylemlerine devam etsin veya etmesin, bizim herkes için siyasetin kanallarını genişletmeyi savunmamız gerek. 
Hükümeti bunun için sıkıştırmak gerek, onun yanlışlarını açıkça dile getirip, eğildiği yerde düzeltmeye çalışmak gerek.
Bu yazıyı yazdığım sırada Hakkari’deki mayınlı saldırıyla dört asker hayatını kaybetti.
Şimdi bize düşen, PKK saldırılarını bahane ederek haklı öfkeyi Kürtlere yöneltmek isteyen karanlık çevrelerin, ulusalcı odakların, derin ve sığ güçlerin karşısında net biçimde durmak olmalı. Onların fırsattan istifade PKK ile aynı kanlı çarkı döndürme heveslerini kursaklarına tıkamak gerek.
Tüm yapılması gereken, teraziyi düzgün tutmak.
Düzgün tutmak ki, aklını ve vicdanını milliyetçiliğe ve başka türden kötülüğe kurban etmemiş olan herkes hakikati açıkça görsün.

Zulmedene benzemek ve suskunluk



Devlet 90’lı yıllarda Kürtler’i her gün bir değil bin kez öldürüyordu, şimdi aynı şeyi PKK yapıyor ve Kürtler PKK’nin sivillere, kendisi gibi düşünmeyen Kürtler’e yönelttiği her eylemiyle bir değil, bin kez ölüyor.
23 Ağustos 2012 Perşembe
 
Orhan Miroğlu 
Geçen yıl canlı bomba Bingöl’de sivillerin ortasında patladığında şöyle yazmışım:

“‘PKK’nin bu yeni savaş hamlesinin’, içinde bulunduğumuz süreç itibariyle, ne Kürt toplumunda, ne Türkiye’de ne de Ortadoğu’da hiçbir karşılığı yok.

Olmayınca da, PKK, Türkiye’nin siyasi dinamiklerini kör şiddet eylemleriyle sarsmaya çalışıyor, daha fazla asker ve sivil öldürerek, etnik çatışmaya giden yolu açmak istiyor.

Böylece bu savaş PKK ve devlet arasında bir savaş olmaktan çıkacak ve Kürtlerle-Türkler arasında bir savaşa dönüşecek.

Sanırım bu hâl böyle devam ederse, suskunluk bitecek ve Kürtler de bu mesajın ne anlama geldiğini, neyi hedeflediğini daha fazla düşünmeye ve tartışmaya başlayacaklar.

Çünkü PKK, Kürt şehirlerinde siyasi ve sosyal yaşamın ancak onun izin verdiği ölçülerde mümkün olabileceğini ispata çalışıyor.

Ortaya koyduğu eylemler ve fikirler itibariyle yakın bir gelecekte ve mümkün olabilirse eğer, PKK’li olmayan Kürd’e hayat hakkı, siyaset yapma hakkı olmayacağını gösteriyor.

Kürt toplumu, şiddet politikaları yüzünden, bugün ciddi bir siyasi bölünmeyle karşı karşıyadır.”

PKK’nın Silvan’dan sonra başlattığı ve meşru siyasi zemini tümden ret etme temelinde geliştirdiği terör eylemleri sürüyor. Bir yıl öncesine göre değişen tek şey PKK’nin kendisini Kürt-Şii İttifakı’nın tam ortasında bulmasıdır, bu ittifakın PKK’nin imdadına yetişmesidir.

Antep’i bayramda kana bulayanlar bu ittifaka ortaklık yapanlardır.

PKK etnik çatışma istiyor ama bir yandan da, Kürt toplumunun iç barışını hedefleyen eylemlere imza atmaya devam ediyor.

AK Parti’nin il-ilçe başkanları kaçırılıyor.

Cizre’de AK Parti Şırnak Milletvekili Emin Didar’ın kardeşi ve aynı zamanda AK Parti ilçe yöneticisi Ramazan Dindar öldürüldü.

Ramazan Dindar’a, Cizreli bir yoksula ayakkabı almak için girdiği mağazadan çıkarken ateş edildi, yanında arkadaşı Diyar da vardı. O öldü, arkadaşı saldırıdan yaralı olarak kurtuldu.

Haberi aldığımda aklıma Ramazan’ın abisi, rahmetli Selim Dindar geldi.

Diyarbakır cezaevinde Selim’in eline çivi çakılmış ve korkunç işkencelerden geçmişti.

Kardeşi Ramazan’ın öldürüldüğünü duyunca, Selim’in televizyonlara çıkıp, bize o cehennemde yaşadıklarını anlatırken ağlayan ve acıdan kasılan yüzünü yeniden hatırladım.

İçimden iyi ki Selim bugün yaşamıyor dedim. Yaşasa ve kardeşinin Cizre’de PKK tarafından infaz edildiğini görse, bir değil bin kez ölürdü..

Devlet 90’lı yıllarda Kürtler’i her gün bir değil bin kez öldürüyordu, şimdi aynı şeyi PKK yapıyor ve Kürtler PKK’nin sivillere, kendisi gibi düşünmeyen Kürtler’e yönelttiği her eylemiyle bir değil, bin kez ölüyor.

Her şey 90’lı yıllarda yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor.

Doksanlı yıllarda HEP’in, HADEP’in il-ilçe binalarını açanlar devletin infaz timleri tarafından katlediliyorlardı.

Trajediye bakın ki, aynı bölgede şimdi AK Partili Kürtler partilerinin kapısını açarken korkuyorlar. Şimdi AK Partili Kürtler, aynı yöntemlerle kaçırılıyor ve sokak ortalarında infaz ediliyor.

Kürt toplumu, Kürt aydını ve “Kürt sorunu uzmanları” suskun.

Sanılıyor AK Parti yenilgiye uğrasa, yerine CHP teşkilatları, MHP, HAK-PAR ve KADEP kurulacak ve memlekete demokrasi gelecek.

Hayır böyle olmayacak maalesef..AK Parti hal olsa sıra herkese gelecek.

Kürtler tek partiye, tek ideolojiye ve tek şefe mahkûm olacak.

İstenen bundan başka bir şey değildir, PKK bunun mücadelesini veriyor, ve bu mücadele Kürtler’in Türkler’le eşitliği için verilen bir mücadele değil.

Bu eşitliği amasız ve pazarlıksız sağlamak elbette hükümetin ve devletin ertelenemez görevidir.

Ama kimse, bu gerçekleşse bile PKK’nin silahı bırakacağını düşünmesin. Kürtler’in ve Türkler’in eşit olduğu bir ülkede elbette PKK gibi bir örgütün siyasi ve sosyal gerekçeleri çok zayıflar, ama yok olmaz.

Çünkü PKK, Kürtler’in eşitliği için değil, savaştığı devletle eşit güç kullanabilmek ve bu hakkı elde etmek için mücadele ediyor.

Deyim yerindeyse, devletten “anahtar teslimi bir Kürdistan” talep ediyor.

Dolaysıyla durum, Kürtler’in özgürlük mücadelesine ve bu mücadelenin zorluklarla dolu tarihine bakıldığında, her bakımdan çok trajik, ve her bakımdan çok acı görünüyor.

Bir halkın özgürlük mücadelesi artık eğer o özgürlük mücadelesine bir zamanlar inananları, gelip kalbinden vuruyor ve o mücadeleyi bir zamanlar yürütenler her geçen gün kendi cellâtlarına benzemeye başlıyorsa, üstünde konuşulmaya değer hiçbir şey kalmaz.

Yanlış anlaşılmasın, sözün bittiği yerde değiliz elbette.

Ama galiba PKK’ye söylenecek sözün bittiği yerdeyiz.

Bundan sonra her ne söylenecekse Türk ve Kürt halkına söylenmelidir..

***

Etyen Mahçupyan Zaman gazetesindeki köşesine dün şu notu düşmüş, paylaşmak istiyorum:

“Orhan Miroğlu’na basit not: Taraf gazetesi Erdoğan’ın kalpaklı fotoğrafı üzerinde yorum yapmamı istediğinde reddettim, doğru bir soru olmadığını söyledim. Bir saat sonra bu kez Erdoğan’ın ittihatçılıkla ilişkisini sordular (ittihatçılarla değil...) Ben de ‘sarkaç’ benzetmesini yaptım. Hayat aslında basit Orhan’cığım ama özellikle basitleştirip araçsallaştırmak hoş değil..”

Etyen’e benden dostça bir uyarı: Taraf’la bu haber vesilesiyle aranda geçenleri bu açıklıkta daha önce yazsaydın, bu polemiğe gerek kalmazdı. Türkiye zor zamanlardan geçiyor Sevgili Etyen, gerçek Türk ve Kürt İttihatçıları Basçılarla el ele Antep’i, Türkiye’yi kana bularken, “tarif” aramayanlar, bir Ermeni aydınını, Erdoğan’ın İttihatçı olduğunu kabul etmeye ve bu kabulü yazmaya zorluyorlar. Buna şaşırmama nasıl şaşırdın hayret ettim doğrusu. İşte bu yüzden, hayat basit değil Etyenciğim. Çok ağır bedelleri var hayatın, ve bu bedeli bazen dört yaşında çocuklar ödüyor. Ben dostlarımı araçsallaştırmam Etyen, sana da, seni araçsallaştırmak isteyen dost kılıklı kimseleri iyi tanımanı, haddim değil belki ama, tavsiye ediyorum.

orhanmir@hotmail.com

TARAF